"Her yazarın içinde az ya da çok bir yer yaratma, bütün yerleri geride bırakıp yazıya yerleşme isteği vardır. Bir yazınsal vatan: Bu taşlı toprağı ben yarattım, bu geniş bozkırı, bu yeşil tepeleri, bu zirveleri karla kaplı dağı ben yarattım. Dağda yanan ateş, ateşin başında toplanmış insanlar, insanların dinlediği hikâyeler benim eserim. Ama sadece bir yazı olanağından değil, bir yaşam olanağından da söz eden bir yazarın yazınsal yurda rahatça yerleşmesini beklemek safdillik olurdu."
İkinci Hayat’ta "yer duygusu" üzerine düşünüyor Nurdan Gürbilek. Bir yandan "yer"e, "yurt"a, "ev"e edebiyatın, bazen sinemanın açtığı kapılardan giriyor; kökenlere ve başlangıçlara, kaçanlara ve dönenlere, eve ve sırlarına yakından bakıyor. Diğer yandan anlatı, üslup ve dili bu ana eksen etrafında değerlendiriyor; "dilsel vatan" ve sınırları üzerine düşünüyor.
Bazı sorular eşliğinde: Kapısını başkalarına sımsıkı kapatmış bir kompartmana, bir özel sığınağa, bir kişisel hücreye mi dönüşecek ev, yoksa o koruyucu hücreyi geniş bir ortaklık zemininde yeniden tanımlayabilecek miyiz? Etrafına kalın duvarlar çekmiş bir "coğrafya kaderdir"e mi sürükleniyoruz, yoksa daha geniş bir yurt tanımına ulaşabilecek miyiz?
Bugün evin hayatımızın merkezine oturduğu bir dünyada bizi evin gerçek ve mecazi, olumlu ve olumsuz anlamları üzerine düşünmeye çağıran deneme ve fragmanlardan oluşuyor İkinci Hayat.
Nurdan Gürbilek Boğaziçi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akıntıya Karşı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı. İlk kitabı Vitrinde Yaşamak'ta 80'li yılların Türkiyesi'ndeki kültürel değişimi konu aldı. Yer Değiştiren Gölge ve Ev Ödevi adlı kitapları edebiyatla ilgili denemelerine yer verir. Kötü Çocuk Türk Türkiye'nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeleri, Kör Ayna, Kayıp Şark Türk edebiyatına yön veren endişeleri, Mağdurun Dili edebiyatın mağdurlukla ilişkisini tartışan denemelerden oluşur. Gürbilek'in Walter Benjamin'in yazılarından derleyip sunduğu Son Bakışta Aşk Metis Seçkileri'nde çıkmış, Vitrinde Yaşamak ve Kötü Çocuk Türk'te yer alan denemeleri İngilizcede The New Cultural Climate in Turkey: Living in a Shop Window (Zed, 2010) başlığıyla yayımlanmıştır.
Nurdan Gürbilek, 2010 Erdal Öz Edebiyat Ödülü ve deneme dalında 2011 Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülü’nü aldı.
Ayhan Geçgin'in ilk dört kitabının Türk edebiyatının 2000 sonrası en önemli metinleri olduğuna inananların (var öyle birileri değil mi, bunu sadece ben düşünüyor olamam) sadece Uzun Yürürüş, Eksik Halk yazısı için alıp okumalarını tavsiye edeceğim, Nurdan Gürbilek'in diğer eserlerini okumuş olanların ise çok da yeni bir şey keşfetmeyecekleri, ilk kez okuyacak okurunsa yine de hayran kalacağı, ortaya karışık bir kitap. Ben Geçgin hayranlarına, ileride Geçgin hayranı olacaklara ve nasıl bu kadar geç tanıştım diye hayıflanmak istemeyenlere önermiş olayım, gerisi size kalmış:)
Ummadığım bir biçimde yıllar sonra kendimi baba evinde bulmuş olduğum, dolayısıyla ev, evsizlik, aidiyet, yersiz-yurtsuzluk gibi konular hakkında düşündüğüm bir yıldan geçiyorum. Bu düşüncelerimi netleştirmek için "ev defteri" adını verdiğim ufak bir deftere notlar alıyorum. İkinci Hayat'ı okumak benim için o uyduruk kaydırık notlarımın pişmiş, dinlenmiş, yolunu bulmuş bir hâlini okumak gibiydi. Birçok yazarı, birçok kitabı not ettiğim, "konuyu iyice dağıttı, bakalım nasıl toplayacak" diye sinsi sinsi güldüğüm yerlerde, yazarın konusunu toplamak, başladığı yere geri dönebilmek konusundaki maharetine hayran kaldığım, sık sık "tam da budur" dediğim, çok bereketli bir okuyuş oldu benim için. Nurdan Gürbilek'in diğer deneme kitaplarını okumamıştım, okuyup anlayabilmek için önce Oğuz Atay, Dostoyevski gibi sık bahsettiği yazarların külliyatlarını bitirmek gerek, şeklinde bir izlenimim vardı nedense. İlk fırsatta diğer kitaplarını da okumak istiyorum.
Ahlat Ağacı ve Barış Bıçakçı bölümleri, benim için çok tatlı sürprizler oldu. Ne zamandır Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi yeniden okumayı düşünüyordum, bu ara başlarım herhalde.
Yazarın evi neresidir? Bir evi var mıdır? Dil yazırın yurdu mudur? Yazmak bir eve dönme biçimi midir yoksa tam tersi, ya da ikisi birden mi? Yazar eseriyle kendine "ikinci bir hayat" mı kurgular, yani bir nevi yeni bir yurt mu edinir? Nurdan Gürbilek, bu ve daha fazla pek çok soru etrafında ördüğü deneme kitabı "İkinci Hayat"ta edebiyat tarihinde önemli yazarlara uğruyor, onların metinlerinden (Gürbilek metinlerinin olmazsa olmazı Tanpınar gibi) çağdaş yazarlara uzanıyor; Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı... Ayrıca edebiyatın sınırları içinde de kalmayarak, bir televizyon dizisi olan Çukur dizisindeki "eve dönüş" izleğini irdelerken "kurtarıcı olarak köklerine geri dönmek", "geldiğin yeri bilmek ve vefa" duygusunun günümüzde nasıl bir şekilde ortaya çıktığını da tartışıyor. Bir başka yazısında da mesela Nuri Bilgi Ceylan'ın filmlerinde aynı izleğin "taşralı olarak eve dönüş" şeklindeki yansımalarını irdeliyor. Edebiyat tarihini bir uçtan öteki uca bir de "ev" ve "yurt" mefhumuyla şöyle bir kat etmek isterseniz mutlaka okuyun. Gürbilek'in bir diğer olmazsa olmazları Benjamin'e, Adorno'ya, Deleuze'e uğrayarak gerçekleştireceğiniz bu yolculuk, felsefeden ve tarihten güç almayan bir edebiyatın da edebiyat eleştirisinin de derinleşemeyeceğini bir kez daha düşündürdü bana. Gürbilek yine ilham verdi, zihnimi tetikledi, düşünceler yine dallanıp .budaklandı. Var olsun. (Hele fotoğraftaki kaz gibi siz de “buraya ait değilim” diyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun 😀) #okudumbitti #inzivadayımokuyorum #bookstagram #booklover #books #kitapönerisi #kitap #edebiyateleştirisi #nurdangürbilek
"başlangıçta 'yer duygusu' üzerine düşünüyordum," diye başlıyor gürbilek. sunuş bölümünde ortaya büyük-genel sorular atıyor ve sonra kitabın sonuna kadar bu soruların etrafında serbest stil dönüp duruyor. "yer duygusu" demek her şey demek neredeyse. edebiyatın, sanatın tamamı yer duygusuna bağlanabilir. böyle yöntem, biçim kaygısı güdülmeyecek madem, kitabın adı denemeler, kısa yazılar filan olabilirmiş gayet güzel.
kısa yazıların çoğunluğunun lise öğrencileri için örnek okuma parçaları seviyesinde olduğunu da belirtmek gerek. sessizin payı'ndan sonra net bir düşüş bu kitap, gürbikek'in en zayıf kitabı olabilir bu kitap. olumlu tarafı, kolay okunması sebebiyle gürbilek'e yeni okurlar kazandırma potansiyeli olabilir belki. eski bir okuru olarak ben olumsuz bakma hakkımı kullanmak istiyorum.
kitapta çok sayıda yazar çıkıyor karşımıza: benjamin, said, conrad, kafka, pessoa, sebald, nietzsche, deleuze, bizden yahya kemal, tanpınar, cemil meriç, orhan kemal, latife tekin...bu isimlerin çoğu kısa metinlerde görünüp kayboluyor, birkaçı biraz daha fazla yer buluyor ama kitapta hem hacim hem düşünce olarak merkezi denebilecek bir yer tutan başka bir isim var: ayhan geçgin. kitabın hemen hemen ortalarında yer alan ayhan geçgin bölümünden öncesi onun için yazılmış, sonrası da onun etkisinde sönük kalmış gibi. barış bıçakçı var bir de ayhan geçgin'den sonra "fazla" yer tutan.
gürbilek ismini saydığım dünya devlerinden sonra geçgin'e geçerken bir tespit yapıyor. türkçede yer duygusuna dair yazanlardan orhan kemal'i ve latife tekin'i anıyor. bugün orhan kemal gibi yazılamayacağını, latife tekin'deki "biz" kavramının ise yok olduğunu belirtiyor ve ,hop, bugün eşittir ayhan geçgin oluyor tek cümlede. orhan kemal'i bir tarafa bırakalım, latife tekin'in önceki yazdıklarını da. tekin 2018 tarihli iki romanı, sürüklenme ve manves city'i yazmamış sanki. bu iki kısa roman harika bir "güncelleme" ve tam da yer duygusunu merkezine alan bir şimdiki zaman okuması değil mi?..
ayhan geçgin romanlarının ağır bir deleuze etkisinde olduğunu, biçiminin yine bu etkiyle "roman gibi felsefe" olduğunu ve geçgin'in romanlarında yaptığının "düşünce deneyi" olduğunu vurguluyor gürbilek. sonra geçgin romanlarından bol bol alıntıyla başvuruyor. alıntılar "düşünce deneyinin" parçaları olduğu için doğal olarak hakkında söylenebileceklerin tamamını doğrudan söylüyor ve kendi üzerine kapanıyor. gürbilek alıntıları birbirine bağlamakla yetiniyor. alıntılar romanlardan alınmasına rağmen roman cümlesi değil, romanda olması gereken canlılık, ışık, deneyimin izi, esneklik...hiçbiri yok. kalıp kalıp düşünce. gürbilek neredeyse büyüleniyor bundan. şöyle bir şey: deleuze'de "eksik halk" diye bir kavram var mesela, geçgin'in romanında ise, "halk yoktu, halk eksikti" türünden bodoslama bir cümle. gürbilek deleuze'deki kavramı geçgin'de görebiliyoruz diye müthiş bir çıkarım yapıyor. süper.
esnek yorum alanını barış bıçakçı bölümünde buluyor gürbilek. önce güzel tespitler: bıçakçı'nın güzel cümleler, aforizmalar, genellemeler peşinde olup bunu ironiyle frenlemeye çalışan "kederli palyaço" diliyle "suskun anlatılar"ın, "usul usul edebiyat"ın dili arasında yaşadığı gelgitten bahsediyor. kitaplarını bu iki farklı dile göre ayrıştırıyor. sonra konu seyrek yağmur'a geldiğinde gürbilek'in dili değişiyor, tuhaf biçimde duygusallaşmaya başlıyor. "seyrek yağmur'un dağınık fragmanlarını bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi okudum ben..." diyor, "bir hikaye değil belki ama alegorinin bazı figürleri belirir gibi oldu..." daha sonra efsane olacak bir cümle: "bir kolay çıkışlar ve inişler çağı. koca göbeğiyle tek tük damlaların peşinde koşan 'kadersiz' rıfat'ın çağı." tespitte çığır açmak bu herhalde. berbat bir romanı bir de yorumla berbat etmek.
plan dışı dağılan her kitap gibi bu kitap da "toparlama" mahiyetindeki birkaç sayfalık bölümle sona eriyor. bu bölümde tekrar devlere ve büyük sorulara dönüyor gürbilek ve sorularla bitiriyor: edebiyat sığınak mı, dil vatan mı, edebiyatta-sanatta bir ikinci hayat var mı?...geçgin yok, bıçakçı yok bu bölümde. olsalar ve hatta gürbilek "çünkü rıfat çağı" diye bitirse güzel olurmuş aslında. seyrek yağmur'u büyük soruların bağlamı içine çekip okudu madem, böyle görkemli bir final gerekmez miydi?..yoksa gürbilek'in yaptığı yanlış bir okuma mıydı?..bıçkakçı'ya, geçgin'e haksızlık olacak kadar yanlış ya da yersiz bir okuma mı?..
gürbilek gibi yetkin bir ismin, bağlam meselesi bir tarafa, daha gerçekçi, daha cesur, daha sert değerlendirmeler yapmasını beklerdim geçgin ve bıçakçı hakkında. odağına bu isimleri aldığı ve bu isimler iyi yazarlarımız arasında olduğu için onlardan bahsediyorum. gürbilek'in seyrek yağmur'u güzellememesi lazım. akıl almaz derecede kötü kitap-kötü yazar üreten bir edebiyatımız var. daha beteri bu kötü kitapları-yazarları besleyen, üreten bir düzen var: herkes kötü olduğunu adı gibi bildiği kitapları övüyor, yazar müsveddesi olamayacak isimleri göklere çıkarıyor. hal böyleyken, beterin beterinin de beteri, seyrek yağmur'un bizzat yaptığı gibi okur sorumlu gösteriliyor mevcut durumdan, okur suçlanıyor. ne için olursa olsun, ne bağlamda olursa olsun bu düzene ortak olmamak gerekiyor. gürbilek'ten beklentim çok mu yüksek, bu kitaptan sonra bilmiyorum.
Nurdan Gürbilek bu kitabında biraz daha güncele dair metinlerle karşımıza çıkıyor; Çukur dizisi, Ahlat Ağacı filmi, Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı gibi isimler, Latife Tekin’in yakın tarihleri romanları vs. kendi yer bulan isimlerden bazıları. Çukur’la ilgili olan “eve dönüş” mitini başka bir boyuttan ele aldığı bölüm ve Nuri Bilge Ceylan sinemasında baba-oğul ilişkisinin dinamiklerine dair olan bölüm en beğendiklerim oldu. Bazı yerleri (özellikle bazı yazarlarla ilgili olan) gereksiz bulmadım da değil doğrusu ama Nurdan Gürbilek’in kredisi o kadar yüksek ki diğer eserlerine kıyasla görece zayıf olan bu eserini bile öyle ya da böyle severek tamamladım.
Tüm kitapları gibi çok ilham verici. Bir kişisel maruzatım oldu. Keşke Latife Tekin dışında kadınlar hakkında da yazsa diye düşünmekten kendimi alamadım okurken. Söylediklerine duyduğum merakla sürüklenirken erkeklerin kurduğu dünya üzerine düşünmek, anlamaya çalışmakla ömrümüzün geçiyor olmasına hayıflandım. Yazmak, ev, aile, yurt üzerine yazmış kadınların yazınına dair düşündüklerini çok merak ediyorum.
Haberini ilk aldığımda heyecanlandığım bir kitaptı. İsmi, teması ve yazarı en ilgimi çeken üç unsurdu. Bazı yerleri çok ilgimi çekse de sıkıldığımı hissettiğim yerler oldu ne yazık ki. Nurdan Gürbilek en güvendiğim, bazı yazılarında en heyecanlandığım ve bütün kitaplarını okumaktan keyif aldığım bir yazardı. Hem de kaçmak, kovulmak, dönmek, yersizlik yurtsuzluk gibi temaları işlediği bi kitabı belki de en sevdiğim kitabı olması gerekirken sıkıldığımı artık farklı gelmediğini ve beni fazla da heyecanlandıramadığını hissettim. Kaydadeğer bir üslubu ve yoğun bir bilgi birikimi olan bir kadın. Kesinlikle tanışılması gereken bir yazar. Ama onca kitabını okuyunca odağını fazla değiştirmediği ve temaları değişse de hangi konu üzerinde yoğunlaşmış ve uzmanlaşmışsa onu sürekli farklı biçimlerde farklı temalarla tekrarlıyormuş gibi bir güçlü bir hisse kapıldım. Sanki fazla derinlere açılmıyor farklı konulara çok değinmiyor hissini çok fazla yaşadım bu kitabın satırlarında Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Walter Benjamin. Hepsi çok değerli yazar ve düşünürler. Ancak döne döne işlediği bir çember varmış gibi geldi bana. Belki kitaplarının çoğunu okumayanlara farklı gelecektir. Ama çoğunu okuyanlar da hissedebilir ne demek istediğimi? Yine de dörtten aşağı bir puan veremedim. Çünkü Vitrinde Yaşamak, Mağdurun Dili, Sessizin Payı gibi şahane kitapları olan ve okumaktan keyif aldığım tezimde de kaynaklarımda kitapları yer alan bir yazar. Hayalkırıklığına uğrasam da sıkılsam da elim yine de gidecek sanırım kitaplarına. Odağını değiştirmediğini, farklılaşmadığını bile bile belki başka bir motivasyonla başka bir zamanda daha çok sevebilirim kitabı kim bilir!
"Kaçmak, kovulmak, dönmek üzerine" denemeler deyince, kitaptan önce çeşitli mecralarda paylaşılan sunuş yazısının da verdiği heyecanla, "edebiyatta mekan" olgusunun ("eksiksiz" olmasa da) epey kapsamlı, sık sık da beklenmedik yorum kapıları açıveren bir tematik incelemesiyle karşılaşacağımı düşünmüştüm açıkçası. Fakat Gürbilek'in eski okurları için pek de sürprizler barındırmayan, yine Tanpınar'lı, yine Cemil Meriç'li, tekrar hissi uyandıran, belki bu konularda eskiden söylenmiş onca söze birkaç dipnot düşebilen çok fazla pasajla karşılaşılan bir kitap olmuş bu kez.
Sevdiğim bir albümü bilmem kaçıncı defa dinlemişim gibi bir his yarattı. Aynı temalar, aynı stil. Yazar yine hayal kırıklığına uğratmıyor okurunu, istediğini veriyor.
Olduğumuz yere mahkum edildiğimiz şu günlerde, Nurdan Gürbilek’in Kaçmak, Kovulmak ve Dönmek üzerine yazdığı denemeleri okumak o kadar iyi geldi ki! Edward Said’in Yertsiz Yurtsuz’unu, Ayhan Geçgin’in Gençlik Düşü’nü, Uzun Yürüyüşü’nü kütüphaneme eklemek için yola çıktım bile.
“Peki, yazarın yerle bağı onulmaz bir biçimde kopmuşsa, ne ayrıldığı ne de gittiği yer bir yurt oluşturmuyorsa ne olur? Yazarın yazarken ona güç veren, sonunda onu geri alacağını bildiği sağlam bir toprağı yoksa, Son Adım’da Alisa‘nın fark edeceği gibi, insanın bir zamanlar içinde dolaştığı “güneşle, engin gökler, dağlarla, dingin ya da korkutucu geceyle, suyla yorulmus kayıtsız, sağlam, barışçıl, gövdeleri tutuşturan kıvılcımlarla yüklü” Bir toprağı, o toprağın üzerine geçmiş bir Çocuklu, bir zamanlar içinde yüzdüğü, erken yaşta içine “Neşe gibi bir şeyi” koyan bir ırmağın, yazıda yeniden yaratabileceği böyle sağlam bir yeri yoksa ne olur? Dünya her geçen gün böyle bir yer olmaktan çıkıyorsa, insanlar artık birbirine bir yer duygusuyla değil, bir “sürgün bağı”yla bağlılarsa dünya artık “bugün bu dünyada bir yer bulamayıp gezinip duranlar, tüm o göçenler, kıtaları aşmak için yola koyulanlar, şu hiçbir yerde duramayıp öteye beriye kendini vuranlar, bir yerde kalmak, yerleşmek isteyip de vardıkları yerlerden ertesi günü kaçarcasına ayrılanlar, bütün o gezmek istemeyen gezginler, aldıkları yolları bir yük gibi taşıyanlar, evsiz barksızlar, yeri yurdu olmayanların dünyasıysa ne olur?”
İyi ki okumuşum, iyi ki! Kitap kısa bir edebiyat lecture’ı tadındaydı. Kitabını okurken Gürbilek birçok yeni yazarla okuyucusunu tanıştırıyor ve bu yapıtları çağdaş dönemi etkisi altına alan E. Said, Deleuz ve Zizek gibi teorisyen ve filozofların gözüyle incelemeyi de es geçmiyor. Özellikle bu kadar güncel edebiyat ve sinema dünyasından referanslar vermesini okurken ayrı bir tatmin edici buldum. Şu an sayesinde elimde o kadar güzel bir okuma listesi var ki, başlamak için inanılmaz heyecan duyuyorum. Soluğu en az bir Ayhan Geçgin, Latife Tekin, Barış Bıçakçı, Tanpınar ve Pessoa kitabında alacağım kesin. Bir de henüz izleyemediğim bazı Nuri Bilge Ceylan filmleri... Bunlar sadece şu an aklıma gelenler, liste uzun. Özellikle Çağdaş Türk Edebiyatı üzerine derin edebi tahliller arayan meraklı okuyuculara ısrarla tavsiye edilir.
" Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: bir zaman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. tam olarak ne zaman yaşarız bunu: evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu farkettiğimiz an mı? evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı? "
Nurdan Gürbilek okumanın kolay olmadığı kesin, özellikle aşina olunmayan yazarlar ile ilgili kısımlar (bu kitapta benim için Ayhan Geçgin) biraz zorlayıcı olabiliyor ama asla sıkıcı değil, daha ziyade yeni kitaplar okumaya ve yeni yazarlar tanımaya yönelik merak uyandırıcı ve her zaman düşünmeye teşvik edici. Bu kitabın da benim için en güzel kısmı yer/yurt/vatan üzerine düşündürürken, ülkenin geri kalmışlığına ya da dünyanın kötülüğüne inat entelektüel bir aidiyeti hissettirmesi oldu.
Dilin olanakları üzerinden eve, yurda, yurtsuzluğa dair üzerine tefekkür edilesi denemeler kaleme almış Nurdan Gürbilek... Pandemi döneminde yazdığını söylüyor bu kitabı kendisi. Öyle olmalı ki tüm kitap boyunca yazmaktan ellerinin parçalandığını tahayyül ediyorum. Böyle düşünmek hoşuma da gidiyor. Bunun acıyla tümleşmekten çok, ait olduğun yerden ses vermekle alakası var galiba. Ben tüm bir dünya fikriyatını içerden bir hissedişle ve kesif bir yoğunlukla anlatan bir yazara çok fazla denk gelmiyorum. Bu yüzden okudukça kendini var edecek cinsten bir kitap, İkinci Hayat. İnsanlığın makus talihi yazı ve dil aracılığıyla eczasını buluyor biraz. Değindiği tüm yazarlarda bu arayış var. Bu çok kıymetli.
Okumalar okuması tadında bir kitap. Anlamanız ya da okurken yorulmamanız için bahsi geçen eserleri okumuş olmanız gerekiyor. Hanımefendinin üslubu biraz dolambaçlı her şeyi anlatma isteği anlatımını karmaşıklaştırıyor. Metinlerarasılık her şeye kadir, bağlantı kurmayı ben de severim ama lütfen anlamı zorlamayalım. Kitabın beşinci bölümden itibaren açıldığını düşünüyorum. Meraklısına tavsiye ederim.
“Yığınların yersiz yurtsuzluğa zorlandığı bir çağda evin mecazi anlamının düz anlamını silecek kadar önce çıkmasında bir terslik var.”
“Yolumuzdan çekilmelerini isteyebilmek için güçlü anababalarımız olsun isteriz…”
“‘Coğrafya kaderdir’den Türkçede ilk söz eden Tanpınar’dı. Coğrafi kaderi, ülkenin kaderiyle yazarın kişisel kaderini iç içe geçiren bir mağdurluk anlatısının kilit kavramına dönüştüren ise Cemil Meriç. Olamazdım, çünkü burada olunmaz. Yapamadım, çünkü burada yapılamaz. Olmadı, çünkü bizde olmaz…”
ev metaforu üzerinde düşündüğüm bir zamanda kitapçıda çıktı karşıma bu kitap. ilk defa arka kapak yazısına bakarak rastgele aldığım bir eser. kitapta müthiş bir emek var. kaynakları, eserleri, yazarları birleştirme mükemmel. nasıl bir kafadır bu. nbc'ye bile değinmiş. moderniteyle geçmişten alıntılar var. sürekli bilgi okuyoruz. AMA yazarın kendi fikirleriyle açıklayarak bağdaştırdığı bilgiler bunlar. ben pek memnun kalmadım açıkçası. ev, kaçmak, dönmek üzerine güzel analizler bekliyordum ama kitabın ortalarından sonra ucu kaçtı ya da ben fark etmedim. bilemiyorum. belki de bahsedilen yazarları okumam gerekiyordu. bayağı bayağı bir karşılaştırmalı analiz kitabıydı. AMA sanırım bir daha nurdan gurbilek okurum...... bekliyorum bunu kendimden. arka kapak yazıları çarpıcı ve çok çekici. altını çizdiğim birkaç cümleyi ekleyeyim.
"hayır, özgürlük değildi benim istediğim, yalnızca bir çıkış yoluydu; sağa mı olur, sola mı, nereye olursa; başka bir istek üzerinde durmuyordum; ama çıkış yolu bir aldanıştan başka bir şey değilmiş, kabulümdü. istediğim şey büyük sayılmazdı, yaşadığım düş kırıklığı da ondan büyük olmayacaktı. ilerlemeli, ilerlemeliydim."
bu alıntıya dair birçok yazarın farklı ilerlemelerini okuyoruz. daire şeklinde mi, düz bir çizgide hiçbir yere sapmadan mı? metaforlar, metaforlar...
"anlamak dönüşmektir, başka bir şeye dönüşmektir. birini ya da bir şeyi anlamak ama ona katılmamak gibi dışarıdan bir konum yoktur. anlamak, birini, bir şeyi, bir hayvan, bir bitki ya da kaya parçasını ona dönüştürmektir, bedensel olarak, kanda, sinirlerde, kaslarda, ondan bir parçanın içinde büyümesidir. sen ya da o olduğun oranda, belki artık ne sen ne de o olan bir yere doğru gitmektir, anladığından dahi başka bir şeye dönüşmektir."
anlamayı hiç böyle düşünmemiştim. seni anlıyorum değil, kendimi dönüştürüyorum.
"bir silgi gibi tükendim ben. başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. ben kurşunkalem silgisiydim. azaldığımla tükendim." oğuz atay'dan.
ayrıca şunu da söyleyeyim kitapta en keyif alarak okuduğum yer ayhan geçgin'den ve kitaplarından bahsedilen yerdi. ismini duymuştum ama hiçbir kitabını okumamıştım. nurdan gürbilek bana bir kapı açtı. ayhan geçgin'i çok merak ediyorum şimdi.
Uzun zamandır aidiyet üzerine düşüyorum. Ait olma kavgamı beni hem korkutan hem de düşüncesi bile mutlu eden bir kavgamdı. Uzun zaman sonra aile evine döndüğümde içimde çözmeyi beklediğim bir his uyandı. Bilinmeyen bir geçmişte bastırıldıktan sonra geri dönen, örtülü kalması gerektiği halde açığa çıkan, tanıdık olanla şimdi tanınamaz olan şeyin rahatsız edici bir karışımı.
“Çıkmaz” bölümünde anlattığı dünyada sığınılacak tek bir delik kalmayışı, babadan özgürleşmeden daha çok, babanın kendisinin de çıkış bulamadığı bir dünyada bir çıkış yolu bulma düşüncesi üzerine düşündüm.
Bir çok başlık altında uzun uzun düşünmeye yetecek cümleler barındırdığı gibi, tanıdık bildik eserlerle arandaki bağı da güçlendiriyor. Birçok eserden alıntıladığı cümlelerle birlikte yeni sanatçılarla da tanışma fırsatı buldum.
This entire review has been hidden because of spoilers.
İlk defa Nurdan Gürbilek okudum. Bu kitabı okumak benim için çok da iyi bilmediğim bir hastalık hakkında yeni bir makale okumak gibiydi. Yani evet tıp/biyoloji neyse bir temel bilgiye sahibim ama konu benim için yeni. O nedenle okurken zorlandım ama yeni bir şey öğrenme, başka bir açıdan bakma hevesi peşimi bırakmadı. Barış Bıçakçı'nın seyrek yağmurunun neden beni biraz hayalkırıklığına uğrattığını anladım mesela. Tanıştığıma memnun oldum Nurdan Hanım.
" ...Neden yazdım?... İnsan saplanan ağrıyı dindirebilmek, ağrı dinmeyince sırf "ağrıyan yeri ovmak" için de yazar..."
* Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz birşey vardır.On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız:sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır. * Dünya bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne kaldıkları ne de gittikleri yere yerleşebilenlerin dünyası olduğu için, bu yerinden edilmeler dünyanın yerleşik düzeniyle birlikte 'ülke', 'yurt', 'memleket' kavramlarını da yerinden ettiği için böyle yazmak inandırıcı değil artık. Haritayı yüzyıl önce Kafka çizmişti. Babaya mektup'ta dünya haritasının ��zerine boydan boya uzanmış bir baba vardır. Oğul kaçacak yer arar, ama haritada yer kalmamıştır. * Topluluğa duyulan kör sadakat ile kişiyi yalnızlaştıran entellektüel duruş arasında bir seçim yapmak gerektiğinde ikincisini seçeceğim. Figürün Türkiye'de geniş bir kesimi etkilemesinin, önce uzaklaşıp sonra eve dönenlerin evden hiç ayrılmayandan daha etkileyici olmasının nedenleri var. Eve dönen adam sürüklenişi kaydeden ona bir yanıt oluşturmaya çalışan bir reaktif modernlik anlatısıdır. Eve dönmek için her zaman çoktan geç kalındığını ne dönülen yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu hepimiz kendi hayatımızdan biliriz. * Oysa yazarı, bir yerin beklentilerini en iyi karşılayan değil, yeri ayağımızın altından hafifçe, bazen şiddetle kaydıran bir yerin gerçeğini en iyi savunandan çok o gerçeği savunabilmek için bile oraya tam yerleşmeyen biri olarak görmek mübadele koşullarını toptan değiştirir. * Baktığı her yerde bir baba vekili gören bir psikanalitik yorumdan çok babayı sadece baba olarak değil babanın kendisinin de kaçamadığı devasal bir aygıt olarak ele almayı öneriyorlardı. Babanın yasasının, patronun, müdürün, yargıcın yasalarıyla iç içe geçtiğini gösterdiği için çarpıcıdır. Sorun babadan özgürleşmekten çok babanın kendisinin de çıkış bulamadığı bir dünyada bir çıkış yolu bulmaktır. *Yeni bir silah arayışından ('yeni silahlar kaçış çizgilerinde yaratılır') yerleşik imparatorluklar karşısında göçebelerin yaptığına benzer bazan olduğu yerden kımıldamayan,çizilen kaçış çizgilerinden söz ediyordu Deleuze-Guattari. * Düşünceyi başka dünyalara açmak için evin konforlu çatısının dışına çık. Sadece istemediğin şeyden kurtulmak için değil, istediğine sahip olmak için de seni oraya çivileyen ne varsa geride bırak. Geçmişin ölü kabuğuna saplanmanın yerine etkin bir unutuşu, belleğin yerine deneyi geçir. Verili bir yer işgal etmektense bir yer yaratmayı dene. * Anlamak dönüşmektir, başka bir şeye dönüşmektir. Anladığından dahi başka bir şeye dönüşmektir. * Bazı şeyleri gençlikte yaşamak gerekiyordu. Artık genç değildi. * Paris'te hayat bir nehir gibi durmadan akıyor, sen ancak ayaklarını ıslatmakla yetiniyorsun. * Bir yere yerleşebilenleri değil, esas yerleşemeyenleri anlatacağını daha Kasaba'da hissettirmişti. * Yolumuzdan çekilmelerini isteyebilmek için güçlü ana babalarımız olsun isteriz. * İnsan neden her şey olup bittikten sonra bir de cümle kurar? Hayatın içinde eksik kalan nedir ki yazıda tamamlansın ister? * Kırk yaşımızda yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.
farklı yazarlar ve bazen yönetmenlerle edebiyatta ikinci hayat, yurt, ev, kaçış ve geri dönüş kavramlarını inceleyen bir deneme kitabı.
insanın nereye ait olduğu, yaşadığı dilin sınırlarından kurtulmasının imkanı, sıkışan coğrafya sınırlarının içinde kaçışın içe mi dışa mı olacağı gibi benzeri sorularıyla yeniden 'sanatçının genç adam portresi'nden dedalus ile tartışmaları sürdürdüğüm sıralarda bu kitabı okumak keyifliydi. tek olumsuz tarafı kitaptaki bazı yazarların eserleriyle daha tanışıklığımın olmamasıydı (barış bıçakçı, ayhan geçgin vb.) ki bu benim eksikliğim... kitabının bütünselliği dışında ilgimi çeken bölümlerden biri olan 'sınır'da, zaptedilemeyen yazarların karşı tarafa yollanarak (sağ-sol) yurtsuz kalmasını teklif etmiş; "bilge karasu'yu, leyla erbil'i, vüs'at o. bener'i yollasak, buranın yerlileri olacaklarına karşı yakanın yersizleri olsalar fena mı olur? oğuz atay burada bir tutanamayanlar kulübü işleteceğine tehlikeli oyunlarını karşı mahallede oynasa fena mı olur?" bu konu hakkındaki düşüncelerimi stephen dedalus ile cevaplamak istiyorum:
hoşgeldin, ey hayat! deneyimin gerçekliğiyle yüzleşmek ve ruhumun örsünde ırkımın yaratılmamış vicdanını dövmek üzere yola çıkıyorum milyonuncu kez. -stephen dedalus
kabarma ve geri çekilme. kanatlanma ve yuvaya dönüş.
Bu kitap bana oldukça cömert davrandı. Öncelikle, "kolektif hafıza" üzerine tüm ezberlerimi yıktı. Yine çok sevdiğim isimlerle karşılaştırdı.
Pasajların sonunda sorduğu sorularla yeni yüzleşmelere kapı araladı. Adını daha önce duymadığım bir yazarı, Ayhan Geçgin’i hayatıma kazandırdı.
Bitiminde birçok şeyin dönüşeceğine hemfikir olduğum pandemi günlerinde -bununla ilgili nefis bir sunuşu da var- ilaç gibi geldi. Ne okusam diye düşünenlere öneririm.
Edebiyatın, felsefenin, sinemanın bir şey kazandırmak zorunda olmaması düşüncesi ile dilsel vatan ve sınırları yıkıp geçmek üzerine müthiş bir ikilem vadediyor.
En sevdiğim pasajlardan biri “Yazmak” üzerine sayıklamaları oldu.
Nefesimi kesen bir alıntı:
Barthes’ın Orpheus düşü: “Yazı sevdiğini (“dilsel vatan”) ancak arkasında bırakabilirse kurtarabilir. (s. 205)
"... Kelimelere hakim olabilirse hayata da hakim olabileceğine inandığı, bazı yan yana gelmemiş sözcükleri yan yana getirebilirse hayatta bazı taşları kıpırdatabileceğine inandığı için yazar."
""Kendimize doğru yola çıkar, başkalarında mola veririz," diyordu Huzursuzluğun Kitabı'ında Pessoa."
"Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır."
"... "bir çölü geçebilmek için değil, bir çölü bir kadın, bir köpek, bir ağaç olarak geçebilmek" için yazar."
Bazılarının yurtdışına kaçmak zorunda kaldığı, bazılarının yurtdışına kaçamadığı, bazılarının yurtdışından geri döndüğü, bazılarının şehirden köye, bazılarınınsa baba evine döndüğü, herkesin evinde boğulup kimsenin evinde hissetmediği şu zamanlarda ev, yer, yurt, ülke, vatan ve dil üzerine düşünmek için güzel bir kitap. Öte yandan edebiyat hakkında hiçbir fikrim olmadığını ve okumam gereken külliyatı fark edince canım biraz sıkıldı... Gidip hemen Ayhan Geçgin aldım. Sonra da çok geç bir şekilde Barış Bıçakçı'ya başlayacağım sanırım.
Gürbilek tabi bunları kronolojik olarak dizip, yazarların kendi kitapları arasındaki üslup ve dil farklarını, imge dünyasındaki değişiklikleri, kimlerden etkilendiklerini, nereden başlayıp nereye geldiklerini falan analiz ediyor ama gidip sırayla okuyacak halim yok.. Tabi kendi cehaletimle yüzleştiğim için de tadım kaçmış olabilir biraz... Öte yandan Nuri Bilge Ceylan analizinden zevk aldım mesela; kafamın kuytularında cevapsız kalmış imge kırıntıları derli toplu bir hale geldi sanki biraz. "Hımm demek doğru sezmişim falan diye" kendime pay bile çıkardım. Uzun lafın kısası, benim gibi cahiller için dev bir okuma listesi sunuyor. Önümüzdeki sınırlı ve sıkıntılı zamanları düşünecek olursak, içinde saklanılabilecek epey kitap var kitabın içinde. Benjamin'dir, Fuko'dur özenle seçilmiş alıntıların sunduğu kaçış çizgileri de cabası. Tabi ölüm çizgisine dönüşmedikleri sürece.
Edebiyat bir eserlerinin satırları arasında bir kez de "ev" ve "yurt" kavramları üzerinden yolculuk etmek isterseniz mutlaka okuyun. Gürbilek'in diğer kitaplarından aşina olduğumuz Benjamin, Adorno ve Deleuze ile Tanpınar, Cemil Meriç,Latife Tekin, Ayhan Geçgin ve Barış Bıçakçı duraklarında vakit geçirdiğimiz bu yolculuk sinema ve dizilerden örneklerle "kaçmak", "kovmak" ve "dönmek" kavramları üzerinden gidenlere, gittiği gibi dönemeyenlere, döndüğü gibi kalamayanlara yakından bakıyor. Ben en çok " Dilsel vatan" kavramı durağında oyalandım. Hayatı kimsesizler yurdunda, ıslahevinde, hapishanede geçen bir yazarın (yazarların) dili güzel kullanma vurgusundaki ödeşme isteği; evini, vatanını terk edip bir dile yerleşen yazarların sonunda sığındığı ölü diller düşündürdü beni. Ve bu ölüm dilini yeniden dirimin, duyumun, seslenmenin diline çevirme ihtimali ile bunu başaran " soluğunun içinde başka soluklar" bulan kıymetli yazarlarımız.
Uzun zamandır merak ettiğim ve merak ettiğim kadar olan bir kitaptı. Okurken sadece adını daha önce duymadığım yazarlarla karşılaştığım noktalarda bir miktar zorlandım. Bu da o edebiyata biraz “yabancı” olmakla ilgiliydi. Fakat kitabın derdi de biraz bu yabancı olmak ile ilgili de olduğu için bu zorlanmadan bile keyif alıyorsunuz.
Diline ve biyografisine, ideolojisine hakim olduğum yazar ve yönetmenlerin eserleriyle ilgili olan bölümlerde daha çok heyecanlandım, daha iyi anladım çünkü tanıdıktı. Çünkü biliyordum.
Tam olarak ufuk çizgisini görmek, tanıdık olandan kaçmak ve sonra artık tanıdık olana yabancılaşmış ama gittiği yere de sığamamış olmayı anlatan bu kitapta; bu hislerle buluşmak da çok değerliydi. Edebiyat ve psikanalizin kesişimlerini hissetmek ise heyecan vericiydi. Başka kitaplarını okumayı iple çekiyorum.
Fazla aceleye geldiğini, yahut konunun getirdiği heyecanla her şeyin aynı anda söylenmeye çalışıldığını hissettim kitabın, okumayı bırakmak zorunda kalmadan önce okuduğum yetmiş sayfasında. Ev, aile, şehir, ülke, buralarda yaşam, yaşayamama, uzaklaşma, kovulma veya kaçış, menzildeki yaşam, yaşayamama, hasret, gurbet, zorunlu yahut gönüllü dönüş ve sonrası. buradaki her kavramın kombinasyonundan bir kitap yazılabilecekken, tüm tuşlara aynı anda basınca yazar, ortaklığı kendisinden başka çok az kişi tarafından görülebilecek, içselleştirilebilecek yazar ve düşünürleri bir odaya doldurunca bir sıkışıklık yaşanıyor, odada nefes alınamıyor, adım atılamıyor, bırakın hareket etmeyi, düşünecek alan bile kalmıyor ve insan kendini dışarı atmak istiyor.
Gürbilek’in deneme olarak sunulan bu kitabı aslında deneme değil de daha ziyade edebiyatımızda yer etmiş önemli eserlerin ve nuri bilge filmlerinin “aidiyet” kavramı üzerinden Gürbilek perspektifinden bir analizi gibi. Hissiyat olarak çok daha farklı şeyler beklerken kendimi bir tür Edebiyat Fakültesi analiz dersinde bulduğum için üç yıldız verdim. Yoksa kesinlikle sağlam bir araştırmanın ve sonsuz bir adanmışlığın ürünü olduğu her bölümünde kendisini hissettiriyor. Yalnız kitapta bolca eleştirdiği “kapitalizm” kaygısına kendisi de düşüp “deneme” adı altında akademik metin sattırdığı için samimiyetsiz bulduğumu da eklemeden edemeyeceğim.
Nurdan Gürbilek’in günümüzdeki en güçlü eleştirmen ve düşünürlerimizden olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu kitabındaki on bağımsız metinde yer değiştirme, yurt, aidiyet, dil temaları ağır basıyor. Okunması emek isteyen, yoğun, derin metinler. İncelediği isimlerden bolca alıntılar yapması ise işinizi biraz kolaylaştırıyor. Ayhan Geçgin ve Barış Bıçakçı hakkında uzun birer bölüm var. Ben her iki yazara da pek ısınabilmiş bir okur değilim ama meraklıları için iyi bir rehber olabilir bu yazılar. Edward Said, Jean Amery, Tanpınar, Sebald, Benjamin, Cemil Meriç, Nuri Bige Ceylan, üzerinde etraflıca durulan diğer isimler.
Keske okudugum her seyle ilgili acip bir de Nurdan Gurbilek' in degerlendirmesini okuyabilsem. Gayet sogukkanli ama heyecanini hep koruyan elestirilerle dolu bir kitap. Ev, yurt, aile kavramlari ile baslayip yazarin asil mucadelesinin kendisiyle ve daha once urettigi eserlerle oldugunu cok incelikli bir sekilde ifade etmis. Aslinda yazarin kendisi terkedilecek, geri donulecek, benimsenecek, reddedilecek bir eve donusuyor. Ikinci hayat bolumu bu gecisi saglamasi acisindan kitabi iki bolume ayirmis gibi geldi. Keske bu bolum daha uzun olsaydi. Tadi en cok damagimda kalan bu bolum oldu.