Une angoisse nous hante : être en retard. Nous vivons notre vie quotidienne, notre travail, l'éducation de nos enfants, et même nos vacances dans une telle crainte du retard que nous finissons par être en avance sur tout, par tout anticiper, et par fabriquer tant de précocité que le sentiment de vivre nous abandonne. Nous avons perdu le sentiment du temps, et avec celui-ci le sentiment de notre existence. Ce livre nous montre qu'il n'est pourtant pas difficile à retrouver. Être en retard, c'est faire l'école buissonnière, prendre des chemins de traverse, ne pas aller droit au but, c'est introduire d'infimes variations qui peuvent faire dérailler les rouages bien huilés de nos vies trop machinales. C'est finalement vivre. Face aux valeurs dominantes de nos sociétés modernes - fluidité, flexibilité, urgence et vitesse - et aux pathologies qui en découlent, le retard, un « laps » de temps qui nous permet de ressaisir notre condition temporelle, devient une véritable stratégie de résistance. Hélène L'Heuillet est maître de conférences en philosophie à l'Université Paris-Sorbonne et psychanalyste. Elle a notamment publié, chez Albin Michel, Du voisinage. Réflexions sur la coexistence humaine (2016) et Tu haïras ton prochain comme toi-même. Les tentations radicales de la jeunesse (2018).
ilk bölüm boyunca beğeniyle birlikte kitabın içine girememe duygusu eşlik etti bana, sebebinin herkesin okuduğu/bildiği varsayılan başka kitaplara/fikirlere göndermeler yapması, benim de o kitapları okumaya, fikirleri enine boyuna öğrenmeyi iyiden iyiye "gecikmiş" olmam olduğunu düşündüm. ikinci bölümde bu uyuşmazlık ortadan kalktı, kitap da su gibi aktı. bir konuyu alakasız görünen başka konular üzerinden anlatmak bence çok zor ve her an "abla sen de konuyu eviriyon çeviriyon" cümlesini duyma riski içeriyor, fakat l'heuillet bu işi çok iyi becermiş bence. zamanla ve gecikmeyle kurduğumuz ilişkiyi ilk bölümde enine uzununa anlatıyor, sonrasında uyku, hüzün-melankoli ve modern yaşam-nihilizm-narsisizm ile ilişkilendirmiş, her bölümün sonunda "hakikaten bu bi' zaman meselesiymiş" dedim şahsen. kitap zamanı yeniden yakalamak için bazı önerilerde bulunuyorsa da bunu öneri tonunda yapmıyor, temel derdi meseleyi derinlikli ve derli toplu ele almak gibi geldi bana.
hüzün ve melankoli ikilisine ayrılmış üçüncü bölümün (kaygı veren satürn) yeri ayrı oldu. neredeyse tüm bölümün altını çizmişim. :) bayıldığım bir başka kitap olan Depresyon, Yas ve Melankoli'nin yazarı darian leader'ın hüzün ve melankoliye yaklaşımıyla hayli ortak noktaları olması da çok hoşuma gitti. uzun lafın kısası, "iyi ki melis tavsiye etti de okudum" diyorum 'gecikmeye övgü' için. :)
Daha detaylı bir yorumu bu müthiş kitap için muhakkak gireceğim. Okunabilirlik açısından, zaman kavramı konusunda okuduğum en özgün kitaplardan biriydi günümüz insan ve toplum ilişkisi açısından. Edebiyattan örneklerle zenginleştirilmesi tekrardan bu günümüz dünyası sorunlarının detaylandırılması, okuru konudan koparmadan muazzam bağlantılarla yazarın ana fikriyle sonlandırması cidden takdire edilesi. Meraklısına önerilir. İyi okumalar, 5/4,5
Dalıp gidin; ufka, derin düşünceye ve tabiiki uykuya… …. Hélène L’Heuillet Fransız felsefeci, psikanalist ve Lacan derneği üyesi. 75 yaşında. Wikipedia öyle diyor:) “Gecikmeye Övgü: Zaman Nereye Gitti” kitabını dört ana başlıkta yazmış: 1- Kayıp zaman çılgınlığı. 2- Uyumayı düşlemek. 3- Kaygı veren Satürn 🪐 4- Hayatın değeri. Ben ismine kapılıp alıp, okumaya başladım. Sayfa sayısı olarak kısa fakat yoğun konu başlıklarını, bazen iki hatta üç kere okuyarak yapılan övgüyü anlamaya çalıştım. Bazı cümleler anlamak için oldukça zorlayıcıydı. Genel olarak beni çelişkide bırakan, bazen de yazarla hemfikir olmadığım bir okuma oldu. Helene diyor ki; “ zaman geleneksel olarak her zaman hükümdarların tekelinde olmuştur”. O yüzden diyor; “gecikme, başka deyişle, bir direniş stratejisi olabilir. ‘Vaktim yok’ demek, baskı altında birinin felaket çığlığından farklı bir ifade yoludur. ‘Vaktim yok’ demek nezakete davettir, gücün kötüye kullanımına ‘hayır’ demektir”. Düşünelim… …. Zaman deyince benim aklıma hep iki şey gelir: ömrüm ve sonsuzluk. O yüzden neye geç kalıyorum ki:) Düşünelim:) … O yüzden kaygı veren Satürn’e 🪐rağmen dalıp dalıp gidelim:)
Zamanın zorbalığına karşı bir başkaldırı." Helene L’Heuillet, Gecikmeye Övgü adlı eserinde hız ve verimlilik takıntısıyla boğulan modern yaşamı sorgularken, gecikmenin etik, felsefi ve insani değerini yeniden hatırlatıyor. Gecikmeyi sadece bir aksaklık değil, düşünmenin, direnmenin ve gerçekten yaşamanın alanı olarak sunuyor. Yavaşlamanın erdem olduğunu savunan bu kitap, sabırla ve derinlikle okunmayı hak ediyor.
Zaman bulamamaya, hiçbir şeyi yetiştirememeye ve ne yaparsak yapalım yetersiz hissetmeye ilginç bir bakış açısı. Gecikmeye Övgü sürekli yakalamaya çalıştığımız zaman algısını durup düşünmeyi ve yarışa bir süre ara verip sakinleşmeyi sağlıyor ve gecikmeyi bir direniş biçimi olarak okura sunuyor: “Gecikme bizi kendimizden ve teknolojinin beslediği kendi kendine yeterli olamama yanılsamasından çekip çıkarır. Bizi konuşmaya, istemeye, yardım kabul etmeye zorlar. Vaktim yok demek baskı altındaki birinin felaket çığlığının farklı bir ifade yoludur.” Kitabın özellikle Kayıp Zaman Çılgınlığı başlığıyla açılan ilk bölümü oldukça etkileyici ve muazzam düşünce kapıları açılıyor. Ancak ilerledikçe özellikle de melankoli ve hüzün üzerinden gecikmeyle kurulan bağ beni biraz konudan kopardı, yazarın zihni çok dağınıkmış ve konudan konuya atlıyormuş hissi yarattı. Genel olarak ilgi çekici ve hızlı ilerleyen bir kitap, türle ilgilenenlere tavsiye edilir. 3.5/5
“Gecikmeden” okuyun ama okurken istediğiniz yere, istediğiniz kadar gecikin. Yaratıcılık, yazmak ve yaşamak üzerine düşünen; hızlandırılmış hayatta anlam kaybı yaşadığını hisseden; zaman karşısında kendini yenik hisseden; hüzün duygusuyla baş etmekte zorlanan herkes okur dilerim. Arzuya sahip çık demiş ya Lacan, okuyunca içinizde uyanan arzuya kulak vermenizi diliyorum bir de.
Twitter'da öyle çok karşılaştım ki bu kitaba dair övgülerle, beklentimi epey yükseğe çıkarttı sanırım okuduğum yorumlar. Kitap güzel ancak beklenti çok üst seviyeye çekilmiş olduğu için nedense yorumlarla bağdaştıramadım. Aradığını bulamamak gibi bir durum değil yaşadığım gayet keyif aldığım bir okuma deneyimi oldu ancak alışkın olduğum bir üslup ve anlatı karşıma çıktı. Daha önceki okuma deneyimlerimi tazeleyen ancak bildiklerimi pekiştiren bir çalışma oldu benim açımdan özellikle Byung-Chul Han'ın hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum için oradaki anlatıya paralel bir şeyle karşılaştım okumayla. Bana hayli tanıdık gelen bir okuma oldu. Ancak zamanı algılama biçimimizdeki değişim ve dönüşümler, sistemin bireyler üzerinde bireyin kendi üzerinde yarattığı baskı, duygulara yönelik yabancılaşma ve duygu ayrımcılığı, çalışma hayatının kapitalist sistemle el ele yürüyen zorlayıcı ve baskıcı -esnekleşme adı altında yürütülen gizli baskı mekanizmaları özellikle- tarzının zamana yaklaşımımızı bozmasına yönelik çeşitli noktalara değiniyor. Alanla ilgili fazla okuma yapmamış olanlar için daha yenilikçi gelecektir kitaptaki yazılar. Yine de okumak keyifliydi. Özellikle Kaygı Veren Satürn makalesi oldukça ilgimi çekti (:
'Hayatın değerini sorgulamak için nesne olmayan ama hayata görkemini katan nesnelerin peşinde koşmak üzere insanın kendisine bir gecikme zamanı bir süre tanıması gerekir.'
Bazi bolumleri baglamla birlestirmekte zorlanmis olsam da eylemsellik, surekli bir yetisme zorunluluguna ve gecikmenin anlami uzerine bir sorgulama yapmami sagladi.
Byung Chul Han, Hannah Arendt gibi düşünürlerin etrafında dolaşarak aktarılmaya çalışılan modern çağın zaman hırsızlığı fikirleri ufuk açıcı. Yine de tercümede kayboluyoruz, bunu ilk Han okurken fark etmiştim, şimdi eminim. Türkçe çok güzel çok zengin bir dil ama akademik değil. Gecikme’nin, öznel zaman’ın ne olduğunu çok iyi tanımlamadan bu eseri özümsemek mümkün değil. Ben iyi kötü çabaladım, cımbızla bazı fikirler çektim üstünde düşünmek için. Benim YKY’ye tavsiyem ; bir felsefeciden ön söz istemek ve biraz kavram açıklayarak okuyucunun metne hazırlanmasını sağlamak olurdu.
Bol altı çizili ve ayıraçlı kitaplarım arasında yerini aldı. Gecikerek bitirdiğim çok beğendiğim bu kitap günümüzün hastalığı olan, sürekli koşturmanın ve zamanı doldurmanın felsefe-psikoloji ekseninde değerlendirmesini yapıyor.
Modern yaşam insanın kendine zaman ayırmasını engelleyerek karşısına durmaksızın zaruriyetler çıkartır ve insan varlığının kendindeki "geciken" hedeflerini durmaksızın, asla ulaşılamayacak olan geleceğe fırlatır.
Sartre'nin dediği, dünyaya fırlatılmış insan misali, insan idealleri geleceğe fırlatılmıştır ve modern toplum (ki buna toplum demek de ayrı ironi) böylece insan varlığının "içsel zamanı"nı eritip "gecikme"sini engellemiştir.
Gecikeniniz kovulur, patronlar böyle buyurur. Gecikeniniz hakkını kaybeder, yasalar bunu buyurur. Ama yine de insan varlığının "geçmişi" vardır ve insan geçmiş yaratabilmek ve anlıkta yaşayabilmek için "gecikmelidir". İnsan olmak bunu gerektirir.
Terimlerin yoğun kullanıldığı, biraz ağır bir kitap; ama bende genelde —batıl şekilde— başlığını/adını sevdiğim şeyleri sevme eğilimi mevcut. Özellikle Erasmus'un "Deliliğe Övgü"süne atıflarda da bulunan, kısmen şekilci daha kapsamlı bir eleştiri/değerlendirme mümkün olabilirdi. "Günümüzde zamansızlık" tarzı değerlendirmeler beni biraz o değerlendirmeleri eleştiriye yöneltiyor; zira örneğin 1813 yılında katılabileceğim etkinliklerle, iş günleri ve tatil olanağıyla karşılaştırdığımda bugün beni meşgul eden şeylerin benim tercihlerim olduğunun da ayırdında olmak lazım, değil mi? Herkese değil, meraklısına, felsefe meraklılarına vs. tavsiye edebilirim. L'Heuillet'nin kalkıştığı şeyden ziyadesiyle memnunum ama, kendi adıma. Şu yoruma çok yakın bir şeyleri içeriyor olurdu değerlendirmem: https://www.goodreads.com/review/show... . Yazmışım varsayalım şimdilik —sanki bilmemkaç kelimelik bu değerlendirmeyi yazmamışımcasına.
Açıkçası hayata dair fikirlerimi, düşüncelerimi, zamansızlığımı bir açıdan bulduğum; aynı huzursuzlukla kaleme alındığını hissettiğim bir kitap oldu. Kendi kendine yaptığım konuşmaların yazıyla buluştuğu bir Deneme gibiydi adeta, ilgimi çeken başlıklar, okuma listeme eklediğim kitapların yanısıra bitirdikten sonra aklımda kalabilecek bir şeyle karşılaşmadım. Ortalama zaman geçirdim okurken, zamansızdık hissini, üretme zorunluluğunu güzel ifade etmişti. Kafamda yankılanan konuşmalarımın bir kısmının yakın bir perspektifte kağıtta basılı bir biçimde bulmak rahatalatıcıydı.
ilk bölümlerde çok sık atıfta bulunarak pek yeni şeyler söylemediği için okuma hevesim azalmıştı ama melankoli ve zamanla ilgili bölüme gelince beni tam anlamıyla yakaladı. çok beğendim.
“zaman bize kayıp olarak verilmiştir. her zaman geç kalırız, ilke olarak. bizi mutlu edebilecek şey ya ölüdür ya da henüz başa gelmemiştir, başka yerdedir, bu dünyada değildir, ya erişebileceğimizin berisindedir -duyumlaraltı düzeyde- ya da ötesinde, ütopik ya da platonik bir hayalin duyumlarüstü alanındadır.”
Yani ben çok beğenmedim, beklentimin altında kaldı. Altını çizdiğim çok satır oldu fakat kavramları pek birbiriyle bağdaştıramadım, soyut kaldı benim için. Sadece uykuyla alakalı bölüm güzeldi, farklı düşünceler kattı bana. Genel olarak pek özümseyemedim ama kitabı. Belki de kitabı okumak için geç kalmam gerekiyorken acele etmişimdir…
Uykuya dair kısmın kredisini peşinen verelim. Ancak yazarın başlıkları birbirine bağlayamama gibi bir problemi var. Metin zaten ağırken; akışı kesen söylemi biraz daha güçleştiriyor. Son olarak çevirmenin çıtırdan bir terminoloji eksikliği var gibi geldi. Öyle.
Alıntılar; Gecikme bizi kendimizden ve teknolojinin beslediği kendi kendine yeterli olamama yanılsamasından çekip çıkarır. Bizi konuşmaya, istemeye, yardım kabul etmeye zorlar. Birisine yalnızca evinde değil kendi zamanında da yer açmayı kabul eden ötekinin konukseverliğiyle karşılaşma fırsatını verir. Gecikme, konukseverliğin belirtisi olabilir.
Kimse yokluğunu duyduğu şeyin yararlarını ağır biçimde yoksunluk çekenden daha iyi bilmez. Bizim anlamamız gereken işte bu uyku yoksunluğu, insanın kendi üzerindeki anlaşılmaz baskısından çıkagelen yokluktur. Neden uyku bu kadar değerli ve nadir oldu?
Hayatımız "yaşadıklarımızla" sınırlanamaz. "Yaşanmamış olan" da hayatımızın parçasıdır. Adam Phillips Kaçırdıklanmız:Yaşanmamış Hayata Övgü'de yaşanmayan hayatın "yaşanmış" hayatımız kadar, hatta bazen daha çok bize ait olduğunu açıklar. Uzun bir roman "yaşanılmamış" bir hayattır. Savaş ve Banş, Parma Manastırı, Yüzyıllık Yalnızlık onları okuyanların hayatının birer parçasıdır. İster istemez uzun olan okumaları bir yaşla, bir yerle, hatta bir mevsimle örtüşür. Kitap, bitirildiği anda unutulamayacak denli uzun olduğunda yaşanmış hayat ile yaşanmamış hayat iç içe geçer.
Yeni-Platoncu düşünür Porfirios (MS. 234-305) Pitagoras'ın uykuyu sarmalayan iki ana en büyük önemi verdiğini savunur. Ona göre uykuya geçişte ve uykudan kalkışta hazırlık yapılmalıydı. Ruhun bakımı, gün sonunda o gün yapılmış olması gerekenlerin ne kadar yapıldığını ya da yapılmadığını ve yeni güne başlamadan önce o günün neye adanacağını sorgulamayı gerektiriyordu.
Beyinle ilgili keşiflere rağmen uyumak ya da uyumamak hala bizim elimizde değil, çünkü uyku da ölüm de egemen olma arzumuza karşı koyar.Uyku öyle istenildiği gibi manipüle edilemez.
Oysa öfkeli insan güçsüzdür. Öfke, yoksunluk, sabırsızlık, kudurganlık, üstlenilmemiş hüzünlerdir.
Böylelikle belki de tam olarak bize zamanı hissettirdiği için bugün sıkıntıyı, hüznü ve melankoliyi dehşetle karşılıyoruz. Zaman acı veriyor, acıları geçirdiği söylense bile kolayca kabul görmüyor ... Çünkü zaman kaybın deneyimlenmesidir: Bir kaybı yaşamadan onu hissetmek imkansızdır. Gelgelelim hızlandırılmış toplumlarımızda her kayıp katlanılmaz oluyor. Bunun için çağımızda yaşlılığa duyulan tiksintiye bile bakmak yeterli - gençliğin daha değerli kılınması tam anlamıyla kayıp zaman çılgınlığıyla bağlantılıdır. Zamanın yok olduğu bir toplumda, üstelik bütünüyle insana özgü olan matem acısı bile artık yalnızca kaygı ve korku giderici ya da depresyon giderici bir ilaç tedavisiyle "alt edilir".
Nesne edinme itkisi toplumsal melankolinin bir sonucudur. Ve bu nesneler giderek daha geçici oldukları için melankoliyi ağırlaştırır ve sözgelimi satın alma itkisini giderek daha da çılgınlaştırır. Tüketim toplumunda alışverişe gitmenin "morale iyi geldiği" sıkça duyulur. Nitekim, ulusal düzeyde, "hanelerin morali" diye adlandırılan şey bireylerin tüketim kapasitesinin ve tüketici etkinliğinin nasıl sürdürüleceğinin hesaplanmasıdır. Tutumlu bir toplum acıklı görülür, harcayan bir toplum ise mutlu kabul edilir,oysa ki ruhsal açıdan doğru olan bunun tersidir.
Hüzünde zaman kaybedilmez ama sanki "parça parça yamanır."Hüzünlendiğimiz zaman yine de burada kalarak şimdiden uzaklaşırız, kendimizden geçmeksizin başka yerde oluruz. "Başkası"olabiliriz. Bu deneyim elin erişebileceği denli yakındır gelgelelim hızlandırılmış toplumun çalkantısı içerisinde imkansızlaşır.
"Şunu yapmakta sabırsızlanıyorum" diye düşünmek zamanın geçtiğinin ve bizsiz geçmesi olasılığı olduğunun bilincine varmaktır.
Kuşkusuz biz de geçmişin felaketlerine hala yeterince üzülmedik ve kuşkusuz, "ilerlemek" ve onca felaketi barındıran şu zamanı öldürmek gerektiğini düşündük. İnkar zaman duygusunu siler.Biliyoruz ve aynı zamanda bilmek istemiyoruz.Bunun sonucunda bildiğimizi bilmek istemiyoruz. Daha sonra "bilmiyordum" diyebiliyoruz çünkü bildiğimiz şeyi bir "bilmeme" olarak görmüşüz. İnkar "mış gibinin" ötesindedir.Bilmiyormuş gibi yapmak her an kendine ihanet etme riskine açık olmaktır. İnkar zamansallığı lağveder ve olan biten için "bu olmadı" der. Bilme, bilmemeyle bir arada varolabildiği -biliyorum ama yine de bilmiyorum- bir zihinsel bölgede tecrit edildiği için rahatlatır, huzur verir, ama bunun çözümü zamanın ortadan kaldırılmasıdır.İnkar için ödenecek bedel kolektif düzeyde olduğu kadar bireysel düzeyde de tam anlamıyla yaşamsallığı yok etmektir. Artık zamanda değilizdir, zaman artık yoktur. Bellek kaybı geçmişin hüznünü taşıyamayan kişi için çare olur. Travma bellek kaybına yol açar. Bizi acıya boğulmaktan korur, ama zamanı da yürürlükten kaldırır
Geciken insan kıskanç biridir.Geciken insan kendi zamanını kıskanır.Can sıkıntısı çeken kişinin karşıtıdır.Can sıkıntısı zamanı öldürme arzusudur.Gecikme zamanı yaşatır.Canı sıkılan kişi ölüm ve garezin yakasını bırakmadığı bir katildir.Geç kalan zamana değerini teslim eder. İster bekleyen ister beklenilen olalım, zamanın değerini bütünüyle biliriz:Gecikme süreyi hissettirir,gerçeğe yeniden kavuşturur.Sahip olunamayana karşı sahiplenici olalım.
Mutluluğun veya neşenin zıttı nedir? Üzgün, hüzünlü veya melankolik? Aşağı yukarı üçü de aynı şey sanardım ama değilmiş. Kitabın “Kaygı Veren Satürn” kısmında diyor ki, melankolik öznede her şey kendisiyle alakalıdır. Kendi varoluş zamanında, kayıplar ve yokluklar girdabı içinde, boğulan kişi melankoliktir. Bu kayboluş sadece onunla alakalıdır. Bir nevi kendinde boğulmuştur. Çoğu zaman dünyayı ve dünyadaki yoksunlukları göremez. Melankolik özne için her şey “başına gelenler” ve kendi öznesidir. Ama hüzün daha empatiktir der kitap, dünyadan el çektirmeyendir, dünyanın acısını görmektir. Hüzün acı içinde kaybolup, zamanı durdurmaz. Melankolide zaman durması gereken bir şeydir. Hüzün ise melankoliyi harekete geçirendir. Neşeye hazırlıktır. Neşeye ve mutluluğa varmanın yolu hüzündür. Mutluluk deneyimi için kişinin duygulanım olgunluğu yaşaması gerekmektedir. Hüzün ise duygulanım olgunluğu sürecidir, diyor canım canım canım kitap. Mutluluk cidden, en sevdiğin hayale, nesneye mi ulaşmaktır. Bence bu varsayıma sadece bir melankolik sahiptir. Mutluluk bir deneyimdir. Kişinin şuanki zamanda ulaşamadığı şeye başka bir zamanda ulaşmasıyla elde edilecek şeyden fazlasıdır.
Gecikmeye Övgü -Zaman Nereye Gitti? (Éloge du retard- Où le temps est-il passé? 🇫🇷 2020) Hélène L‘Heuillet Çeviren: Şehsuvar Aktaş (1964, 60y)
..çocuklukta ısrar etmek, uykusuzluk, annelik, çalışma yaşamının katı kuralları.. ..çağımızın hastalığı: zamansızlık.. geç kalma korkusu.. oysa geç kalmak iyidir..
..tatilini nasıl geçireceğini bilmeyenlerin.. bir resme yada bir manzaraya bakmak için durmayı bilmeyenlerin NEFRET ETTİĞİ ZAMAN uçup gitti..
..zaman kazanmaya yönelik ÇILGIN BİR YARIŞın rıza gösteren kurbanlarıyız..
..kültür zaman ister, gecikmenin okuludur..
..okumak gerçek deneyim paylaşımıdır..
..zihinsel bağımlılık yaratan dizi..hayal dünyasını bile ezip geçebilir..
..KAYBI DENEYİMLEMEDEN bilemeyiz, düşünemeyiz, düşünce üretemeyiz..
..yaratıcılık bize VAROLMANIN ZEVKİNİ tattırır..
..HAYATIN DEĞERİ sahip olduklarımızdan ziyade bizi ARDINDAN KOŞTURAN şeyde yatar..✨
Gecikmeye Övgü'ye farkı bir beklenti ile başlamıştım. Daha fazla olaylar üzerinden örneklendirilerek bize yavaşlamanın ve anın keyfini çıkarmanın üzerine felsefi bir metin sunmasını bekliyordum. Evet, felsefi bir metin fakat pek de bilindik olmayan kitaplar, şiirler, metinler alıntılanarak -hatta bazen sadece bahsedilerek- oralarda anlatılanlar üzerinden yola çıkılarak yazarın kendi düşüncelerini aktarmasını okuyoruz. Üzerinde durulup düşünülmesi gereken kısımlar var fakat benim beklentimi karşılamadı. Hüzün ve melankoli kısmı gerçekten güzeldi. Kitaba puanım 3/5 ancak daha sonra tekrar okuyarak aynı şeyleri mi düşüneceğim görmek istiyorum.
Her şeye yetişmeye çalışmaktan helak olduğum/uz bu dönemde bu kitabı okumak bana çok iyi geldi. Zamanla olan bitmek bilmeyen mücadeleme özgün bir yorum, hiç farkında olamayacağım bir bakış açısı sundu “gecikmeye övgü”. Yetişmeye çalışırken kaçırdıklarımızın, peşinden koşarken yitirdiğimiz şeylerin, modern hayatın zamanı nasıl ve hangi yollarla elimizden aldığının güzel bir özetiydi.
Kitabın reviewını yapmak istiyorum…. Tam bir senedir… Cesaretimi toplayamıyorum, çünkü kitap mükemmel bir özet, bir sürü şeyi -sadece zaman değil-, anlatılmak isteneni mükemmel anlatıyor zaten. Sanki ne daha kısa ne daha güzel anlatabilirim ben gibi bir his…
Bu kitaptan elime bi düzine alıp herkese okutmak istiyorum. Öyle.
Değil 5; 10 yıldızı, 100 yıldızı hak ediyor bence. Her bir sayfasını çizdim notlar aldım. Beklentiyi çok arttırmak istemem ama bu kitabı mutlaka bi gün okuyun. bence çok kişi kendinden çok şeyler bulacak. "zamanım yok" dediğinizi duyar gibiyim. Zaten kitap tam da neden zamanımızın olmadığını soruyor. "Ya öznel zaman diye bi şey vardı, bu bizim öznel zamanımız nereye gitti?" diyor. Kamusal alan-öznel alan ayrımına noldu? esnek çalışma saatleri derken çalışmadığımız saatler nereye gitti bunu tartışıyor. Kısacası, ben çok çok çok öneriyorum okumanızı.
Bunların hepsine olan belli: neoliberalizm oldu. Sabahın 6sında spora giden influencerlarla birlikte buhar olup uçtu. Çünkü herkes kendini bir şirkete çevirdi, kendine yatırım yapa yapa yaşamayı unuttu. Marksist bir anlatıdan yola çıkarak zamanın nereye gittiğini sorgularken L'Heuillet'nin önerisi, direnme biçimi aslında daha öznel. Öncelikle bunun öneminin şu sebeple vurgulanması gerektiğini düşünüyorum: Neoliberalizm ilk olarak öznenin kendi ile olan ilişkisini bozuyor, özneyi kendi kendisinin denetçisi haline getiriyor (Dardot & Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üstüne Deneme). Bu noktada birilerinin de çıkıp sadece toplumsal değil bireysel direnme biçimlerini de göstermesini çok değerli buluyorum. Yazarın kitabın 2.bölümünde ele aldığı konu üzerinden de örneklemek isterim: UYKU. Uykunun politikası / uyku siyaseti diye bir şey olanaklı mıdır? Cevabı burda. Ama eğer ki bir ideoloji (ki neoliberalizm sadece bir ideoloji olarak görülmeli mi bu da tartışmalı bi konu) insanların uykusunu çalıyorsa, bu düzende uyumak, uyuyabilmek bile politiktir, sınıfsaldır. kitabın 2.bölümü tamamen uyku üzerine. Daha doğrusu, uykusuzluk üzerine. Son yıllarla uykusuzluk şikayeti olan o kadar çok insan tanıyorum ki (kendim de dahil)... Peki neden uykusuzuz? Neden uyuyamıyoruz? Bu sorunun neoliberalizmle ilişkisinin detaylı bir incelemesi için bu kitabı okuyun. Neden tükenmişlik sendromunu (burn-out), depresyonu sıkça duyar olduk? Bu sorunun da cevabı burda.
Aslında bu metin içerisinde sorduğum soruların cevaplarını yazar öznel zaman vs nesnel zaman / özel alan vs kamusal alan kavram çiftleri arasındaki sınırların silinmesi/belirsizleşmesi üzerine temellendirmiş. İyi de yapmış. Buna karşın yukarıda söz ettiğim bireysel direnme biçimi ise: gecikme. Ne kadar uygulanabilir bilmiyorum. Kuramsal olarak çok etkilendiğim bir çerçeve çizmiş. Pratikte karşılığı insanı elbette ki zorlar, zorlayacaktır. Ancak bence bir direngenlik alanı açması bakımından değerli.
(bu satırları yazarken aklıma gelen bir nokta olarak edit kıvamında: günümüzde yükselen "mistik" veya "dinsel" diyebileceğim sosyal medyada sık sık karşılaştığım pratiklerin ortak önerilerinden biri "yavaşlamak." Bu dinsel pratikleri apolitiklik zemininden politik bir zemine taşıması bağlamında da bu kitabın zaman ile neoliberalizm arasında kurduğu bağı, sunduğu bireysel başkaldırı biçimini değerli buluyorum.)
Sonuç olarak, Gecikmeye Övgü, çok çok değerli bir kitap. Kitabın bir noktasında yazar "yaratma" kavramı ile ilgileniyor (burn out a buradan gidiyor, üretme-yaratma arası bir ayrım belirliyor). Bu kavrama dair bu kitapla paralel tartışmaları olduğunu düşündüğüm bir kitap önerisi ile yorumumu sonlandırmak isterim: Rollo May, Yaratma Cesareti.
kitabı okurken sayıkladığım, kenarlara yazıp durduğum o cümle: "bu cümlenin alnı olsa da öpsem."
kurmaca dışı metinlerin kimisinin insanı kanser eden bir yanı olur, "akademik dil"den nasibini almanın getirdiği uzun, soluk aldırmayan ve başı neydi sonu neydi diye düşündüren cümleler kullanılır ve cümle başına üç alıntı (bazen sırf isim serpiştirme) düşer mesela (ben de bundan azade değilim ne yazık ki). öncelikle cümleyi anlamaya (çalışmaya) epey mesai harcar, söze attırılan taklaların altında kalırız, sonra oradan (sağ) çıkabilmemiz halinde bu sözlerin (varsa) ardında yatan düşünce ve/veya duygulara kafa yormaya başlayabiliriz. belli ekollerin bilhassa benimsediği bu üslup okurla mesafeyi iyice açıp okuru metnin dışına atar (insanı kendinden şüphe ettirmesinden bahsetmiyorum bile). işte bu metnin en sevdiğim yanı (dile getirdiklerinin yanı sıra tabii) böyle bir şey yapmaması, insanı cümleyi takip etmeye çalışırken tökezlemek zorunda bırakmaması, cümlenin ardında yatan fikri izlemeye yönlendirmesi. ha ama bu demek değil ki metnin kolay takip edilebilecek bir dili var. bazı yerleri 10-15 kere okuduğum oldu. ama bu dilin değil fikrin yüküyle ilgiliydi (ya da belki de benimle ilgili).
kafamda dönüp duran, içimi kemiren şeyleri uzun uzadıya, kimi zaman derli toplu, kimi zaman başka bin bir şeye işaret ederek ele alan metinleri özellikle seviyorum, bu metin de onlardan biri oldu.
"şeylerin zamanı" üzerine çok düşünüyordum son zamanlarda, yeğenimin zamanla ilişkisi bambaşka mesela, onu gözlemleyip örnek almaya, kendimi dizginlemeye çalışıyordum. bu metin de buna bir çerçeve sunmuş oldu.
kafam belli şeylere gidiyor benim de hep, ev işi ve bakım emeği üzerine bir şeyler söylense cuk oturacak kısımlar vardı diye düşünmeden edemedim (medet ya federici), annelerden bahsediliyor ara sıra örneğin ama tabii daha belli belirsiz.
bilmediğim ve karşılaştırma imkânımın olmadığı bir dilin çevirisiyle ilgili herhangi bir şey söylemek abes gibi aslında ama okuduğum şeyin kulağa türkçe gelmesini lütuf sayıyorum, o yüzden şehsuvar aktaş'ın eline sağlık diyorum.
Acilin rutine, gecikmenin saplantıya dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz ve düş kurmaya bile vakit bulamadığımız bu ortamda ezilip gidiyoruz. Herkes zaman açlığı çekiyor. Kişisel yaratıcılığımız giderek hızlanan bir çalışma ritminin hizmetinde. Artık baskın değerlerimiz akıcılık, aciliyet ve hız olmuş durumda.
Zaman, benim de yoğun bir şekilde yokluğunu hissettiğim bir olgu. Yapmam gerekenlerin, sahip olduğum zamandan daha fazla olduğu hissiyle yıllardır bir zaman baskısı altında yaşıyorum. Bu yüzden zaman kavramını ele alan makaleler ve kitaplar ilgimi çekiyor. Fakat bu kitabı okumakta ve anlamakta çok zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Yazarın önemli tespitleriyle dolu zihin açıcı bir kitap ama akıcı değil. İlk bölümün sonlarına doğru kitabı bırakmaya karar verdim. Oysa ki altını çizdiğim çokca satır vardı. Ama yazardan mı yoksa çevirmenden mi kaynaklandığını çözemediğim anlam karmaşıklığı ve tutarsızlıklar hissediyordum. Uyku konusunu işlediği ikinci bölüme geçtim. Başlarda “Bu bölüm daha iyi olacak galiba” dedim. Ama ilerledikçe yine aynı hissettirdi.
Daha fazla inatlaşmadan usulca kitabı rafına kaldırdım. Ben bu yazarın okuyucusu değilmişim onu anladım. Ama okunmaya değer bir kitap, arada kısa okumalar yapacağım.
Günümüz dünyasında zaman kavramına ilişkin çeşitli konular üzerinde kısa metinlerden oluşan bir kitap. Oldukça dikkat çekici ve okur için farkındalık yaratıyor. Bölümler birbirinden bağımsız olarakta okunabiliyor. Bu da aslında kitabı ara ara elinize alarak bilgilerinizi taze tutmayı sağlıyor.
A book of short texts on various topics related to the concept of time in today's world. It is quite remarkable and creates awareness for the reader. Chapters can be read independently of each other. This actually allows you to keep your knowledge fresh by taking the book from time to time.