Vasiyetimi okumaya başlasam bırakır mısınız kavgayı? Odamda, yatağımın yanındaki çekmecede. Şarkıyı falan bırakıp, getireyim, okuyayım mı? Keyfinizi kaçırayım, yemekleri çöpe atayım mı? Ne kadar yazık ediyoruz zamana. Bir daha niye gelesiniz bu eve? Buradayız, evimizde. Hep birlikteyiz. Koza bile burada. Eskisi gibi. Daha da kalabalığız. Ne güzel. Ne gerçek. Aile dediğin kalabalık bir sofradır. Daha ne?
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, içinden sanat, müzik, tarih, İstanbul ve en çok da tüm halleriyle insanın geçtiği Can Gürses romanlarının ilkidir. Yazıldıktan üç yıl sonra 2014’te yayımlanan, usta işi ilk romanı En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın sadece Deryadil ailesini değil, hepimizin ailesini anlatır. Dupduru Türkçesi, derin bir anlatım yordamı ve kalıp yargıları kıran nevi şahsına münhasır tekniğiyle yazar, 2007’nin güneşli bir Ocak gününde Deryadil ailesini, Edibe’nin hazırladığı sofra başında toplar. Edibe, 12 Eylül’de yurtdışına kaçan kızı Koza’nın 27 yıl sonra ülkesine dönmesiyle aileyi nihayet biraraya getirmiştir. Sofra başındaki herkes, birbirlerini diğerinin sevmediği yemek üzerinden anlatır. Aile tarihini bir de ailenin yıllanmış yakın tanıkları olan eşyalar dile getirir. Uçlardaki ve diplerdeki duygularla dolu geçen bu akşam yemeğiyle yazar, esasında “ben ve ötekinin, biz ve onların tohumunun atıldığı yer” olarak gördüğü aileyi ve okuru ertesi gün alacakları habere hazırlamaktadır.
2003-2007 yılları arasında yatılı okuduğu VKV Koç Özel Lisesi’nden Cervantes’in Don Kişot’u, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı üzerinden ironi-yazar-toplum ilişkisini tartıştığı tezinden tam not alarak, International Baccalaureate (Uluslararası Diploma) ile mezun oldu.
2007-2010 yılları arasında okuduğu İngiltere’de The University of Kent’te Karşılaştırmalı Edebiyat ve Film Bölümleri’ni Krzysztof Kieślowski’nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film, Mavi ve Veroniqué’in İkili Yaşamı filmleri üzerinden gerçekliğin kurmacalığını tartıştığı tezi ile en yüksek ikinci dereceyle bitirdi. 2010-2011 yılları arasında İskoçya’da The University of Edinburgh’ta Karşılaştırmalı Edebiyat dalındaki yüksek lisans eğitimini, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve Amin Maalouf’un Afrikalı Leo romanları üzerinden kimliğin Doğu-Batı ve ben-öteki parçalanmasını çözümlediği tezi ile tamamladı. 2010-2011 yılları arasında Edinburgh ve İstanbul’da En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın adını taşıyan ilk romanını yazdı.
2011-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nde “Eleştirel Düşünce” ile “İngiliz Dili ve Edebiyatı” derslerini verdi. 2013’ün ilk altı ayında “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” adlı televizyon dizisinin diyalog yazarlığını yaptı.
İkinci romanı Kırık Beyaz’ı 2013’te tamamladı.
2011-2014 yılları arasında İnce ile Uzun serisinin ilk üç kitabını küçük ve büyük çocuklar için kaleme aldı.
2011 yılından başlayarak Bir+Bir dergisinde “Edebiyat Gardırobu” adlı köşesinde yazıyor. Kitap-lık dergisinde soruşturma dosyaları yayımlanıyor.
İlk uzun metraj sinema senaryosu üzerinde çalışıyor.
Ölüyordum, Geçerken Uğradım adını verdiği üçüncü romanını yazıyor.
O Anda'daki Zübeyde'yi ne kadar sevdiğimi anlatırken; Edibe'den bahsetmişti bana bir arkadaşım . En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın romanındaki her karakterin hayranlıkla baktığı, onun gibi olmak istediği, hürmet beslediği, sevdiği, saydığı Edibe Hanım'dan... Bir aile sofrasında geçiyor hikaye, o ailedeki fertleri eşyaların, sevmedikleri yemeklerin gözünden okuyoruz : Topik yemeğinden, Koza'nın dikenlerle dolu yolculuğunu, Rosa'sını, ideallerini, tutkularını; ıspanaklı gül böreğinden, kendisi gibi olmayanı, kendisiyle benzer düşünceleri paylaşmayanı hayatında, kadrajında barındırmayan Yılmaz'ı; antika aynadan, hayatını dans eder gibi incelikle sürdüren Edibe'yi ve onun ele avuca sığmaz İhsan'ını; Botticelli lülesinden, sadece kendi doğrularıyla yaşayan, babasına hayran Korkmaz'ı... Bir nevi bilinçaltı yolculuğu aslında, anılar dile geliyor şarkıların eşliğinde; hüzünler, pişmanlıklar, acılar, sevinçler, korkular, teslimiyetler bir sofranın etrafında can buluyor. Yazarın üslubu, okuruna edebi zevk yaşatacak; sözcüklerine, o sözcükleri ince ince işleyen ruha hayran bıraktıracak türden. O tek boş sandalyeye merakla konuk olduğum bu sofradan karmakarışık duygularla kalktım ve noktaladım bu bir gün süren yolculuğumu. Çokça sorguladım, hissettim, duydum, eşlik ettim. Bir de çok sevdim bu hikayeyi, başucumdan ayırmayacak, her daim hatırlayacak kadar. Size de mutlaka okumanızı tavsiye ederim!
Yazarın 21 yaşında yazdığı ilk roman olması sebebiyle beni epey şaşırtan bir kitap oldu. Dil kullanımı, kurgusu, karakterler, hepsi çok başarılıydı. 21 yaşında bu bilgi birikimi ve bu edebi olgunluk şapka çıkartılacak cinsten..
Çok güzel,çok başarılı bir ilk roman.Çok memnun oldum Can Gürses hanım,artık ömrüm boyunca arkadaşlık edeceksiniz bana,ne hoş,öyle değil mi? Bir de beni bu kahrolası ‘reading slump’dan kurtardığınız için teşekkür ederim.
Edibe hanım;bembeyaz saçlarının belini okşadığı,dans ederek yaşayan ve yaşamanın en çok ona yakıştığı kadın,güzeller güzeli Edibanım...Kızı Koza’nın 27 sene sonra ülkesine dönmesi şerefine verdiği yemekte şimdi tüm aile yıllar sonra bir arada.Köktendinci,kökten milliyetçi evin büyük abisi profesör Korkmaz;inatçı,devrimci,gözü kara,Rosa’nın sırrı,özlenen,özleyen,anarşist Koza;hayatı bütün umarsızlığıyla yaşamış,güzel kadınlar sevmiş,sevişmiş sonunda yalnızlığa da alışmış ünsüz film yönetmeni Yılmaz;ailenin en küçüğü annesinin gözbebeğinde gülen,mutlu olabilen,mutlu edebilen,şiir ruhlu adam,şair Hicaz;sonra torunlar Kıvanç,Semih,Mine,Kor,Haziran,ah Haziran...
“Her mutsuz aile birbirine benzer,ama her mutlu ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Can Gurses neden polisiye ve gerilim disindaki turlere bulasmak istemedigimi bana bir kere daha animsatti. Kitabin son bolumunu yine aglayarak okudum! Kor'u gidip sarsmak, Hicaz'in omzunu sivazlamak, Koza ile raki icmek, Semih'in takildigi mekanlarin bile onunden gecmemek, Korkmaz ve Kivanc'in suratlarini dagitmak, Bal'a 'buyuyunce ben olacaksin' demek, Edibe'yi babaannemle tanistirmak ama en cok, dile gelen o nesnelere dokunmak istedim. Lan... mutluydum ben kanin govdeyi goturdugu cinayet romanlarimla...
Edebiyatın, müziğin, renklerin, anıların, yemeklerin, eşyaların, sevilenlerin, sevilmeyenlerin, olanların, olunamayanların, ötekilerin ve bir sürü değişik anlatıcının olduğu zevkle okunan bir aile romanı. Romanın sofra başında geçmesi, her bir bölümde kimin kimi anlattığını tahmin etmek, parmakla gösterilmeden bahsedilen tanıdık olaylara rastlamak ve ne olduklarını anlamaya çalışmak okurken bana iyi geldi. Roman boyunca düşündüğüm ise tam bir “bu birbirine benzemeyen kardeşler nasıl aynı anne babadan doğmuş, aynı ailede büyümüş” idi.
Bir akşam yemeğinde bir araya gelmiş aile bireylerinin hikayesini bizimle paylaşıyor bu romanında Can Gürses. Her bölümde aynı yaşamı farklı aile üyelerinin gözünden bir iç ses şeklinde aktarırken aynı zamanda bu ailenin yaşamına tanıklık eden nesneleri de konuşturuyor. Koza’nın çocukluğundan kalma bir köşede unutulmuş ayakkabısı, Edibe’nin güzelliğini bir sır gibi saklayan ayna, bir masa örtüsü de kendi sesleriyle masadaki sohbete dahil oluyorlar. Yaşamın anılarını sadece insanların değil nesnelerin de fotoğrafların da biriktirdiğine, nesnelerin de nefes alıp bize tanıklık ettiğine nefis bir anlatımla şahitlik ediyoruz. Kalemine bayıldığım harika bir yazar Can Gürses.
“Kusur,güzelliktir Koza.Sen devrimi istedin.Biz de bundan on yıl önce kendimizce bunu istemişiz.Benim bu ülkeden öğrendiğim şey:Devrim isteyen,devrime uygun yaşamalı. “Nasıl?” “Yargıları alaşağı ederek.Ama yerine yenisini de koyarak.”
Can Gürses’ten okuduğum ikinci roman fakat yazarın ilk romanıymış ki ben inanamadım. Gerçekten çok farklı ve başarılı bir ilk roman. Bu kadar genç yaşta Türkçeyi bu denli güzel kullanmasına ne kadar hayran olduğumu daha önce zaten söylemiştim. Bunun yanında romandaki kurgu da çok etkileyiciydi. Bir aile sofrasının başında bireylerin hikayelerini okuyoruz. Kimi zaman geçmişe gidip karakterleri daha iyi tanıyoruz. Tabii ülkenin siyasi geçmişi yine bir yandan bizimle yürüyor roman boyunca. Ama benim en ilgimi çeken; aile bireylerini hatırası olan eşyaların gözünden görmekti. Gerçekten çok keyifle okudum.
Kitabı beğenenlerin aksine zorlanarak okuduğum, bana hitap etmeyen farklı üslupla yazılmış bir kitaptı.Hikayenin içine giremediğim gibi hikaye sadece ''kahramanın'' hikayesi olarak kaldı.
Orhan Koçak “Ailenin Sürüp Gidişine Bakarken” adlı yazısında ailenin geçmediğine, gitmediğine ve kaybolmadığına; her türlü (riyakar, alçak, iyi, kötü) durum sonunda bir masa etrafında toplanıp uzlaşmak zorunda kaldığına parmak basıyor. Aile, yapısal olarak nedir ve bir bireyin hayatında nerededir? Can Gürses bu ilk romanında geniş sayılabilecek bir ailenin geçmiş ve şimdisiyle, sahip oldukları ve düşündükleriyle bir akşam yemeği esnasında, kendisinin de sıklıkla örneklemelerinde başvurduğu şekliyle, belki bir Fikret Otyam ya da Bedri Rahmi Eyüboğlu tablosu çiziyor. Ancak, bu masa Orhan Koçak’ın örneklediği şekliyle sonuca ulaşma amacıyla değil, ailenin varlığını pekiştirmek ve bu bağı ‘her şeye rağmen’ güçlü tutmak amacıyla çiziliyor. Fakat eser boyunca Korkmaz’ın, Koza’nın; Kıvanç’ın, Semih’in ve diğer aile üyelerinin farklı karakterleri, birbirleri hakkında düşündükleri, hayat hikayeleri aile ortaklığının/varlığının o bilinegelen gerçeğine bir gölge düşürüyor. Çünkü, birey olmanın çetrefili ve dünyayla kurduğu çatışmalı ilişki, varlığını sorgusuzca bir kolektivizme adayacak yapıda değildir. Eserde bu kırılgan, yıllar içinde değişime uğramış, bazen geçmişteki yaşantılarından bazen ise zamanla edindikleri kimliklerinin yarattığı içsel gerilimi annenin varlığı ve kişiliği toparlıyor. Tam da burada, edebiyat tarihi boyunca babanın aile üzerindeki etkisinin sürekli incelendiğini düşünürsek, bir annenin aile ve bireylerin yaşamı üzerindeki etkisi üzerine düşündürecek bir eserle karşı karşıya kalıyoruz. Yalnızca bu soruyu sordurabilmesi sebebiyle bile “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” romanı okunmaya değerdir.
Dilin yokuşa sürülmeden, anlamsızca eğilip bükülmeden kullanılması yanında güncel konularla harmanlanması ilgiyi arttırıyor. Yalnızca, karakterlerin hikayelerinin derine nüfuz edilmeden yazılması ve gerçeklikleri anlatılırken basit bir düzeyde kalınması eserin hızlı tüketilmesine ve okuma edimine interaktif bir süreç kazandırılmasına engel oluyor.
"Ben anlıyorum seni anne. Babam çok inceydi. Yemeyi severdi ama birlikte yemekten pek anlamazdı. Öyle değil mi? Birlikteysek yemek yemeye gerek duymazdı. Huzur dıygusu doyururdu insanı. Ya babam öyle düşünürdü sanki. Sen ona çok yettiğin için giderdi, değil mi? Acıkmak için."
Kitap yıllar önce aile evinden giden Koza karakterinin dönüşü ve annesinin onun şerefine bir yemek düzenleyişiyle başlıyor. Bütün aile bir arada ve bütün kitap bu akşam yemeğinde geçiyor. Yıllar sonraki buluşma, iç hesaplaşmalar, ailenin arasına giren hayat ve zaman... Kimi zaman bir antika aynadan dinliyorsunuz olanları, kimi zaman bir yemekten. Her karakterin kendi bakış açısı da verilmiş ve bu da hikayeyi herkesin gözünden görüp anlamamızı sağlıyor.
Her bir karakteri çok ama çok benimsedim. Bir cümlenin altını çizmeden geçtiğim tek bir sayfa yok. Can Gürses'in ilk romanı olmasına karşılık hiçbir acemilik görmüyorsunuz, hatta usta bir yazarın kitabını okuyorsunuz. Müthiş bir aile hikayesiydi. Herkesin karakterlerden birinde kendini bulabileceği bir kitap kesinlikle. Ben bu kitabı İstanbul gezim sırasında okudum ve o gezi o kadar anlamlı hale geldi ki kitapla... İstanbul'a bir kez daha aşık oldum. Her yer gözüme daha farklı görünmeye başladı. Herkesin ama herkesin okumasını istediğim bir kitap En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın. Şimdi Ayrıntı Yayınları baskısıyla çıkacakmış. Onu da almadan edemem heralde. 😅 Mutlaka okuyun, Can Gürses ve onun muazzam karakterleriyle tanışmanız gerek. Umarım bir gün ben de Can Gürses'le tanışırım. Ülkemizde böyle değerli bir yazarın olması büyük şans bence. Sizi morluyorum. 💜
Bir arkadaşımın önerisiyle yeni baskısını okudum. Öncelikle hem bir ilk roman hem de 21 yaşında bir genç tarafından yazılmış bir metin olarak etkileyici. Yazarın dile hakimiyeti muazzam. Kültür birikimi zaten yaşına göre başka bir seviyede. Roman, arka kapak bilgisinde de diğer yorumlarda da görüleceği üzere, evin kızının yurt dışından dönmesi münasebetiyle bir sofrada bir araya gelen ailenin iç meselelerini anlatıyor. Bu haliyle senaryolaştırılmaya ve filmleştirilmeye de aday gibi. Tanımlamalar gayet başarılı, aile gerek dikey gerek de yatay eksende uzun uzun anlatılıyor, ancak her bir karakterin okuyucuya yeterince sirayet edemediğini söyleyebilirim. Yazar, biraz da gençliğin verdiği duygu yoğunluğu ile sanatsal puanı yüksek cümleleri kullanmayı tercih etmiş. Metin baştan sona çok şık olsa da maalesef hikâyesi zayıf ve bütünlükten uzak. Bu nedenle çok yavaş okudum ve bitirmekte çok zorlandım. Yine bölüm sonlarındaki şarkı sözlerinin bağlamsal anlamını çözemedim. Elbette sadece kişiler değil, yemekler ve eşyalar üzerinden anlatım çok hoş ve zekice. Bilmiyorum, dünya edebiyatından bir esinlenme olmuş mu? Ben kitabın 19.bölümünü, Masa Örtüsü'nü çok etkileyici buldum. Sonuçta çok güzel bir metin ancak hikâyesi çok sayıda karaktere rağmen zayıf kalmış. Puanım "***" olacaktı, ancak romanın sonundaki gerek hayattan alınan cinayet bölümü ve dededen kalan mektup kısmının anlamını çözmeye birikimim ve sezgilerim yetersiz kaldığı için tazminat olarak bir yıldız daha ekleyip "****" yapmamın daha doğru olacağını düşündüm.
Yalan söylemek yok, tanımadığım, dilini bilmediğim yeni nesil Türk yazarlar genelde beni hayalkırıklığına uğratıyor ve bu durum artık bende bir nevi önyargı oluşturdu.
Can Gürses'in bu ilk eseri ise benim açımdan önyargı-kırıcı. Başından sonuna değin naif, kendine has bir dili olan, hikaye ile anlatı biçimi odaklarını ustalıkla ortada buluşturan yalın ama çok katmanlı bir eser.
Özellikle kitaba başladığınız andan itibaren kendinizi masanın bir parçası gibi hissetmeniz, hikayenin ya da gündelik yaşamın değil de karaktetlerin duygu ve düşüncelerine ait detayların içerisinde kendinizi bulmanız yazarın önemli bir meziyeti.
Farklı pencerelerden, farklı eşyalardan ve farklı karakterlerden aynı hayata bakarken, aile, sevgi, ilişkiler ve benzeri kavramlar üzerinden de kendi mesajını vermeyi ihmal etmiyor Can Gürses.
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, naif ve çok katmanlı, içerisinde kendisine hemen yer bulabildiğiniz, mutlaka okunması gereken bir eser.
“Bir insanın gülümsemesine sebep olmak öyle tatlı bir duygudur ki erguvanidir rengi. Hiç içinde hissettin mi bu rengi?” Bu kitabın nevi şahsına münasırlığını nasıl anlatsam diye düşünüyorum. Bir aile sofrası düşünün. Ev, sofra, ailenin fertleri bizzat eşyaların gözünden bize anlatılıyor. Duvarda yıllardır asılı duran bir fotoğraf karesi dile geliyor, masadaki biber dolması kendi gözünden anlatıyor bize birilerini. Yüzüne bakılmayan eşyalar, sevilmeyen yemekler, dile gelen duvarlarla dolu bir aile anlatısı düşünün. Herkesin imrendiği, ailenin çatısı, küçük büyük her bireyin saygı duyduğu anne Edibe Hanım’ın sofrasında oturmak, dinlemek sadece dinlemek isterdim onları. Yazar 21 yaşında yazmış bu romanı, ben bu yolculuğa çıkabildiğim ve bu aileyi dinleyebildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan değildir belki, ama çok nadide bir roman. Ara sıra size kendini hatırlatacak, gülümsetirken hüzünlendirecek bir kitap bu. Gözlerden kaçmasını istemeyeceğim bir güzellik, tanışmanızı isterim.🌸
Benden once yorum yapan iki kisinin yorumlarini okudum ve ayni kitabi mi okuduk diye supheye dusmedim dersem yalan olur. Bu kitapta bana ne anlatiyor diye sorsaniz size koca bir sifir derdim. Rate kisminda sifir olsa sifir verecektim. Evet bir aile var, aile iliskileri var ama okurken icinizden sonra ne olacak bunlarin iliskileri veya iliskileri nasil olacak diye dusunmek yerine bunlardan bana ne hissi uyandiran bi anlatim var malesef. Anlatim cok yavan ve sIkIcI. Beni hic cekmedi. Sonunda da butun bu aile sohbetleri sonunda ne oldu dersiniz? Hrant Dink oldu. Evet yanlis okumadiniz yazar konuyu absurt bir sekilde Hrant Dinke baglamis :) O kisimda ben koptum zaten. Cunku butun kitap boyunca bi masada oturup aile sohbeti yapip ivir zivir yeyip onu konusan bu aile Hrant Dinkin olduruldugunu haberlerden ogrendi ve kitap bitti. Sonu ciddi anlamda saskinlik ve yaratilicik abidesi idi :) Dedigim gibi benim bu yazara puanim sifir malesef.
"her mutsuz aile birbirine benzer, ama her mutlu ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır"
bayıldım, bayıldım! okuduğum en güzel, en sahici, en çarpıcı romanlardan biriydi, en en en ne varsa oydu! muhtemelen dünyadaki en gerçek aileyi anlatan en güzel roman olabilir en güzel günlerini demek bensiz yaşadın. koza, kor, hicaz, haziran, hepsi, hepsi, hepsi, edibe, korkmaz, yılmaz, en baştan en sona kadar her karakterde kendime ait bir şey buldum ve bazılarını benimseyip sevmesem bile onları o kadar iyi anladım ki! can gürses hanımcığım, böyle de yazılmaz ki!
Genç bir yazarın kalabalık aile sofrasına konuk oldum ben. Masada Edibe Hanım, oğulları, torunları, gelinleri ve 12 Eylül olaylarında Paris’e kaçmış ve Türkiye’ye henüz dönüş yapmış kızı Koza yıllar sonra ilk kez bir aradaydı. Zengin bir sofra karşıladı beni: Süt çorbası Yaprak ciğer Kekikli bulgur pilavı Acılı ezme Ispanaklı gül böreği Biber dolması Zeytinyağlı kereviz Topik İrmik helvası ardından Türk kahvesi. Sofra zengin ama aralarındaki sohbet , muhabbet kısırdı mesafeliydi, yalnızdı. Evin içerisindeki, ailenin tarihine tanıklık etmiş küçük büyük objeler dile geldi, fısıldadı kulağıma geçmişi. Arada masa başındakilerin iç seslerine kulak verdim, yemeğe eşlik eden müzikle kulağıma çalındıkça. Farklı kuşaklarda yaşamış, 3 nesil aile fertlerinin yaralarına, sevdalarına, endişelerine,iç hesaplaşmalarına, saplantılarına, kavgalarına, zayıflıklarına, güzelliklerine, dertlerine, sevinçlerine şahit, sırlarına ortak oldum. Kor'un Bal'ı, Haziran'ın Zaman'ı,Koza'nın Rosa'sı ve Hicaz'ın Neşe'si ve Edibe🤍 Ahh ahh Hikayeleri beni nasıl etkiledi, yaraladı. En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın, Can Gürses'in daha 21 yaşındayken yazmış olduğu ilk romanı. Genç yaşında, duru, şiirsel akıcılıkta, müzik, dans,sinema,sesler, tatlar, renklerden beslenerek yazdığı roman aile, seçimler, birey olma, kimlik arayışını anlatıyor. Ben bu aile sofrasından buruk ve hüzünlü ama zarif ve etkili anlatımıyla Can Gürses'le yeniden buluşma isteğiyle ayrıldım. "Aile soy ağacına kazınmış isimler değil, ceviz ağacından yapılmış masayı sofra yapan insanlardır"
Büyük bir ailenin bir yemekte buluşmaları üzerinden tek tek o aile üyelerini tanıyorsunuz, hikayelerini okuyorsunuz. Bazen kendi bazen de evdeki nesnelerin ağızlarından. Kitaba ilk aşamada hemen alışamıyorsunuz. Farklı bir anlatım denenmiş. Ama farkettikten sonra kişilerin düşüncelerini okumak keyifli ve sürükleyici geldi. Ama kitabın sonunda net birşey yok. Olay tam bir netliğe kavuşmadı yarım kaldı sanki. Ayrıca lgbt li bir karakterin lgbt ilişkisi yaşamaya başlamasının hikayesinin anlatılması rahatsız etti beni. Ama göze sokulmadığı için puanımı çok kırmadım. O karakterin düşüncelerini anlattığı bölümü atlarsanız hiçbir şey eksilmez kitaptan. Diğer bölümlerini kafanızı dinlendirmek için okuyabilirsiniz. Son olarak diyaloglarda kimin hangi cümleyi kurduğunu bir sonraki kişinin ismini kaşı tarafa cevaben söylemesi ile farkediyorsunuz çoğunlukla. Onun yerine; “Hoşgeldiniz” dedi Edibe şeklinde bir yazım daha akıcı ve okunaklı hale getirirdi kitabı gereksiz zorlama olmuş.
Kitaba bayıldım. Kitabı, yazarı kesinlikle daha önce görmemiş ve duymamıştım. Sayo kitabevinin blinddatewithabook konseptinde kendime yılbaşı hediyesi almıştım, şansıma harika bir yazarla tanıştım. Tüm çocukluğum kalabalık aile sofralarının etrafında geçti o kadar tanıdık bir hikaye okudum ki, karakterler farklıydı evet ama günün sonunda hepimiz bir şekilde birbirimize benziyorduk. Kitap okuduğum saatlerde kendimi bir aile sofrasına misafir davet edilmiş gibi hissettim, tüm karakterlerin analizi çok başarılıydı özellikle eşyaların dilinden anlatılan kısımları çok yaratıcı buldum. Can gürsesin diğer kitaplarını da ilk fırsatta okumayı planlıyorum. “Bilirim, kimi kavgalar susa susa edilirdi.”
tek solukta okudum, çok iyi bir romandı. başta her karakterin zihninden bakmak zor gelse de biraz ilerleyince alıştım. bu noktada döşeğimde ölürken i anımsattı biraz. ama o kitapla önemli bir fark olarak o kitapta gerçekten konuşanın 6 yaşında bir çocuk veya eşini kaybetmiş bir baba olduğuna inanabiliyorduk. bu kitapta ise sanki herkesi tek bir kişi konuşuyormuş gibiydi, bu noktayı biraz beğenmedim. ama can gürsesin 21 yaşında hem de ilk roman olarak böylesi bir roman yazabilmesi olağanüstü bence. şiirselliğiyle, ayrıksılığıyla, her şeye rağmen anneleri için bir masada toplanabilen deryadil ailesi ile bayıldım bu romana.
Güzel başladı. Kitabın ilk yarısını bir heyecanla şıp diye okudum. Fakat sonrasında sıkılmaya başladım. Dolma kalem, cam sürahi, duvar aynası gibi nesnelerin dilinden bir şeyler okumak her ne kadar başta etkileyici gelse de, bir süre sonra beni çok yormaya başladı. Hadi artık Koza konuşsun diye diye hızla geçtim sayfaları. Koza'nın bölümüne geldiğimde artık çoktan ilgimi kaybetmiştim. Yine de elbette yirmi bir yaşında bir yazar için çok üst düzey bir metin olduğunu düşünüyorum. Bu yaşta böyle zengin bir dil kullanımı, böyle bir genel kültür birikimi gerçekten takdir edilesi. İyi ki okumuşum diyemiyorum. Fakat keşke okumasaydım da demem.
En güzel günlerini demek bensiz yaşadın... Bir ailenin bir akşam yemeği boyunca hikayelerini dinliyor, masalarındaki o boş koltuğa konuk oluyoruz..
Hikayelerini bazen kendi ağızlarından, bazen birbirlerinin ağzından, bazende eşyaların, duvarların ağzından muhteşem bir şiirsellikle dinliyoruz.
"Evet, benimde hayallerim var. Bal dünyadaysa, benim de hayallerim var. Nasıl olsa kimse hayallerini, gerçekleştirmek adına kurmaz. Hayaller ya gerçek olur ya olmaz. Hayallerin gerçek olup olmayacağına hayattan başka kimse karışamaz."
Aslına bakılırsa kurguyu çok sevdim, çünkü genelde zamanda ileri geri gidip aynı masa etrafında toplanmış aile üyelerinden birbirleri hakkında bir şeyler dinlemeyi çok severim. Can Gürses arada nesnelere de ses vermiş, bir aynanın ve sarı duvarın bakış açısından görmek de ilginçti aileyi. Bazı paragraflarda ve bölümlerde biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim ama genel olarak zamanda gezindiğim aile hikayelerini sevdiğimden ve herkeste kendimden bir şey bulduğumdan dolayı, beni hafif nostaljik ve melankolik bir moda soktuğu için sevdim kitabı :)
Okurken sıkça düşündüm aile bireyleriyle olan ilişkiler hakkında, hüzünlendim. Aileler her zaman bir arada kalmalı mıdır diye çok düşündüm ve insan kardeşinden en fazla ne kadar uzaklaşabilir diye de. En çok etkilendiğim kısım iki kardeş arasındaki büyük özleme düşen öfke ve hıncın gölgesi altında gerçekleşen sahte iletişim. 3000 kilometre yoldan gelmiş bir kadının evine hala çocukluğu kadar uzak olması, mesafenin yol ile değil yıl ile ölçülebilir olması.
“Aile soy ağacına kazınmış isimler değil, ceviz ağacından yapılmış masayı sofra yapan insanlardır.” Üst üste bir kaç kez okudum bu cümleyi. Öyle bam telime dokundu ki. Kitabı okurken benim için fazla şiirsel olan üslubu, beni zaman zaman yorsa da, çok sevdim bu hikayeyi ben.