Tanzimat’tan bu yana sürekli değişen politik ve toplumsal değerler karşısında tutunmaya çalışan Türk okur-yazarının kara güldürüsü. Eylemsizlikle geçmiş bir yaşamın getirdiği beceriksizlik ve gülünç olma korkusundan Atay sürükleyici bir oyun çıkarmış.
Oğuz Atay (1934–1977) was a pioneer of the modern novel in Turkey. His first novel, Tutunamayanlar (The Disconnected), appeared 1971-72. Never reprinted in his lifetime and controversial among critics, it has become a best-seller since a new edition came out in 1984. It has been described as “probably the most eminent novel of twentieth-century Turkish literature”: this reference is due to a UNESCO survey, which goes on: “it poses an earnest challenge to even the most skilled translator with its kaleidoscope of colloquialisms and sheer size.” In fact one translation has so far been published, into Dutch: Het leven in stukken, translated by Hanneke van der Heijden and Margreet Dorleijn (Athenaeum-Polak & v Gennep, 2011). It appears also that a complete English translation exists, of which an excerpt won the Dryden Translation Prize in 2008: Comparative Critical Studies, vol.V (2008) 99. His book of short stories, Korkuyu Beklerken, has appeared in a French translation by Jocelyne Burkmann and Ali Terzioglu as En guettant la peur, Paris, L'Harmattan, March 2010.
He was born October 12, 1934 in İnebolu, a small town (population less than 10,000) in the centre of the Black Sea coast, 590 km from İstanbul. His father was a judge and his mother a schoolteacher, thus both representative of the modernization of Turkey brought about by Atatürk. Although he lived most of his life in big cities this provincial background was important to his work. He was at high school in Ankara, at Ankara College until 1951, and after military service enrolled at Istanbul Technical University, where he graduated as a civil engineer in 1957. With a friend he started an enterprise as a building contractor. This failed, leaving him (as such experiences have for other novelists) valuable material for his writing. In 1960 he joined the staff of the İstanbul Academy of Engineering and Architecture, where he worked until his final illness; he was promoted to associate professorship in 1970, for which he presented as his qualification a textbook on surveying, Topoğrafya. His first creative work, Tutunamayanlar, was awarded the prize of Turkish Radio Television Institution, TRT in 1970, before it had been published. He went on to write another novel and a volume of short stories among other works.
He died in İstanbul, December 13, 1977, of a brain tumour. He spent much of his last year in London, where he had gone for treatment. He is buried in Edirnekapı Martyr's Cemetery. He married twice, and is survived by a daughter, Özge, by his first marriage.
Atay was of a generation deeply committed to the Westernising, scientific, secular culture encouraged by the revolution of the 1920s; he had no nostalgia for the corruption of the late Ottoman Empire, though he knew its literature, and was in particular well versed in Divan poetry. Yet the Western culture he saw around him was largely a form of colonialism, tending to crush what he saw was best about Turkish life. He had no patience with the traditionalists, who countered Western culture with improbable stories of early Turkish history. He soon lost patience with the underground socialists of the 1960s. And, although some good writers, such as Ahmet Hamdi Tanpınar, had written fiction dealing with the modernisation of Turkey, there were none that came near to dealing with life as he saw it lived. In fact, almost the only Turkish writer of the Republican period whose name appears in his work is the poet Nâzim Hikmet.
The solution lay in using the West for his own ends. His subject matter is frequently the detritus of Western culture — translations of tenth-rate historical novels, Hollywood fantasy films, trivialities of encyclopaedias, Turkish tangos.... — but it is plain to any reader that he had a deep knowledge of Western literature. First come the great Russians, particularly Dostoevsky, with a particular liking for Ivan Goncharov's Oblomov: he was not alone in seeing a peculiar affinity betwee
Oğuz Atay'ın ömrü vefa etseydi belki bu kitap geçiş dönemi ürünü olarak adlandırılacaktı. İlk iki eseri Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar’da toplumsal bir damar illa ki bulundurmakla beraber genel olarak içe dönük, önce kendisi ile hesaplaşan karakterler vardı. Oyunlarla Yaşayanlar’da ise bu hesaplaşmayı bir nevi topluma olan borcunu ödemek saiki üzerinden şekillendiren bir aydın veya yarı aydın karakter olarak Coşkun var. Oğuz Atay'ın gençlik yıllarında çok sıkı bir sosyalist olduğu ve daha sonra bir takım hayal kırıklıkları yaşadığı malum. O yıllarda takipçisi olduğu Kemal Tahir ekolüne, Türkiye'ye özgü bir model arayışı ve dışarıda biçilmiş elbisenin buradaki bedene oturmayacağını idrak bağlamında bir geri dönüş denebilir bu eser için. Bununla beraber eseri içerik anlamında toplumsal gerçekçilikten ayıran temel faktör ise Oğuz Atay'ın bize herhangi bir reçete sunmaması, Coşkun'un sorunun farkında olması fakat ne yapacağını bilmemesi. Kaldı ki Coşkun ideal denebilecek bir aydın profili de değil. Oğuz Atay dergicilik günlerinde yazdığı “Ne yapmalı” isimli makalede ortodoks marksist anlayışa ters düşecek bir şekilde bireysel gelişimin önemine vurgu yapar. Ancak bu toplumdan soyutlanmış egoist bir bireycilik değildir. Dünyayı değiştirmek isteyenlerin işe önce kendilerinden başlamalarını salık veren ve ideal toplumun bu olgunluk seviyesindeki kişilerden oluşacağını söyleyen bir düşüncedir bu. Coşkun ise meşhur “Ey halkım utanmıyor musun geri kalmaya” tiradinda acı bir ironi eşliğinde gördüğümüz gibi halkı yargılama hakkını kendisinde bulur. Fakat üzerine düşeni yapabildiğini söylemek tartışma götürür. Bu bahsettiklerim Coşkun'un gerçekteki izdüşümüne denk geliyor. Oysa o daha ziyade oyunlarda yaşıyor. Öyle ki birçok noktada oyun ve gerçek birbirinden ayırt edilemez halde. Cemile ise, Coşkun'un ve hatta eserlerinde evlilik hayatını ve kadını yaratıcılığın ve kendini aşmanın önündeki engelin simgesi olarak resmedebilen Oğuz Atay'ın bakış açısından bakıldığında, bu durumun ana sorumlusu olmadığı kabul edilmekle beraber Coşkun'un ve diğer oyunlarla yaşayanların paçalarından tutup ayaklarını yere bastırmaya çalışan bir zaptiye gibi. (Oysa toplumsal norma göre değerlendirildiğinde kuşkusuz bu hikayedeki kurbandır Cemile.) Bu dar boğazdan çıkış için Emel’e sığınır Coşkun. Oysa Emel ne Hikmet'in Bilge’sidir, ne de Oğuz'un Sevin’i. Gerçeklik düzleminde hiçbir tutamağı kalmayan Coşkun’un sonudur bu. Yazdığı oyunda bir oyun yazarını konu eden Oğuz Atay ona ve çevresindekilere de nasıl yazılması gerektiğini tartıştırarak iç içe geçen katmanlarla özyinelemeli anlatım tutturmuş. Bu açıdan içerikteki gelenekçi - yenilikçi denge, biçimde postmodern yenilikçilikten yana bozuluyor denebilir.
Başladığım gibi (/gün) bitirdiğim ender kitaplardan oldu. Bunda Oğuzcuğum Atay'ın katkısı büyük. Sadece birkaç yerden tırnak çalmak istiyorum.
"coşkun: ey zavallı milletim dinle! (durur.) şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. ey sevgili milletim! neden böyle yapıyorsun? niçin bizden geri kalıyorsun? bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. ey şu fakir milletim! aslında seni anlatmıyoruz. sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. işte onun için sana yanaşamıyoruz. senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. hiç utanmıyor muyuz? hiç utanmıyoruz. size kendimden örnek vermek istiyorum.
saffet (gerçek bir telaşla): hayır kendinden örnek verme. (coşkun’u kolundan çeker.)
coşkun: (kolunu kurtarır): hayır, milletime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. yazmağa çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle. fakat görüyorsun aziz milletim, aydınlar kolumdan çekiyorlar, beni yerime oturtmak istiyorlar. hesaplaşma sırası kendilerine de gelir diye korkuyorlar. onlara kötü örnek olurum diye korkuyorlar. ey zavallı aydınlar dinleyin!
saffet (darılmış gibi): dinlemiyoruz. (coşkun’u yerine oturtmak ister.) coşkun bey, yeter artık...
coşkun: yetmez. bu fırsat bir daha elime geçmez. bu fırsatı ben bile kendime bir daha vermem. ey sevgili milletim, kendimde bu cesareti bulmak için dünya kadar içkiyi, çok kısa bir sürede içmiş bulunuyorum.
saffet: millet bu sözlerden anlamaz
coşkun (konuşmasını aynı biçimde sürdürür): ve böylece samimyet buhranına kapılmış bulunuyorum. ve şunu biliniz ki, yıllardır bütün paramı içkiye yatırmış bulunuyorum ve şimdi karımın kazandığı parayı da içkiye yatırıyorum ve karımın evi geçindirmek için dikiş dikmesini bilmezlikten geliyorum ve her şeyi bilmezlikten gelmiş bulunuyorum: biraz daha rahat yaşayabilmek için evlendiğimi, sevmediğim bir kadının yanına sığındığımı, kaynanamın bunadığını, oğlumun serseri olduğunu resmen ve açıkça bilmezlikten geliyorum.
saffet: bizi de kendinizi de üzüyorsunuz.
coşkun: sen karışma, ben kendimden hesap soruyorum
saffet: acaba bunu yalnız olduğunuz bir sırada yapsanız.
coşkun: olmaz. yalnız insan kendine acır
saffet: peki bu acımasız hesaplaşmanızın sonu ne olacak?
coşkun: suçlu olduğum anlaşılacak ve hayatıma kendi ellerimle son vereceğim."
[Sağ olsunlar Ek$i'den yazan çıkmış da uğraştırmadı.]
Coşkun, gerçekliğe Ermiş bir adamdır. Servet, romantik bir Duygulu servet yöneticisidir. Duygulu oluşu bunun önündedir. Ümiti sevdim ben. Ona laf yok. Emel de işte sevinsin dursun.
Ümit'i neden sevdim? Çünkü "tiyatro değil düpedüz tuluat" oynadı adam.
Gültepe Reklam Ajansı takdim eder: Gazoz içenlerle birlikte on beş dakika! Elinizdeki gazozun kapağını sakın atmayın sayın seyirciler! İşte kapağın içinde belki de saadetinizin anahtarı olan harf yatıyor. ... - K! Evet baylar, bayanlar, işte baş harfimiz : K! Şimdi, "küçüktüm ufacıktım top oynadım susadım" şiirinin bütün haflerini toplayıp getirenler arasında kura çekilerek... - kazananlara, birikmiş gazoz kapakları kadar gazoz kapağı verilecektir. ... İkinci sorunuz: İkinci Dünya Savaşı'nın en kızgın günlerinde, Alman Hava Kuvvetleri generali, General Von Hinsohn, savaşa herkesten önce yetişebilmek için sabahları ne yapardı? Doğru mu yanlış mı? ... Evet, jüriye bakıyorum ve açıklıyorum; Sayın yarışmacının itirazı kabul edildi. Sayın Coşkun Ermiş, sizin için kronometrelerimizi geri alıyoruz ve son vapuru kaçırıyoruz. Evet, iskelelere birikmiş olan halk da heyecanlanıyor. Çabuk olun Coşkun bey, herkesin işi gücü var. ... Malesef vaktiniz doldu ve bu sefer itirazınız kabul edilmedi. Doğru cevabı açıklıyorum: Doğru! Çünkü BERENSON tıraş bıçakları kullanıyordu. Evet sayın seyirciler! Siz de hayat savaşına bir an önce yetişmek için BERENSON tıraş bıçaklarından şaşmayınız. Allah kimseyi şaşırtmasın. Az yüz keser, çok tıraş eder. Onu beğendim en son, Tek amacım BERENSON. Şimdi üzülerek sizden on puan siliyorum. Artık yanlış yapmaktan korkmayın sayın seyirciler! Şu anda elimde tutmakta olduğum SAĞMELEK silgileri, bütün günahlarınızı hiçbir ipucu bırakmadan ortadan kaldırır.
---- Emel ve Coşkun'un arasına hiç girmek istemiyorum, hiç.
"Hayatı fazla ciddiye alma yoksa delirirsin" cümlesi üzerine yazılmıştır bence bu oyun. Atay ile yeni tanıştık, içimden bir ses zamanla onu çok ciddiye alacağımı söylüyor.
Bir kitabı eski basımlarından, mümkünse ilk basımlarından okumanın keyfi bir başka... Hatasıyla, eksiğiyle, kendine özgü bir havası oluyor çünkü. Hele ki o kitap Oğuz Atay'ınsa, yazılış anına tanıklık ediyormuşum gibi geliyor bana. Acıklı güldürü türünde yazmış olduğu tek oyununda, -tüm insanlar gibi- öldüğünde ardında bir iz bırakmak isteyen emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş'in hayatına misafir oluyoruz. Oyun yazmak istiyor kalıcılık adına, ama içindeki karmaşa hiçbir işin sonunu getirememesine neden olurken, zor oluyor tabii ilerlemesi. Geçen sene açtığı kitapçıyı batırması da aynı sebepten, keman çalamaması da... Üstelik ölüm gerçeği kol gezerken etrafta, çok da ciddi yaklaşmamak lazım belki de hayata... İncecik bir oyunla, üzerinde saatlerce tartışılacak malzeme veren büyük üstadın karşısında şapka çıkartıyorum. Tavsiyemdir, okuyunuz. =)
Lise ve üniversite yıllarında çok oyun okurdum. Oğuz Atay’ın “Oyunlarla Yaşayanlar”ı o günleri anımsattı bana. Atay, çok etkili bir vodvil yazmış. Hiciv oyunun her yanına sinmiş. Öykü ve romancılıktaki başarısını oyun yazarlığında da sürdürebilmesi Oğuz Atay’ın ne kadar yetenekli bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. İkiye böldüğü sahneyi çok iyi kullanmış. Oyuncular yerli yerinde, dekor sade ve olması gerektiği kadar verilmiş. Yine bir tutunamayanımız var: emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş. Eşi Cemile’nin şu sözleri aslında oyunun rotasını göstermesi açısından çok anlamlı:
“ CEMİLE: Oyun oyun. Biraz da gerçek oyunlarla ilgilensen iyi olur. Mesela benim para kazanmak, evi geçindirmek için sahneye koyduğum şu dikiş dikme oyunlarımla, Ümit’in her sınıfı iki yılda geçme oyununu düzeltsen biraz.”
Sonlara doğru da oyunun kalbindeki diyalog geliyor:
“CEMİLE: Hepiniz çıldırmışsınız! COŞKUN: Bütün dünya çıldırmış ve onları yazmak üzere ben gönderilmişim. (Sesini değiştirir.) Sağdan çıkarlar.”
Alıntılar: Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.34-35-83
YouTube kitap kanalımda Oğuz Atay'ın hayatı, bütün kitapları ve kronolojik okuma sırası hakkında bilgi edinebilirsiniz: https://youtu.be/INZw0WFskak
Keyifli ve Oğuz Atay'ın tutunamadığı şeyler arasındaki tehlikeli oyunlarınızın ihtimallerini daha çok keşfetmeye yakınlaşabileceğiniz, oyunlarla yaşadığınız ve korkularınızı beklerken bu arada kendinizi de unutmadığınız meraklı okumalar dilerim.
Öncesinde yine Oğuz Atay'ın "Günlük" kitabını okumak, bu güzide kitabı daha anlamlı kılacaktır. Toplumsal değerlerdeki değişmelerden dolayı kronik bunalıma girmiş bir aydının hikayesi.
Atay, edebiyat yeteneğini oyun yazmakta da göstermiş. Hayatın oyununu sorgulatan, aslında konusu klişe olmakla birlikte, seyirciye eğlenceli ve düşündürücü bir zaman geçirtmeyi vadeden bir oyun.
Yalnız şunu iyi biliniz ki kahramalar oyunlarını ve kaderlerini yalnız yaşarlar... . Oğuz Atay çok sevdiğim yazarlardandır. Bu yıl okumadığım kitabı kalmasın istiyorum ve okumadığım bu iki kitaptan biri olan Oyunlarla Yaşayanlar’ı okudum. Oğuz Atay benzersiz yazarlardan ve bu her kitabına fazlasıyla yansıyor. Oyunlarla Yaşayanlar adı kadar sanatla iç içe geçmiş Coşkun’un hikayesi. Oyun türünde olması ve incecik bir kitap olmasından dolayı hızlı okunuyor. Oğuz Atay yine esprili dilini kullanarak sıradan olayları bile farklı bir biçime dönüştürmeyi başarmış. Ancak diğer kitaplarına kıyasla daha az beğendiğim bir eseri oldu. Yer yer biraz fazla karmaşaya boğulmuş hissettirdi. Ama bazı diyaloglar çok güzeldi. Bir de aynı oyuncunun farklı rollerde oynaması ve tekrar tekrar belirmesi güzel kullanılmış. Coşkun, adı gibi yaşayamamış oyunlara tutunmuş bir karakter. Oğuz Atay sıkışmışlık, yalnızlık ve hayat konusunda iyi irdelemeler yapıyor. Kitabın öğrettiği bir şey varsa da hiçbir uğraşı hayat memat meselesi gibi görmemek gerektiği. Bazı kısımlarını beğendim ancak tiyatrosuna rastlasam gitmezdim diye düşünüyorum. Yazardan okumadığım tek kitap Tehlikeli Oyunlar onu da yakın zamanda okumayı planlıyorum. Herkesin mutlaka okuması gereken yazarlardan.
Kitapta her şeyden biraz vardı. Yeri geldi aydınlara eleştiri, topluma eleştiri, yaşamın kendisine eleştiri... Hayatı ciddiye alma, hayatı ciddiye almama. Yine kırılan büyük bir kalp ve kapanış diyorum. Keşke romanlarını okuduktan sonra okusaydım diyorum. Bence almam gereken tadı tam alamadım, Oğuz Atay'ı tam tanıyamadım.
Birinci perde sonu... Sizce ülkemiz aydınlarında bir değişiklik var mı? (Soru retorik değildir?)
"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! neden böyle yapıyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken, geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza, gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! aslında seni anlatmıyoruz. sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz."
2019 aralık ayında Tutunamayanlar'la başladığım Oğuz Atay serüvenimin üçüncü kitabı olan Oyunlarla Yaşayanlar bitti. Oğuz Atay'ın tarzı kafamda iyice oturdu bu kitapla birlikte. Yine bir tutunamama sahnesinde orta sınıf insanlar ve onların bunalımları ama daha çok Tehlikeli Oyunlar sahnesi üzerine kurulan dekorla oynuyorlar. Kitaptan aldığım tat Tutunamayanlar'dan çok Tehlikeli Oyunlarvari oldu. Kitabın baş karakteri Coşkun Ermiş emekli bir tarih öğretmenidir ve tiyatro oyunları yazmaktadır. Yer yer oyunla gerçek birbirine karışır ve sahneyle gerçek hayat arası gidip gelirsiniz. Kimi yerlerde Selim Ve Turgut isimlerini görürsünüz aklınıza Tutunamayanlar'ın baş karakterleri Selim Işık ve Turgut Özben gelir. Sanırım Oğuz Atay Selim'le Turgut'u hep içinde taşıdı ve karakterlerini içselleştirdi aklıma gelen en mantıklı açıklama bu oluyor. Bundan sonraki Oğuz Atay kitabım Korkuyu Beklerken olacak umarım bütün külliyatı tamamlarım. Kitapla ilgili bir anekdot daha, Oğuz Atay bu oyunu yazdıktan sonra Yıldız Kenter'e götürmüş ama beğendirememiş. Ali Poyrazoğlu ise üzerinde çok değişiklik istemiş. Oğuz Atay kendi döneminde anlaşılamamış bir yazar bu da çok üzücü bir anekdot.
Kendini yazdığı kitapların başrollerine koymayı çok seven Oğuz Atay, yazdığı ilk ve tek tiyatro metni Oyunlarla Yaşayanlar’da da kendi serzenişlerini baş karakterin ağzından halka duyurmuş. Aydın eleştirisini çok seven yazar bu kitabında da bol bol aydın eleştirisine yer vermiş. Bu tiyatro metninde olmasını istediği halk zihniyetini aktarmış ve bu zihniyeti işlemek için halka en çok sesini duyurmak istediği kitap olmuş Oyunlarla Yaşayanlar. Oğuz Atay’ın en çok içine düştüğü oyun-gerçek ikilemi de kendini bolca göstermiş. Her karakterin adının karakter özellikleriyle uyuşması, her karakterin modern yaşamın bir kesmini temsil etmesi ve karakterlerin konuşmalarının da kendi çizgilerinin dışına hiç çıkmaması çok başarılı bir anlatım şekli olmuş. Arada bir oyunda olduğunu hatırlatmayı da unutmamış Oğuz Atay. Kesinlikle okunması ve dersler çıkarılması gereken bir kitap.
Bir çırpıda okudum demek istemezdim ama Oğuz Atay gönülde sızlayan teli kopardı yine. Coşkun karakteri üzerinden tam da ismiyle müsemma ikircikli, heyecanlı, tutunamayan ama Türkiye’nin ruhuna raptiyeli, müstehzi, heyecanlı bir tiyatro metni ortaya koymuş. Yaşasaydı onca ağır metinleriyle bu kitap onun hangi kuyunun suyu olacağını da gösterecekti. Metnin kısa oluşu tek serzenişim.
“bizim sokaklarda da şöyle iki hanelik şirin bir mezarlık olsaydı...ve her gün işimize giderken kavuklu ya da sarıklı bir mezar taşıyla merhabalaşsaydık...ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı”
Oyun içerisinden oyun kitabı. Karakterimiz coşkun gerçekle oyunu ayırt edemeyecek duruma dahi geliyor. Öyle konulara öyle değinilmiş ki bu kitapta. Kısacık kitapta bunun nasıl söz konusu olabileceği insani çok şaşırtıyor. Kitabı kapattığınızda coşkun ve karısı üzerinden yakılmış karşılaştırmanın gerçek hayatta aslında nasıl da doğru olduğu ve bu karşılaştırmayı gözünüze sokmadan, birden aklınızda yer edinecek şekilde nasıl yaptığını fark ettiğinizde çok şaşıracaksınız. Uzun uzun satırlar içermeyen ve kısa basit bir kitaba bütün toplumsal sorunlar vetoplumun normlarına uymak zorunda bıraktığı insanın yaşadığı psikolojiler her bir satıra adeta herkes icin yedirilmiş.Aydınların ,halkın geri kalanına gerçek bakış açılarına değindiği gibi ülkemizin geri kalmışlığı ve sınıf ayrımı üzerine değiniyor Oğuz Atay: "Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlanmıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor." "Önce film artisti olursun o zaman ,sonra sesin güzelleşir" derken sanat camiasına da dokundurmadan geçmiyor yazar. Eğer dikkatli okursanız fark edersiniz ki reklamlar hakkında bile daha önce ya hiç fark etmediğiniz ya da fark eder gibi olduğunuz duygularınızı yazmış.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Oğuz Atay'ın hayatini ve düşüncelerini bildiginizde, yazdiklari daha da farkli anlamlar kazaniyor. bize sadece 7 eser birakabilmis olmasina her seferinde daha da cok uzuluyorum.
İstiyorum ki bizim başımıza gelenler dünyada şimdiye kadar kimsenin başına gelmemiş olsun. Senden, bütün dünyayı sarsan hareketler beklediğimi, bilmem nasıl anlatsam?
Atay'ın okumadığım tek kitabı Bir Bilim Adamının Romanı kaldı. Ve bu kitabı da okuduktan sonra sıraya dizdiğim kitapları es geçip tekrar okumak istediğim bir yazar! Hayatı, kurguyu, romanı ve nefes almayı hem bu kadar iç içe geçirip hem de yabancılayan başka bir adam yok sanırım. Günlük kitabında bahsettiği ve yapmak istediğini yazdığı bu kitabı (oyunu) tam da istediği şekilde yazabilmiş. Yaşadığımız hayata ve yaşamak istediklerimize, ölümün adının geçtiği yerde bile durmak bilmeyen hayata, hayattaki rollerimize ve içimizde kalmışlıklara birer gönderme niteliğinde olan bu oyun oldukça güzeldi...
Vüs'at Orhan Bener şöyle diyor Oğuz Atay için: "Ne vardı büyütecek beynini o kadar? Suçlusun!"
evet bittabi suçlu, çünkü dün akşam şöyle bi' şey not ettim: belki de bu farkındalık olarak adlandırdığımız şeye sahip olduğunu sanan insanlar olarak biz, birbirimizi zehirliyoruzdur. bu bir ayrılık çağrısı değil. dile gelen gülünç bir gerçeklik. oğuz atay'a müteşekkirim ve büyülüyor beni yüce çabası, ama biraz da üzülüyorum onun için, çünkü "insanımız" diye diye harcadı kendini. ve elbette ben de suçluyorum, bizi aşan dertlerin altını çizmekten başka bi' işe yaramıyor yaptığı.
"Törenlerde konuşan içimdeki yabancı Kalbimize saplanan ecnebi sahte sancı İnsanlıktan emekli Coşkun Ermiş'in sesi Tarih öğretmeniydi, Ahmet Celal Lisesi Bütün eski emeller gözünde soldu birden Bir hiç olmak isterdi, ve her şey oldu birden Bende ezelden beri büyüklük istidadı var Hangi deli kendisine zincir vurmuş şaşarım."