Jump to ratings and reviews
Rate this book

Öyle Geçer ki Zaman & Teoman Duralı Kitabı

Rate this book
Öyle Geçer ki Zaman, Teoman Duralı’nın, bugüne dek gezip gördüğü yerler, okuyup araştırdığı konular üzerinden bir hakikat arayıcısının izlerini sürüyor. Anılarındaki capcanlı ayrıntılar, sarih ve berrak bir zihin örneği sergiliyor.

Zonguldak’ta geçen çocukluk yıllarından dayısı ile ettikleri muhabbetlere, hiçbir zaman sevemediği okul yıllarından dile olan merakına, Norveç’te kaptanlık hayalinden Kapalıçarşı’da geçen çalışma faslına kadar birçok hikâye ve olay... Duralı’nın kendine özgü üslubuyla Türk siyasetine damgasını vurmuş siyasetçilerle ilgili tespitler ve akademik ortama dair değiniler...

Teoman Duralı Kitabı okuyucusunu, bir filozofun yerel ve evrensel dünyanın kültür atlasındaki devriâlemine ortak ediyor.

512 pages, Paperback

Published January 1, 2020

8 people are currently reading
92 people want to read

About the author

Ş. Teoman Duralı

19 books38 followers
Doğum yeri ve tarihi: Kozlu (Zonguldak), 7 Şubat 1947.
İlköğrenim: Çatalağzı (Zonguldak) ve daha sonra Ankara.
Ortaöğrenim: TED Ankara Koleji.
Yükseköğrenim: İstanbul Üniversitesinde felsefe (klasik mantık, felsefe tarihi, bilgi ile bilim teorileri) ve biyoloji (hücre bilimi, klasik genetik, moleküler biyoloji, evrim, çevrebilim, insan fizyolojisi ile anatomisi, karşılaştırmalı hayvan fizyolojisi ile anatomisi).
Mezuniyet: İ.Ü. Felsefe Bölümü (1973).
Askerlik: 1976 Topçu Asteğmen (Polatlı).
Medenî hâl: Evli, bir oğul (Tıp Dr, evli, kız babası) ile kız babası (İTÜ Kimya talebesi).

Üniversitedeki görevler ile Akademik etkinlikler

1975 Mart: İstanbulÜniversitesi. Felsefe Bölümünde asistanlık.
1977 Mayıs: Felsefe doktoru (tez, biyoloji felsefesine dair).
1978: NATO bursuyla Pariste biyoteknoloji seminerlerine iştirâk (temmuz-eylül).
1982 Mayıs: Yardımcı Doçentlik.
1982 ekim: Doçent (Tez, yine biyoloji felsefesi üzerine).
1985: Penn State University (A.B.D.)de “Kant'ın A Priori Bilgi İstidâtı” konulu konferans verilmesi.
1988 Eylül: Profesörlük.
1992 – 1993: İSTAC Kuala Lumpur/ Malezya'da misâfir öğretim üyeliği.
1994: Viyana Üniversitesi Bilim Felsefesi Bölümünde Şubat – Haziran döneminde misâfir öğretim üyeliği.
1996: İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonunun mâlî desteğiyle Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Ekim – Kasım döneminde (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacıkistan ile Türkmenistan) araştırma gezisi yapılması.
1995, 1997 ile 1999: ISTAC (Kuala Lumpur)da Haziran – Eylül döneminde misâfir öğretim üyeliği.
2002 Temmuz: Bulgaristan – Makedonya – Kosova gezisi.
2006 Mayıs: Pakistan gezisi.
2006 Haziran: Bosna gezisi; Berlin’de konuşma.

Ratings & Reviews

What do you think?
Rate this book

Friends & Following

Create a free account to discover what your friends think of this book!

Community Reviews

5 stars
13 (38%)
4 stars
13 (38%)
3 stars
5 (14%)
2 stars
3 (8%)
1 star
0 (0%)
Displaying 1 - 5 of 5 reviews
Profile Image for Alper Atasoy.
34 reviews2 followers
March 17, 2020
Kendisinden ders almakla müşerref olduğum Hocamın siyasi görüşlerine katılmasam da ömrünü felsefeye adamış, "gezme"nin ve "okuma"nın hakkını vermiş bir alimin hayatını büyük zevkle okudum.
Profile Image for Beybulat-Noxcho.
273 reviews9 followers
April 16, 2021

Duralı'nın hayat hikayesi daha doğrusu anlatışı mest etti. Bir çok tarihsel ve günümüzdeki vakaya bakışı şaşırtıyor. Kesinlikle olumsuz anlamda. Misalen bazı politik meseleleri öyle bir bakışı var ki, diyorsun ki içten içe bu olaylara bu kadar çarpık bakmak için sanırım bu kadar okumuş olmak gerekirdi, cahil biri bu kadar çarpık bakamazdı.

Kitap bittiğinde bunlara takılmadım, kesinlikle başka her hangi bir kitabını okumayacağım ama günün birinde herhangi bir kitabına yada Duralı'nın kitabına rast gelirsem bu enfes kitabı hatırlayacağım.
Duralı'nın bildiği dillerden ziyade unuttuğu diller aklımda kaldı. Maleyce ve Rusça....

------------------------------------------------

Mark Twain, kitapları ….. “İyi dostlar, iyi kitaplar ve bir de huzurlu bir vicdan; işte ideal hayat!”

Büyükbabam da kabul ediyor. Babaannem evlendiği güne değil kocasını görmemiş. İlk defa karşılaştığında, dehşete kapılıyor. Kendinden çok yaşlı çünkü. Babannem anneme “ömrümüzde bir defa olsun münakaşa, kavga gürültü olmadı. Evlendiğim gün ‘bu adamla nasıl bir ömür geçiririm’ diye düşünürken onu öylesine sevdim ki, anlatılır gibi değil; bu adam hayatımda bana bir kere kötülük etti, o da ölmekle” demiş.

Yaylı arabayla, karı, koca ve iki çocuk, babam ve bacısı büyük halam, bir buçuk ayda Şam’a gidiyorlar. Tarih 1913. Aynı adam, yani babam 1958’de İstanbul’dan Şam’a bu sefer uçakla bir buçuk saatta varıyor. Düşününüz! Bir ömürdeki değişime bakınız. Yalnızca buranın değil, dünyanın, insanlığın hepten değiştiği bir zaman dilimi.

“…Gülek, neredeyse DP’nin salt çoğunluğunu bastırır. Bu duruma daha fazla tahammül edemeyen DP milletvekillerinden Agah Erozan beğ, günlerden birinde oturduğu sıralardan arkaya fırlayarıp “sus, sünnetsiz” diye bağırmış. Bunun üzerinde fevkalade zeki, hazır cevap Kasım beğ, istifini bozmadan -şu nezakete ve belagata bakınız hele!-, “beğefendi, muhterem zevceniz hanımefendinin ağzında bakla ıslanmıyormuş meğer” karşılığını verir.

“Büyük günah aleni olandır. Onda kul hakkı yenir. Başkalarına zarar verisin…”

“Bektaşiden işittim: “İçiyoruz, ama sarhoşa tahammül edemeyiz” demiştir.

“Başa dönersem, Enver Paşayı öldürme görevi dayıma veriliyor. Babıalide-şimdiki hükümet konağı olan yer- yani başbakanlıkta, suikast silahı dürbünlü tüfekle arabadan inerken duvarın arkasından Enver Paşayı vuracak; ama vuramıyor. Çok yakışıklı bulmuş Enver Paşayı, “kıyamadım” demişti. Dayımn çok gelişmiş bir estetik duyuşu vardı ve sırf bu yüzden öldürmeğe eli varmıyor.

“..Talat Paşadan dayıma telgraf geliyor:”Askere ayıracak tren kalmadı; Ermenilerin nakledildiği trenler orduya tahsis edilecek. Hepsini peyderpey yokedin.” Nasıl öldüreceklerini yazmıyor. Açlığa mı mahkum edecek, vuracak mı? Dayım bu buyruğu dinlemiyor. Buyruğa karşı geldiğinden ötürü de aynı öncekisi gibi İttihat-Terakki tarafından yeniden idama mahkum ediliyor. Bu arada savaş bitiyor ve 1917’de İngilizler o bölgeye giriyor. Dayım bir şekildeoradan kaçmağı başarıyor.

1961’de öldüğünde, babamla cenazesine İstanbul’a geldik. Bi’baktık, Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan da orada. *Babam gidip “şeref verdiniz” deyince, o da “bu adama namütenahi can borçluyuz. Onun adını, soyunu takdis ediyorum. Allah sizlerden gani gani razı olsun.” Şeklinde karşılık verdi. Bunu yıllar sonra bir gün hocam Ahmet Yüksel Özemre’ye anlattım: “Bu dayım Tanrı tanımaz, din düşmanı bir adamdı, ne olmuş olabilir ona? diye sordum. “Allah adildir. Tanrıtanımazlık günahtır, ama dayın öyle bir kul hakkı kazanmış ki, cehenneme gitme ihtimali düşük görüyorum. Tabii ki, Allah adına bir şey diyemeyiz” demişti.

Felsefe öğrenimi görmeyen, felsefeyi anlamaz. Hatta çoğu gören dahi anlamıyor.

Bugün bunlar ırkçılık olarak nitelenir. Hayır, ırkçılık değil, yabancının benimsenmemesi.

Okulu hiçbir zaman sevmedim. Daha başlamadan bile okulu istemiyordum.

Belki nerede etkiledi demek daha doğru olur. Herhalde hayatımda babam isyan ettiğim kadar kimseye etmedim. Sevmezdim; ama müdhiş sayardım. Önümde öldüğü anda dehşet sevdiğimi anladım. Yıllar boyu sevmediğim adama karşı biriken sevgi bir anda boşaldı. Hayatımda yaşadığım en önemli şoklardan biri. Allahın verdiği bir karardı o: Gör bak, gözünün önünde alıyorum işte babanın canını.”

Mesela 1937’de, İsmet Paşa ile Mustafa Kemal Paşa fena münakaşa ederler, araları açılır. “Bu memleket rakı sofrasından idare ediliyor” diye haykırır İsmet Paşa. Mustafa Kemal Paşa da “bu ülkeyi rakı sofrasından idare eden sarhoş seni yarattı” diye cevap verir. (s.108)

Bizde müdhiş bir anlayışslık hakim. O kadar ki Namık Kemal 1860’ların sonlarında Londra’da sürgünde. Üç, beş sokak ötesinde yeryüzünün en ünlü, en büyük filosoflarından biri oturuyor: Karl Marx. “Sevabına bir git, gör adamı: bir ‘merhaba’de. İki çift laf et!” değil mi? Haberi yok. Düşünebiliyor musunuz? Bizim yenileşmemizin en başta gelen adamı, üstadı, en büyük edibimizin Namık Kemal, Batılılaşmayı var gücüyle savunan kişi, bu yeni İngiliz-Yahudi medeniyetinin en önemli zirvelerinden olan fiolosofu tanımıyor. Bu derece dünyaya yabancıyız (s.111)

1930lu yılların milleyetçilik furyasında Mustafa Kemal Paşanın etrafını saran birtakım kişiler, Türkçenin özüne kavuşturulması fikrini savunurlar- ki bu bir Yahudi oyunudur; tamamıyla Türkçeyi yıkma ve ortadan kaldırma derdidir--.Mustafa Kemal Paşa o furyaya kapılır varır ve Turkceyi yeniden ayağa kaldırmak için harekete geçer. Türkçeye girmiş ecnebi kelimelerin Turkce asıllı olduğunu iddia ederek onları kurtarmağa çalışır. Güneş dil teorisinin esası budur. Çevresindeki adamlara tutup bir Arapcadır, Farscadır hastalığına kapılmayalım, onlar da özde Turkcedir demek için bu teoriyi uydurtuyor. “Herkes bizden geliyor” denilerek bir kosmopolitism yaratılıyor. Müdhiş bir kargaşa doğuyor.




Yeni bir medeniyet planıyla ortaya çıkıyor Almanya. Nasyonal sosyalism, bu yeni medeniyetin omurgası şeklinde tasarlanmıştır. Bu anlamda İkinci Dünya savaşı, savaşların annesidir. Tarihte ilk defa tamamıyla ideolojik bir savaş olarak başgösteriyor. İktisadi ve siyasi tarafı yoktur; tümüyle ideolojiktir. İngiliz-Yahudi medenitiyle yeni ortaya çıkmağa yüztutan bu medeniyetin silahlı çatışmasıdır.

İsmet Paşa durgun bir zekaydı. Mustafa Kemal Paşadan sonra en civcivli, en kötü zamanda başa geldi. Mustafa Kemal Paşanın istediği, mesela Fevzi Çakmak Müşir olaydı, hapı yutmuştuk. İsmet Paşanın, Atatürk devrşimlerini tavizsiz sürdürürken hataları olmuştur. Ama nesnel şekilde değerlendirdiğimizde, duygular ile akıl ayrı şeylerdir; duygularım beni istediğim yere götürür, aklımda götürmeyebilir. Aklımın kendi yolu var; benim de o yoldan gitmemi buyurur. Aklıma baktığımda İsmet Paşanın çok önemli işler yaptığını görüyorum.


Ben, zatıaliniz gibi felsefeyle uğraşmadım, benim için komünizm Rusyanın genişleme aletidir”dedi (s.167)

Geleneksel müzmin hastalığımız hırsızlık ve yolsuzluk da var. Demokrat Parti iktidarında çalmayan tek adam vardır, o da Menderes. Büyük ihtimalle Fatin Rüştü de öyle. Bu ikisi zengindir, gözleri toktur. Menderes’in bir başka özelliği de mason değil. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de masın olmamış iki kişi var, biri Menderes, öbürü de Tayyip beğ. Büyük ihtimalle Menderes’i idama götüren budur, Bayar’ı kurtaran da masonluğu.

“..kim kime vermeden verir” (s.189)

“……Türkeş bizleri kebap yemeğe Hacıbozanoğullarına götürecek, Mihri Belli de giydirecekmiş. Babam dehşet karşıydı böyle şeylere. “Oğlum, hayatta sana karşılıksız verecek bir ben varım, başka kimse yok; bugün seni yedirir, içirir, giydirir; yarın eline tabanca tutuşturup “git onu, bunu vur derler” demişti. (s.190)

Tutarlılığın bizlerde zerresi yok. Madem imparatorluğu lağvediyorsun, ulus devlet denilen ucubeyi kuruyorsun, o halde niye Türk olmadığı besbelli başka unsurları içine alıyorsun ? Haddızatında ulus devletini öz kararın, iradenle de kurmamışsın ya .. (s.203)

İran Şahı Rıza Şah Pehlevi 1934te Mustafa Kemal’i Ankara’da ziyarete gelir. Şahın babası bir çobandı; sonra asker, general oluyor, darbe yapıp başa geçiyor ve Kaçar Hanedanını devirip kendini Şah ilan ediyor. Mustafa Kemal, Şâh’a “başa geçtiğinizde yazınızı değiştirmiyorsunuz” diyor. O eşek çobanın oğlu Rıza Pehlevi’deki bilince bakın; “Biz bu yazıyı değiştirirsek, Firdevsi’yi, Hafız’ı, Sadi’yi, Mevlana’yı, Ömer Hayyam’ı nasıl okuyacağız? Diyor. Mustafa Kemal’in söyleyece lafı kalmıyor. Bizde olmayan böyle bir bilinç var. (s.241)
Sadeddin Tantan ile Dündar beğ arasında bir gün olay vuku bulur. Tantan sapına dek namuslu, dürüst, sert bir adamdı. Eğrisi yok, büğrüsü yok. Yamukluk ederek yanına gelenin gözünün yaşında bakmazdı. En azından kapısından dayaksız çıkamazdınız. Bir gün makam odasına giriyor ki, ne görsün… Oda baştan aşağı değişmiş. Eski eşya namına ne varsa atılmış, her şey yenilenmiş. Ceviz kaplama bir yazımasası, deri koltuklar, neler, neler. Adamlarını çağırıyor: “Bunlar nereden geldi” diye soruyor. “Dündar beğ, saygılarını arz ederek odanızı tefriş ettirdi” diyorlar. Çağırttıyor. O da teşekkür için çağrıldığını sanıyor. Zatımuhteremi Emniyet Müdürlüğünün bodrumuna buyur ediyorlar. Aman Allah, anan yahşı, atan yahşı; bir kötek, bir dayak…Sorma gitsin. Garibimi hastanelik ediyorlar. Makam odasındaki bütün gıcır gıcır eşşya olduğu gibi sokağa…Eskiler alınıp geri koyuluyorlar. Sıkıysa bir daha rüşvete tevessül et de göreyim seni!...Sadeddin beğ gibileri satınalınamaz adamlardı. Bu yüzden herkesi satınalmağa alışmış haydudun, mafyanın gözünde birinci derecede düşmandılar. (s.318)

Oradan kurtulduktan sonra iki şeye karar verdim. Birincisi Allah’a inandım. Daha önce nasıl inanıyordum bilmiyorum, ama gevşekti son derece. Allaha inanmakla birlikte dine de intisab ettim. Son derece tutarlı ve sıkı bir biçimde buna saplandım diyebilirim. Benim Müslümanlığım babadan değil, 1971in temmuzundan bu yanadır. İkincisi “dünyaya bir tohum bırakmadan gidiyorum” diye düşündüm. En son duygum bu oldu ve “evleneceğim “dedim. (s.370)

Savaş kadar sonrası da felakettir (s.400)
Profile Image for İbrahim Şamil.
18 reviews
March 21, 2024
Mümtaz bir aydınımızın ilgi çekici hayat macerasının memleketin yakın tarihiyle harmanlamış sürükleyici anlatımı.

Muhteviyat son derece lezzetli lakin editöryal olarak vasatın altında bir iş ortaya çıkmış. Velev ki Duralı kendi sözlerinin alışılmadık bir yazı üslubuyla “kendine has imlasıyla” neşredilmesini yeğlemiş olsun hiç değilse sorular cari imla kurallarına göre yazılamaz mıydı?

Sohbetin doğal seyri öyle gelişmiş olsa bile okura usanç vermesi muhtemel tekrarlar da dikkat çekiyor.

Yedinci baskısını (Şubat 2024) okudum ama Duralı’nın vefat tarihi, kısa özgeçmiş sayfasında ya da arka kapakta yer almıyordu.
1 review
December 27, 2020
Derslerini dinlerken bu kadar çok bilgiyi nasıl edinebildiğini çok merak ederdim, bir nebze de olsa merakımı giderebildim.
Displaying 1 - 5 of 5 reviews

Can't find what you're looking for?

Get help and learn more about the design.