1898 yılında yayımlanan Canavar, Stephen Crane’in en bilinen novellalarından biridir. New York yakınlarında yer alan Whilomville adlı kurgusal bir kasabada; önyargıların, korkunun ve tecridin gölgesinde geçen bu hikâyede, beyaz ırktan bir çocuğu kurtarmak uğruna yangının ortasına dalarak feci şekilde yanan siyahi bir gencin toplumdan nasıl dışlandığına şahit oluruz. Köleliğin kaldırılmasıyla birlikte siyahilere duyulan nefretin ayyuka çıkması yetmezmiş gibi, siyahi yardımcı Henry Johnson’ın da korkulan bir “canavara” dönüşmesiyle karakterler arasındaki bütün ilişkiler değişir. Görünen o ki bir insanın yüzünü kaybetmesi, toplumda ona atfedilen rolü de kaybederek tanınmaz hale gelmesi demektir. Yazar ise asıl canavarın Henry mi, yoksa kendinden olmayanı nefretle dışlayan toplum mu olduğuna karar vermeyi okuruna bırakır.
Stephen Crane (1871-1900) was an American novelist, poet and journalist, best known for the novel, The Red Badge of Courage. That work introduced the reading world to Crane's striking prose, a mix of impressionism, naturalism and symbolism. He died at age 28 in Badenweiler, Baden, Germany.
Librarian Note: There is more than one author by this name in the Goodreads database.
"Zarar görmüş mü hiç? Bir yerine taş isabet etmiş mi?" "Sanıyorum ki ondan geriye yaralanacak pek de bir şey kalmamış, değil mi? Sanırım yaralanabileceği kadar yaralanmış zaten. Hayır. Ona dokunmamışlar bile. Elbet te kimse onu gerçekten incitmek istememiş, ama insanların birbirlerinden nasıl kolayca etkilenebildiğini biliyorsunuz. Sanki... Sanki onu..."
” All'improvviso, senza battute preparatorie, si alzò di lontano il gran ruggito rauco della sirena d'una fabbrica.”
Una storia apparentemente semplice.
La tranquillità di un’immaginaria piccola città della provincia americana che, in una sera di festa, è disturbata dalle sirene dei pompieri. E’ la casa del dottor Trescott ad andare in fiamme. Il primo ad accorrere è il nero Henry Johnson, stalliere della famiglia, che, senza pensarci un attimo, si butta tra le fiamme per salvare il piccolo Jimmie rimasto all’interno della casa. Il giovane, compiuta la missione, rimarrà tra la vita e la morte. Il dottor Trescott lo salverà come segno di riconoscenza per aver messo in salvo il figlio.
A questo punto si pone un problema etico: è giusto tenere in vita un uomo ormai deturpato sia nel viso sia nella mente? La comunità di Whillomville risponde compatta alla decisione del medico...
Un racconto che offre diversi livelli di analisi che non sono immediati ed in questo senso le note di questa edizione sono state veramente preziose.
Stephen Crane, rappresentante del naturalismo americano di fine ottocento, mette in scena in questo racconto uno scenario ricco di simbolismi che si possono leggere sia in chiave religiosa (numerosi richiami al divino vs il diabolico soprattutto nella descrizione delle fiamme) sia in un’ottica più storica e sociale dove l’incendio rappresenta lo sconvolgimento dell’ordine sociale.
Un sorprendente racconto di denuncia del razzismo e dell’emarginazione sociale.
Ele alınan konu ve bunu sunma şekli ilginç olsa da yeterince iyi işlenmediğini düşündüm ne yazık ki. Ne zaman başladım, ne zaman bitirdim anlayamadım diyebilirim.
kitabı okurken gözlerimin önüne hep the elephant man filmi geldi -tabii o daha başarılıydı-, ben isterdim ki henry'e olan tavırlar daha sert olsun, maalesef duyguyu bana veremedi.
"Dünyada çok sayıda ahmak olsa da onlara karşı koyarak kendinizi mahvetmeniz için bir neden göremiyoruz. Onlara hiçbir şey öğretemezsiniz, biliyorsunuz."
yi bir yazar, çok iyi bir kitap. Stephen Crane aslında bir gazeteci-yazar.
İş kültür yayınları modern klasikler programında yazarın kitapları varmış. Devamını göreceğiz demektir bu. Yani hikayenin devamı demek istemiyorum. Bu kısa bir novella.
Ten renginin yaşattığı toplumsal ayrışmayı çok enteresan bir şekilde bize yansıtıyor. Zencilerin zaten değersiz olduğu bir dünyada korkunç ve akılsız bir zenci olmak...
Hikaye seçimi çok basit ama anlatılmak istenenin okuyucuya geçmesi muazzam başarılı. Beni etkiledi. Henry Johnson, doktor ve oğlu.. Üçü de dikkate değer karakterler gerçekten.
Modern Klasiklerin bu yeni üyesi çıkalı çok olmuyor. Geç kalmadan okumanızı tavsiye ederim.
Kitabın başından sonuna kadar sevdim hatta uzun zamandır okuduğum en iyi modern klasiklerden biri falan diyodum okurken ama sonra noldu bomboş bi son.. Yani bir sayfa daha yazsaydı ne olurdu acaba?? Daha etkileyici bi şekilde bitiremediği için utanırsa sevinirim.. Neyse yine de güzel bi kitaptı insanların dış görünüşü iyi diye başta arkasından övgüyle bahsettiği bir adamın daha sonrasında yaşadığım kaza sonucu yüzü bakılmaz hale gelince insan muamelesi bile yapmaması hangi yüzyılda olursak olalım toplumun acı yüzlerinden biri maalesef..
Amerikan İç Savaşı ve köleliğin yasaklanması ardından bir süre sonra çıkan (1898) bir kitap Canavar. Crane'in ölümünden 2 yıl önce yayımlanmış ve aynı zamanda onun en çok bilinen novellası haline gelmiştir.
Kitap New York yakınlardaki hayali Whilomville kasabasında Henry Johnson adlı bir zencinin hayatını anlatıyor. Kasabada çıkan yangında Johnson evde sıkışıp kalan beyaz bir çocuğu kurtarıyor fakat bu sırada yüzü çok fena şekilde yanıyor. Başta insanlarla pek de sorunu olmayan Johnson'a insanların bakış açısı bir anda değişmeye başlıyor. Kitabın büyük bir kısmı Johnson'ın "canavar" haline gelmesinden sonraki zamanı anlatıyor.
Yazarın vermek istediği asıl mesaj aslında ırkçılık ile alakalı. Zorunda olmamasına rağmen kendini feda edip beyaz bir çocuğu kurtaran zenci bir adam yine de toplumdan dışlanıyor. Canavar olmasının sebebi ise sadece yüzünün yanık olması değil, zenci olması. Zaten suratının yanması da ayrı bir ironi. Zencilerin eskiden ateşte yandığı için bu ten rengine sahip oldukları sanılırdı.
Kendisi beyaz olan Crane'in böyle yenilikçi, realist ve aynı zamanda eleştirel bir novella yazması gerçekten güzel. Genel olarak kitabı beğendim, tek oturuşta bitecek çerez tadında bir kitap olmasına rağmen üzerine konuşulacak şey bol bol var aslında.
Kötü değildi fakat okumasam da olurdu. Yanan kişi bir siyahi değil de beyaz olsaydı, insanlar ondan yine korkarlardı. En azindan sonu daha etkileyici olabilirdi.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Una graziosa piccola città di fine 800, con i suoi riti sociali, i difetti e le abitudini di ognuno, visti con spirito. Durante una festa con musica, un incendio mobilita i pompieri, gli uomini e i ragazzi. E’ la casa del dottor Trescott ad andare a fuoco. Henry, lo stalliere nero dai pantaloni festivi color lavanda, si fionda all’interno alla ricerca del bimbo del dottore, Jimmie. Lo stesso dotto Trescott apre l’ultima porta che divide salvato e salvatore dall’esterno. Stupefacente la descrizione dell’incendio. Si salvano tutti. Henry compreso. E’ lo stesso dottore a curarlo, contro il parere dell’amico giudice. Perché Henry è diventato un mostro senza volto e, a dirla tutta, anche un bel po’ senza cervello. Un po’ alla volta intorno ad Henry e al dottore si alza il muro della paura. Scene tragicomiche all’apparire innocuo dell’essere mostruoso, donne urlanti, bimbi terrorizzati. Le signore non fanno più visita il giovedì, il tè rimane nelle teiere e i dolci nel vassoio. Il dottore è costretto a realizzare l’isolamento dalla comunità.
E’ colpevole Trescott per aver strappato Henry alla morte, ridotto com’è? Di volerlo custodire in casa e di non seppellirlo in un istituto? Sono proprio incomprensibili le reazioni della cittadina? Quante volte abbiamo detto di un assassino recidivo e brutale “a vederlo sembrava tanto un bravo ragazzo” come se il cattivo ragazzo dovesse essere brutto e repellente, cadendo nella trappola di giudicare dall’apparenza?
Qualcuno ci ha visto anche il fatto che Henry fosse un negro.
Io l’ho presa in modo più generalizzato: gli eroi, se si sciupano troppo (a volte anche se non si sciupano) sono meglio morti. Se non sbaglio lo disse pure Dostoevskji.
This was a very thought-provoking story. I think the obvious interpretation is that the community is, in fact, the monster, and in that respect it's similar in theme to Frankenstein, or the Twilight Zone episode, "The Monsters are Due on Maple Street."
The story is also worth reading to see how subject of race was treated in at the turn of the 20th century progressive commentary. While the story is unique in that it intends for us to sympathize with a black character, the depiction of blacks as a race is racist. Blacks are presented as uniformly illiterate, conniving, and source of mockery in their antics. The only really sympathetic black character is Henry and is only made so through his disabling. (Before the disfiguring he is depicted in broad strokes as a harmless and showy minstrel type.) All the language and dialect used to describe the black characters furthers their exoticism; the narrator goes to great pains to describe their actions with a sort of exaggeration or description that paints them as in every way distinct from the white characters (though the white community doesn't come out looking very good, either).
In the end, I enjoyed The Monster for the story itself (particularly the ending) but even more so for the time capsule it provided into seeing how race relations were discussed at the turn of the 20th century. It's too bad that most people's familiarity with Crane is through The Red Badge of Courage, and generally at too young an age. The Monster and The Blue Hotel are his better works, in my opinion.
I wanted to rate it higher because Crane managed in few pages to illicit feelings of discomfort about race and gender and doing the right thing and isolation. However, the ending felt so hollow. Perhaps this was Crane's intent - to end with the banality of women, but it felt disingenuous to the rest of the story. Also, while I get that the real "monster" is the town, I really wish some more time was spent on creating a more three-dimensional character for Henry Johnson. Though, maybe that says something also. MY English major is showing, so I'll stop analyzing now.
Whilomville adlı kurgu bir kasabada geçen bu hikaye oldukça kısa olmasına rağmen, bugün, hala geçerliliğini koruyan detaylarıyla oldukça üzücü ve etkileyici. Bunca yılın ardından değişmeyen insanlara ve insanın doğasına dair fazlaca dikkat çekici unsur barındırıyor ve de okuru yeniden düşünmeye teşvik ediyor.
Yangın, alevler ve yardım çığlıkları. Zor zamanda imdada yetişen bir kahraman: Henry Johnson. Ve de bir "canavara" dönüşen.
"Görünen o ki bir insanın yüzünü kaybetmesi, toplumda ona atfedilen rolü de kaybederek tanınmaz hale gelmesi demektir." (Arka kapak yazısından alıntı)
Suretini kaybetmek aynı zamanda her şeyini de kaybetmek midir? Yoksa bu sadece kılıfına uydurulan bir edim midir? Kendine benzemeyeni, kendinden olmayanı dışlama ve hakir görme üzerine akıcı ve incelikli bir anlatı.
Beyaz bir çocuğu yangından kurtarırken yüzü tanınmaz hale gelecek kadar yanan siyahi bir adamın toplumdan dışlanmasını anlatan bu öykü ırk çatışması olan bir Dönüşüm gibi.
Toplumca sevilen Henry'nin tamamen dışlanması ve bir yaratık olarak görülmeye başlanması, onu koruduğu için beyaz doktor Trescott'un işini neredeyse tamamen kaybetmesi aslında hala günümüzde yaşanacak şeyler.
Toplum eleştirisinin yanında kitabın dilini, karakterlerin tanıtımını, öykünün açılımını çok beğendim. 9 yıldız verdim çünkü gerçekten tam anlamıyla oturmuş ve bir kusur bulmak için çabalamanız gerekecek bir öykü bu.
Stephen Crane'i daha fazla okumak isterim sanırım, bir ara diğer eserlerine de bakacağım.
11 gün geçmiş olsa da challenge'ımı 11 kitaba tamamlamama iki kitap kaldığı için yarın da devam edeceğim. Görüşmek üzere!
Irkçılık ve cinsiyetçilik üzerine güzel bir eleştiri diyebiliriz ama sanki hikaye yarım kalmış gibiydi. Daha derin bir hikaye olabilecekken yazık olmuş. Siyahi aksanının Türkçe’ye çevriliş biçimi beni hiç tatmin etmedi. Daha çok Trakya şivesi gibiydi.
“Dünyada çok sayıda ahmak olsa da onlara karşı koyarak kendinizi mahvetmeniz için bir neden göremiyoruz. Onlara hiçbir şey öğretemezsiniz, biliyorsunuz.” 👤 #Canavar Amerikalı şair, romancı ve kısa hikaye yazarı #StephenCrane’nin 1898 tarihli novellasıdır. 👤 Whilomville adlı hayali bir kasabada geçen hikayede Henry Johnson isimli bir afro-amerikan küçük bir çocuğu kurtarmak için kendini alevlerin arasına atar. Olay sonrası yüzü feci şekilde yaralanan, hatta neredeyse yok olan Henry kasaba halkı tarafından “canavar” olarak nitelendirilir. 👤 Bir insanın yüzünü kaybetmesi ile ona atfedilen rollerin de yitirilişini anlatan eser, gerçek canavarın kim olduğunu sorgulamaktadır. 👤 #Crane’nin en iyi eserlerinden biri sayılmasına rağmen üzülerek söylemeliyim ki beklentimi karşılamadı. Böylesine etkileyici bir konunun bu kadar yüzeysel anlatılmasını beklemiyordum. Yan karakterlere yapılan odağın ana karakterlere de yapılmasını ve onların da iç dünyalarına dahil olmayı isterdim. 👤 Yine de okumayın diyemem elbette. Zaten kısacık ve dili oldukça sade olan bu hikayeyi bir çırpıda okuyabilirsiniz. Lakin konunun derinliğine erişme konusunda söz veremem🤷🏻♀️
İçinde yaşadığı toplum tarafından kabul gören bir adamın, çıkan bir yangında yüzünü kaybedecek derecede yaralanması neticesinde, kahraman ilan edilmesi gerekiyorken canavarcasına nasıl dışlandığını anlatan kitap bence çok çarpıcı.
İnsanın zalimliğine dair asla eskimeyecek bir metin. Kendimizden olmayanı “normal” algımıza uyduramadığımız her şeyi yıkmaktan, yok saymaktan vazgeçebilecek miyiz hiç?
3-4 yıldız arasında kaldım. Yangında bir çocuğu kurtarırken yüzünde kalıcı hasar oluşan bir adamın hikayesini okuyoruz. Bir saatte bitecek bir kitap ancak yazarın yazım tarzından ötürü hislere ve olay örgüsüne detaylı yer verilmemiş demek mümkün.
Güzel başladı fakat ne anlamam gerektiğini tam olarak anlayamadım sanırım. Birkaç noktada güzel mesajları vardı, kabul fakat hava kalan bir metin oldu benim için. Tam alışıyordum, bitti.
This one reminds me of “A Constellation of Vital Phenomena” by Anthony Marra: how can we make monsters/outcasts of heroes because they have been so severely injured?
Not one person stood up for Henry as a hero. The doctor wanted him cared for, but that was it. I hope that is not how we are treating our wounded/damaged heroes now. Are we different?
IX. The man who had information was at his best. In low tones he described the whole affair. "That was the kid's room -- in the corner there. He had measles or somethin', and this coon -- Johnson -- was a-settin' up with 'im, and Johnson got sleepy or somethin' and upset the lamp, . . .
Of course the “man who had information” had none: how ready we are to reinforce our prejudices and avoid giving credit where it is due.
X. The morning paper announced the death of Henry Johnson. It contained a long interview with Edward J. Hannigan, in which the latter described in full the performance of Johnson at the fire. There was also an editorial built from all the best words in the vocabulary of the staff. The town halted in its accustomed road of thought, and turned a reverent attention to the memory of this hostler. In the breasts of many people was the regret that they had not known enough to give him a hand and a lift when he was alive, and they judged themselves stupid and ungenerous for this failure.
What will they do when they find out he is alive and have the chance to “give him a hand and a lift?”
XI. Presently he braced himself straightly in his chair. "He will be your creation, you understand. He is purely your creation. Nature has very evidently given him up. He is dead. You are restoring him to life. You are making him, and he will be a monster, and with no mind."
XIV. "I wonder how it feels to be without any face?" said Reifsnyder, musingly.
XVIII> "Oh, we jugged him. I didn't know what else to do with him. That's what I want you to tell me. Of course we can't keep him. No charge could be made, you know."
XXIII. "Well, what I want to say is this," resumed Twelve: "Even if there are a lot of fools in the world, we can't see any reason why you should ruin yourself by opposing them. You can't teach them anything, you know."
XXIV. The wind was whining round the house, and the snow beat aslant upon the windows. Sometimes the coal in the stove settled with a crumbling sound, and the four panes of mica flashed a sudden new crimson. As he sat holding her head on his shoulder, Trescott found himself occasionally trying to count the cups. There were fifteen of them.
A “later” story (the author wrote it at 27, two years before his death) from 1898, about a black man whose face is melted off after rescuing a boy from a fire.
Henry is a character out of sentimental or humorous fiction (of a type writers would never be allowed today, because of his race), expertly drawn by Crane with a few strokes, only to give that lovable, heartwarming character one of the most nightmarish fates in all of literature. The first half of the “novelette,” as the author called it, is mostly a portrayal of the fire and the town’s response to it. It’s the literary equivalent of one of those Currier and Ives disaster prints. The second half shows the town’s response to poor, deformed Henry. It’s a legitimate question to ask who is the real monster of the title.
This is Crane in an absolutely damning mood. America’s literary wunderkind takes aim at his fellow countrymen, and the comic tone does nothing to disguise the savagery of the attack. A man without a face may or may not be a powerful metaphor about race in America. I’m still unsure what Crane is saying here. But I don’t think his decision to make Henry black was by chance.
The story raises several grim questions, which the characters themselves address well. The author and critic William Dean Howells, one of the first to recognize Crane’s genius, thought The Monster was "the greatest short story ever written by an American.” I love Howells, but I don’t know if I’ll revisit this one. Though I laughed several times, the tone of the novella clashes at times with the subject, Crane misstepped when he turned Henry crazy, and the scenes are padded in places. Or maybe the horror is just too real-life.
Stephen Crane'in okudugum ilk kitabi ve yetenekli bir yazar oldugunu dusunuyorum. Henry Johnson, 1800lu yillarin sonlarinda, NY yakinlarinda bir kasabada saygideger bir doktorun ciftliginde seyis olarak calisan bir zencidir. Kolelik bitse de toplumun siyahilere bakisi degismemistir. Bir gun doktorun ciftliginde cikan yanginda, Johnson doktorun kucuk oglunu kurtarmak icin kendini alevlerin icine atar. Cocugu kurtarir ama kendisi agir bir sekilde yanarak olumden doner. Yuzu de tamamen yanmistir. Bu olayla birlikte Johnson kasabada canavar, iblis, yaratik gibi isimlerle anilmaya baslar ve herkesin korkulu ruyasi olur. Johnson yuzunun yanmasi sonucu kimliksizlesmistir. Hayati pahasina kendini tehlikeye atan ve cocugu kurtaran bu adamin yaptigi kahramanlik, rahatsiz edici goruntusunun golgesinde kalmistir. Bu kisacik kitapta kitlelerin deger yargilari, kimliksizlestirilen bireylere yoneltilen kontrolsuz nefret ve dislama cok akici bir uslupla anlatilmis. Bir cirpida okudum. Elestirebilecegim tek nokta, sonunu daha iyi baglayabilirdi. Gelistirseydi cok basarili bir roman olabilirdi. Suru ve linc psikolojisini anlamak ve uzerine dusunmek icin okunmali.
Canavar çok kısa bir kitap bir günde bitirebileceğiniz incelikte ama gelin görün ki kitabın akıcılığından ötürü sanırım ben üç gün içinde süründüm. Sürünmek kelimesi hissettiklerimi ifade etmekte az bile kalabilir 😩 Daha önceden bir kitabı okurken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum, kitabın konusu çok hassa evet ama ben okurken o hassaslığı hissedemedim, bıraksam değil üç gün bir haftaya anca biterdi ama dedim bitireyim ki başka kitaba geçebileyim yoksa rs'ye merhaba diyecektim 🙋♀️ Henry adında zenci bir adamın çalıştığı evde bir gün yangın çıkıyor ve evin sahibinin çocuğunu kurtarmak için eve giriyor fakat çocuğu kurtarsa da bütün vücudu yanıyor yüzü de dahil. Bu zamandan sonra herkes onu yüzsüz diyerek dışlıyorlar. Okuduğunuz gibi konu hassas, ırkçı ayrımı var ama yazardan ya da kaleminden ötürü kitap bir türlü ilerlemiyor. 75 sayfa oldu 750 sayfa resmen 😞 Yine de merak ettiyseniz bir şans verin derim
Kendi doğrularından ve prensiplerinden ne pahasına olursa olsun vazgeçmeyen bir doktorun hikayesi gibi daha çok. Canavarın henry yerine jimmie olucağını sanmıştım. Yangında yanıp kötü duruma düşen zihinsel olarak hafif geri olan bir zenci çocuğun dışlanma travmasını okuyacağız sanıyordum kitabın başlarında. Ama doktorun konusu ilginçti. Sonu aşırı merak içinde bıraktı neden 15 fincan? Neden kadının başı ağrıdı noluyo? Açık uçlu sonları dediğim gibi sevmiyorum ama böyle bir kitapta puan kırılcak bir durum değil. Güzeldi.