Hüzünlüdür İstanbul, Eylül 1955’ten beri... Kadim kentin destansı tarihinde, 6/7 Eylül 1955’te yaşanan büyük yıkım kuşkusuz çok özel bir yer tutar. Acısı hep sürecek bu büyük altüst oluş, toplumsal olduğu kadar bireysel anlamda da derin kırılmalara yol açmıştır. Tıpkı Suzan ve Yorgo’nun aşkında olduğu gibi. Suzan ve “sevgili papazı”nın büyük dramını okurken, kendinizi İstanbul dekorunda, tarihin içinde, “soluksuz ve dipsiz” bir yolculuğa çıkmış bulacaksınız. Bir yas, beş yıl süreyle her gün ve yirmi dört saat tutulur mu?
Suzan ve Yorgo’nun aşkı kadar büyükse, evet!
Balcıgil romanına “Söyledim ve ruhumu kurtardım!” diye başlıyor. Çünkü, hepinizin merak ettiği önemli nedenleri var. EN HÜZÜNLÜ EYLÜL büyük bir aşkın olduğu kadar, büyük bir hesaplaşmanın da romanı.
Osman Balcıgil d. 10 Temmuz 1955, İstanbul),gazeteci, televizyoncu, yazar.
Ulusal gazete, dergi ve televizyonların haber bölümlerinde muhabir, editör ve yönetici olarak uzun yıllar çalıştı (1977-2000). O dönemde yaptığı araştırma, yazdığı yazı ve televizyon programlarıyla pek çok ödüle layık görüldü. Latin Amerika’da yaptığı çalışma 1988 yılında Gazeteciler Cemiyeti tarafından yılın röportajı olarak seçildi. Gazetecilik ve televizyonculuk yaşamını 2000 yılında noktalayan Balcıgil'in son çalışması (2016 Mart)) bir roman ve Ela gözlü pars: CELİLE adını taşıyor. Yazarın, ilk altı romanının ismleri Ters Kanatlı Şahin , Bilginin Efendisi , Zerdüşt'ün Sırrı, Dante'nin İstanbul Cehennemi, Pisagor Tepkisi, Mason Locasında Aşk ve Kılç., 53. Risale.
"Semtler arasında koordinasyonu sağlayacak motosikletli ve otomobilli kuryelerin neler söylediklerini duyduğum anda bende ipler koptu. Her şeyin içindeymiş, organizasyonun tümüne hâkimmişim gibi geliyordu. Yüzde birini bile bilmiyormuşum. İnanılmaz şeyler oldu Suzan! Geçtiğimiz saatlerde, İstanbul'un her yerinde, MAH eliyle gerçekleştirilmiş bir Kristal Gece yaşandı." (s. 401)
Hüzünlü bir aşk romanına başladığımı düşünürken, 6-7 Eylül olaylarının tam ortasında buldum kendimi. Hissettiğim şey kesinlikle 'hüzün' değil; daha ziyade büyük bir üzüntü ve öfke. Biliyorum ki hem Türkiye hem de dünya tarihinde milli ya da dini duyguların yanlış yerlere çekilmesi sonucunda bu gibi acımasız olaylar oldukça fazla meydana gelmiş.
Roman 1960'lar ile başlayıp, sık sık 1950' lere dönüyor. O korkunç olayların yaşandığı günlere gelene kadar Türk ve Rum iki ailenin dostluklarına, aşklarına ve yazarın dipnotları da sağolsun ülkenin o yıllardaki siyasal olaylarına şahit oluyoruz. Dipnotlar o kadar açıklayıcı ve yerinde ki! Kitapta geçen tarihi mekânlara, gazeteci ve siyasetçilere, yemek isimleri ve hatta tariflerine, tarihi magazin haberlerine.. dair muhteşem ayrıntılar içeriyor. 1950-55 arası dönemi okurken, insanların yaşayış biçimine çok özendim; farklı din ve kültürden insanların bu kadar içli dışlı olabilmesi, mutluluklarını ve tabii mezelerini :) birbirleriyle böyle samimi bir şekilde paylaşabilmesi..
Öte yandan Yorgo ve Suzan'ın çocukluktan beri devam eden aşklarının da gençlik dönemine denk geliyoruz. Bir süre ailelerinden sakladıkları aşklarıyla beraber ada sokaklarını onlarla geziyoruz sanki, Lena' yı da alarak adanın denizinde açılıyoruz.. Tabii bir de İstanbul'a gidip gelmeye başladıklarında pek sık uğradıkları Baylan ve tanıdık bir çok yer geçiyor kitapta.
Her şey bu kadar güzel giderken hemen hemen 370.sayfadan sonra yazarın abartı duygusallıktan kaçınarak, gerçekçi bir şekilde devam ettirdiği roman okumaktan korkacağınız kısımlara geliyor ne yazık ki. 6-7 Eylül olaylarını hem üniversitedeki derslerimden, hem de güncel olarak izlediğim bazı dizi-filmlerden az çok biliyordum. Ne kadar korkunç bir yıkım gerçekleştiğini öğrenmiştim, fakat yine de kitabın bu son 85-90 sayfası içimi acıttı.
6 Eylül gününü okurken Suzan' la birlikteydim sanki; olayların başlangıcından bir süre sonra ciddiyetin farkına varıp evine giderken, anne ve babasının notunu gördüğünde, ona hiçbir şey anlatamadıklarında, hastaneye ulaştığında..ama en çokta olaylardan sonra, Yorgo'nun evinin tam karşısındaki pencereden her şeyi gören İtalyan lisesi müdürünü dinlerken..En acısı da bunların gerçekten olduğunu bilmek..
Kitabı okumak isteyenleri uyarayım; son sayfalarda ağlamamak çok zor.
'' 'Görebildiniz mi karşı binada olanları buradan?' diye sordum.''
... …
''Gerisini dinleyemedim. kendimden geçmiş olmalıyım.''
Gerçek olaylardan esinlenmiş kurgulanmış çok ca üzücü bir anlatı tamamiyle dramla harmanlanmış değil sesli dinlediğim için daha da sevdim kitabı tavsiye edeceğim bir eser
Ağlamaktan içim dışıma çıktı son sayfalarda. Ne çok acı var, ne çok masum insanın canı yanmış. Yine filler tepişmiş ama çimenler ezilmiş. İçim acıdı bu olay örgüsüne de içindeki kurguya da paramparça oldum. Gerçek oluşunu bilmek daha da canımı yaktı. Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas geldi aklıma, gencecik masum insanların yarım kalan hikayeleri. Sana benzemeyeni katlet ilkel düşüncesine sahip herkese bir kere daha lanet okudum. Buna izin veren hükümetlere ayrı lanet okudum. Bir solukta okudum. Naçizane tek eleştirim kurgu ve olay örgüsündeki kuvvetin aynı oranda karakterlerin iç ses ve duygu dünyasında da aynı oranda verilmesi olabilir. Yazarın Nefesi Tutku Olan Kadın Afife Jale kitabını okumuştum o da keyifli bir kurgu idi. Ah gözümde yaş kalmadı yine.
Tarihimizin utanç verici bir dönemi olan 6-7 Eylül olaylarını anlatan tarihi bir roman. Storytel’de dinledim ama bir de elime alıp okuyacağım. Osman Balcigil çok iyi araştırmış gerçekten. 1955’de meydana gelen olayların neden ve nasıl yaşandığını, o dönemin siyasal, toplumsal,sosyal ve kültürel yapısını 1950’den başlayarak bu kadar iyi ve tarafsız anlatan başka bir kitap daha olacağını sanmıyorum. Mutlaka okuyun.
Osman Balcıgil’i bu kitabı yazma cesaretinden dolayı yürekten tebrik ediyorum. Tarihimizin karanlık ve utanç verici sayfalarından birine ışık tutmak kolay değil. “Tanrı misafiri” diye bağrına bastığı insanları, mutfağında ne varsa paylaşarak ağırlayan Türk halkının bir gecede bir canavara dönüşmesi son derece sarsıcı. Yine de biliyoruz ki o günlerde birçok Türk, komşusunu evine alıp sakladı, korudu; insanlık duygusunu kaybetmeyenler de vardı. Ne olursa olsun, hangi şartlar içinde olursak olalım, kötülüğe bulaşmadan, vicdanımızı yitirmeden yaşamak zorundayız.
Kitapla ilgili birkaç düşüncem var:
Yazar, dönemin mekanlarını, modasını, yaşam tarzlarını büyük bir ustalıkla betimlemiş. Ancak sık sık farklı konulara sapması ya da detayları uzun uzun anlatması, yer yer beni hikâyeden uzaklaştırdı. Bu kadar kapsamlı betimlemeler yerine 6–7 Eylül gecesine daha yoğun bir dramatik odak sunmasını tercih ederdim.
Kitaba, burjuva sınıfına mensup olmayan, daha sıradan Türk kadın karakterlerinin eklenmesinin de faydalı olacağını düşünüyorum. Bu tür karakterler, dönemin Türk toplumunun yaşam biçimini ve düşünce dünyasını daha geniş bir perspektiften görmemizi sağlayabilirdi.
Suzan ile Yorgo’nun aşkını ise tam olarak hissedemedim. Aralarındaki ilişki bana daha çok iki yakın okul arkadaşının samimiyeti gibi geldi. Suzan’ın Çetin’le ve Yorgo’yla olan bağları birbirine çok benzer çizilmişti. “Canımın içi” gibi sevgi sözcüklerini herkese aynı yoğunlukta söylemesi, duygusal ayrımı daha da belirsiz kıldı.
Son bölümlerin ise oldukça hızlı geçtiğini düşündüm. O geceyi yaşayan diğer komşuların, mahallelinin, sıradan insanların ne hissettiğine dair daha fazla ayrıntı görmek isterdim. Bu yan karakterlerin sesleri çoğaldıkça kitabın etkisinin daha da derinleşeceğine inanıyorum.
Ayrıca Suzan’ın olaylar karşısındaki tepkilerini oldukça yetersiz buldum; yaşadığı acıyı, öfkeyi ve sarsıntıyı okura tam anlamıyla geçiremediğini düşündüm.
Ah ne mutlu oldum ve de ne hüzünlendim okurken. Ne güzel hayatları varmış, neşeli, sohbetli, geçim sıkıntısından uzak. İstanbul'un da Büyükada'nın da en güzel zamanlarında en güzel yerlerinde yaşamışlar. İmrenerek okudum o bahçede kurulan sofraların, alelacele yapılan deniz sefalarının anlatıldığı sayfaları... Birbirlerini sevmeleri ve birbirlerine karşı sonsuz anlayışları ne şahane. Yüzüme bir gülümseme geldi oturdu. Ve de ne hüzünlendim. Ne kadar çok acı, ne kadar bitmeyen bir acı yaşamışlar. Kanım dondu bazı sayfalarda. Sıradan insanların kaderi ne kadar çok bilinmeyene bağlı. Ülke içinden ve dışından birileri nasıl da yönlendiriyor gündelik hayatlarımızı, kaderimizi tayin ediyor. İyi insanların iyiliklerle yaşaması en büyük dileğim.
Belgelerle bu kara günleri bu kadar açık anlatması, ama yine bugün dönüp baktığımızda hala ve hala aynı politikaların halkın yarısı tarafından kabul görmesi inanılmaz. Bugün yine olan aydınlara oluyor, onlar suçlanıp cezaevine gönderiliyor. İşin acıklı tarafı, sorumluların bir kısmının ya hiç ceza almaması, ya da 1964te aftan yararlanması… çok can sıkıcı, çok.
Hic bilmediğim merak ettiğim bir donem ile ilgili olarak tam aydınlanmasamda kapısının aralandığını düşündüm. Kitabın sonunda İliklerime kadar üzüldüğüm ağladığım bir kitap oldu
Ucuz bir dizi izlemek yerine okumak isterseniz iyi bir seçim. Çok güzel ve önemli bir konuyu yazarımız hiç etmiş. Çok sığ diyaloglar ve tiplemelerle dolu bir kitap.
📚 Sinema çıkışı: “Filmde kitabı tam olarak bulamadığımı söylemeliyim. Öte yandan karakterleri, mekânları, dönemi gözümde canlandırmakta büyük katkısı oldu.” diye konuşuyorlar. Bu konu/ tartışma hala devam etmekte; kitap uyarlamaları çoğunlukla kitabın tadını veriyor. 📚 ”18.30 vapuruna yetişmek için çok da acele etmemiz gerekmiyor. İstersen İnci’de birer profiterol yiyebiliriz.” diyor Yorgo ve benim hayal kırıklığımı hatırlatıyor. Son İnci ziyaretimizde (2000 yılı olması lazım); okul aile birliğinden bir arkadaşla Taksim’de Öğretmenler Günü için hediye araştırdıktan sonra hemen hemen aynı cümleyi birbirimize söyledik ve İnci’ye gittik. Ahhh, keşke gitmez olaydık. Profiterolü hemen hemen herkes bilir; içi krema dolu sert hamur topları üzerinde koyu bir çikolata sosu. Ama İnci talebe yetişemiyor, diye fast food tarzı hızlı servis ile tanımlayamadığım bir şey servis ediyordu. Masa da yoktu kokteyl gibi ayakta yüksek masalarda aldığınız tabağı bitirip hızlıca dükkânı boşaltıyorsunuz, sıranın sonu gelmiyor. Profiterol diye hızlıca servis edilen ürün nasıl mı hazırlanıyor? Bir görevli tabağa kare şeklinde kek koyup yan tarafa veriyor, tabağı alan üzerine beyaz krema sıkıyor yan tarafa veriyor ve son arkadaş üzerine çikolata sos döküyor kasaya uzatıyor. Fabrika üretimi gibi seri çalışma ama ürün o değil. Ne yediğimizi bilmeden yedik ve çıktık, gittiğimize pişman olmuştuk keşke her şey çocukluk hayalimizdeki gibi kalsaydı. 📚 ”Adettir, Adalı hanımlar eşlerini iskele çıkışında mutlaka karşılar.” Doğrudur hatta 10 – 15 sene öncesine kadar; aynı şekilde adaya gelen misafirde (adaya kaçıncı gelişi olursa olsun, evi ezbere bilse de) mutlaka iskelede karşılanırdı. 📚 Yaz sonu adadan ayrılmaları yaklaşırken ada şiirini Yorgo, Lena ve Suzan sırayla okuyorlar ve “Üçümüz de ezbere biliyorduk Yahya Kemal Beyatlı’nın Viranbağ üzerine yazdığı şiiri. “ diyorlar. Viranbağ şiiri ezbere bilinmez mi? Bilinir tabii ya da lise de ezberlenen o güzel dizeleri unutmak mümkün mü? Adalardan yaza ettik de veda Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ, Seni hatırlıyoruz Viranbağ! Der ve şiir devam eder… 📚 Bir bölümde Uluslararası AICA Konferansı ve birinciliği kazanan Aliye Berger’den bahsediyor. Aliye Berger, Füreya ve Kabaağaçlı ailesi ile ilgili yazılmış çok kitap var. Elime geçtikçe okuyorum. Kabaağaçlı Ailesi, ilginç yapılanmaları olan, nerede ise her bireyi bir sanat dalında yetenekli olan bir aile. 📚 Kitabın çoğu bölümünde adı geçen bir isim Baylan, benim için ikinci hüsran… Çocukluğumda Kadıköy Çarşısı’nda en sevdiğim lezzetlerin bulunduğu mekan. Herkes Cup Griye’sini sever ama ben peşmelbasını da en az onun kadar severdim. Onlarda 2008 – 2009 gibi çok bozuldular. Ne eski lezzet ne de eski servis kalitesi vardı, dolayısıyla da müşteri profilleri de değişmişti, kapıdan girmek istemeyeceğiniz bir mekân olmuştu. Kitapta dip notları okurken öğrendim ki 2009 yılında kuruluş el değiştirmiş. Maalesef, bu değişikliğin sebebini anlamış oldum. 📚 Neredeyse her bölümde Konyalı ve Talaş böreğinden bahsediyor. Konyalı hâlâ duruyor, son gittiğimde sabah poğaçaları da eskisi gibiydi. Ama Talaş böreğine bakmak hiç aklıma gelmedi. Çocukluğumdan beri duymadığım unutulmuş bir lezzet benim için. Oysa biz çocukken evde ne çok yapılırdı. İştahsız bir çocuk olarak sevdiğim ve yediğim ender lezzetlerdendi. 📚 ”Buradaki Rumları rehine gibi mi görüyorsunuz yani?” dedim. Kamil Bey “Gayri nizami harp böyle bir şeydir, Suzan Hanım. “ diyerek karşılık verdi. Bir derneğin ya da devletin, hükumetin kendi vatandaşını azınlık olarak görmesi hele onları dış güçlere karşı koz veya rehine olarak kullanması nasıl bir siyasi zihniyettir? Anlayabilmiş değilim. Hele ki onların kökleri bu topraklarda bizden eski iken sığınacak başka vatan toprakları yokken. 📚 Bir bölümde Paskalya ve hazırlıklardan bahsediyor. Ben de Suzan gibi paskalya çöreğini marmelada özellikle erik marmeladına batırmayı severim. Tabii bir de rengârenk paskalya yumurtaları ve yumurta tokuşturma oyunu. Yumurtayı nasıl tutacağınızı bilirseniz hep kazanırsınız, kazanmanın da keyfine doyum olmaz tabii ki… 📚 Tarabya, Emirgan gibi kapanan iskelelerden de bahsedilmiş. Bende Kadıköy çocuğu olarak bizim Moda, Kalamış gibi kapanan iskelelerimizden bahsedeyim. Çoğunun binası yıkıldı yeri belli değil. Sadece Moda İskelesi duruyor ve cafe -restoran olarak kullanılıyor. Bence ne kadar hatalı, siyasi bir karar. 3 tarafı denizlerle çevrili hatta içinden deniz geçen bir şehir olarak toplu taşımacılığı denizden karaya çevirmek gibi bir hata olabilir mi? Ağırlığı karayoluna verince artan araç sayısı ile trafik sıkışıklığı, park yeri sorunu gibi problemler başladı. 📚 ”Hangimizin ailesinde göğsünü düşmana siper edip şehit düşmüş bir büyükbaba, amca, dayı yoktu?” sorusunu okuyunca benimle aynı fikirde birini bulmak sevindirdi. Vatana yapılanları gördükçe çoğu zaman ben de bu soruyu soruyorum. Ve verecekleri cevabı çok merak ediyorum. 📚 ”Bir anlamda, İstanbul’du Degüstasyon. Bu nedenle yıkılan, parçalanan, dövülen, öldürülen aslında İstanbul’du. “ cümlesi tüm vahşet ve utancı anlatıyor. Evet, öldürülen İstanbul’du ama öldürenler kimdi? Gerçek İstanbullular değildi. Bu yıkımı yapanlar belgelerden anlaşıldığı gibi dışarıdan gelenlerdi, İstanbul’u bilmeyen, İstanbul’da yaşamamış; belki de onu kıskanan gözü dönmüş yabancılardı. İstanbul mozaiği çatlamamış, param parça olmuştu. 📚 Bu yaşananların Kıbrıs’taki Türklere faydası oldu mu? Bence hayır, 1955 yılı itibarı ile gerilla taktikleri baş gösterdi. Anadolu'nun işgalinde görev yapmış olan Kıbrıs doğumlu Teğmen Georgios Grivas tarafından 'Kıbrıslı Savaşçıların Milli Mücadele Örgütü' (EOKA) kuruldu. 1955 yılında ilk eylemler gerçekleştirilerek adadaki Türklere saldırılar yapıldı. Türk ve Yunan liderler arasında ikili buluşmalar, BM içerisinde yapılan denemeler, adada karşılıklı saldırılar, sürekli birbirinin önerilerini reddeden taraflar ve bir dolu girişim ile hiçbir yere varılamadan 1974 yılına kadar gelindi. Adadaki saldırı ve ölümlerin devam etmesi üzerine 'Garanti Anlaşması'nın 4. maddesi kullanılarak 20 Temmuz 1974'te adaya çıkartma yapıldı. 📚 En Hüzünlü Eylül, her ne kadar aşk hikayesini anlatan bir roman olsa da tarihi gerçeklerin üzerine kurgulandığından dolayı üzerine çok söz söylenebilir. Bana kalsa her cümleye söz söylemek isterim, kitabın tamamını paylaşmak isterim ama maalesef bunu yapmak okumak isteyenlere haksızlık olur. Osman Balcıgil’e bu konuyu işlediği için teşekkür ederim, kalemi daim olsun.
Bu kitabı Kulüp dizisini izledikten sonra aldım. Aynı dönemi anlattığını biliyorum ama yine de kahroldum arkadaşlar. Sonlarında artık ağlamaktan bulanık görmeye başlamıştım.
Kitabı üç kısımda inceleyebiliriz. İlkinde kitabımız çocukluklarından beri beraber olan Suzan ve Yorgo’nun ailelerini ve aşkını anlatıyor. Uzun yıllardır Büyükada’da beraber yaşayan iki ailenin yediği içtiği ayrı gitmiyor. 1950-54 arası onların huzurlu ve güzel günlerini okuyoruz.
İkinci kısmında yıl 1960. Her şey yaşanıp bitmiş. Suzan nelerin yaşandığını söylemiyor ama kendisini silkeleyip gerçekleri anlatmanın peşine düşüyor. Bir gözü de Yorgoların boş kalmış evinde, Hristo amcanın eski dükkanında. Bu kısım bütün o güzel zamanların arkasından gelecek olan karanlık günlere gönderme yapsa da hiçbir şey bizi 6/7 Eylül olaylarında yaşanmış olanları okumaya hazırlayamaz diye düşünüyorum.
Belirtmek istediğim son kısım ise kitabın bilgilendirici yanı. Yavaş okumamda bu kısımların da payı var. Suzan’ın yaptığı staj üzerinden biz o dönemin nasıl el birliği ile hazırlandığını, hangi insanların bu vahşette rol oynadığını uzun uzun okuyoruz.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Müthiş duygulu, akıcı ve sonu ile beni benden alan bir hikaye. Olaylar büyükadada başlıyor. Anlatıcımız Suzan , müslüman bir ailenin kızı. Ada’da dostluk var , kardeşlik var, sanat var , aydınlık var. Suzan ve ana babasının aile dostu olan bir Rum aile. Yorgo ve Lena .. Cocukluktan beraber büyümüşler. İki aile; acı günde iyi günde birbirine hep destek olmuş. Yorgo ve Suzan birbirlerine asıklar. Ne güzel bir yoldaşlık onlarınki. Suzan , okulu birincilikle bitirip valilikte çalışmaya başlar hırslı bir kadındır. Tabi bütün bu kurgunun etrafında aslında 50 li yıllardaki siyası olaylar var. Chp dönemi sonrası , çok partili dönem.. 6/7 Eylül olayları, kıbrıs olayları.. Rumlara karsı düzenlenen suikastler, tecavüzler , yağmalamalar .. bir eylül ayı bu kadar mı hüzün ve ölüm kokar:( Faşizmin altında ezilen aydınlık… Çok düşündürücü, cok oğretici , cok sürükleyici bir roman. Dönem romanı sevenlere öneririm.
Hiç sevemediğim bir kitap oldu. Kitabın adı 'En Hüzünlü Eylül' olmasına rağmen, 6-7 Eylül Olayları kitapta çok az yer tutuyor. Bu kısımlar aceleye getirilmiş gibi. Ayrıca bu kısımlar son derece düz bir şekilde, duygu yoğunluğu olmadan yazılmış. Kitabın geri kalanının sadece bir kısmı, bu olaylara giden süreci anlatıyor. Bu olaylara ortam hazırlayan gelişmelerle hiçbir ilgilisi olmayan bir sürü ayrıntı var kitapta.
Sadece 6-7 Eylül Olayları bağlamında okumayıp bir dönem romanı olarak değerlendirdiğimizde de iyi bir okuma deneyimi sunamıyor kitap. Karakterlerin tamamı iki boyutlu, son derece yapay karakterler. Karakterler o kadar yapay, diyaloglar doğal olmaktan o kadar uzak ki bir türlü kitabın anlattığı şeye odaklanamıyorsunuz. Edebi bir üslup da göremediğim için benim için vakit kaybından başka bir şey olmadı maalesef.
1950-55 arası dönemin siyasi gelişmeleri ve nihayetinde yaşanan 6/7 Eylül olayları romanlaştırılarak ve çok akıcı bir dille anlatılmış. Her ne kadar bitirince üzerinize bilmenin verdiği ağırlık çöküyor olsa da kesinlikle okunması ve üzerine düşünülmesi gereken bir kitap. Bu, yazarın okuduğum 2. tarihi romanı. Edebi yönü çok kuvvetli değil; ancak aktarmaya çalıştığı tarihi dönemi akıcı bir roman haline getiriyor olması benim için yeterli. Malesef tarih devlet, düzen, buz dağı, teşkilat ve piyonlar gibi anahtar kelimelerin çevresinde kurgulanmış pek çok benzer hikayeyle dolu...
Uzun olmasına rağmen kolay okunan, akıcı ve de son sayfaları tüyler ürpertici ve göz yaşartıcı bir kitap. Yakın tarihe ve 6/7 Eylül olaylarına meraklı olanlara şiddetle tavsiye ederim.
Demokrat parti ve hızla yükselen Kıbrıs Türk’tür cemiyetinin 6-7 Eylül olaylarındaki etkisi hatta başrolü tarihi gerçeklerle anlatılmış. Zaten çok ilgimi çeken bir konu idi. Zevkle okudum.
Siyasetle ilgilenen biri değilimdir ancak bir dönem bu kadar güzel anlatılabilir. Osman Balcıgil tarihi romanlarında çok başarılı, bu kitabı da yine iz bıraktı.
11 Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunu yürürlüğe girdi. O tarihten sonra, gayrimüslim nüfus için hiçbir şey, eskisi gibi olmadı !.. (işin aslı devletin Türkiye ekonomisinden gayrimüslimlerin ağırlığını silmek istemesi idi) Siyasi partiler, toplumların aynası gibidir. Anlayacağın, malzememiz bu kadar... Fransızlar laik yaşam tarzını tartışmaya başladıklarında, başka ülkelerde neler yapılmış diye dönüp etraflarına bakmadılar. Kendi ülkelerinin aydınları olan Voltaire’e, Montesquieu’ye, Robespierre’e kulak verdiler. Aydın sıfatını ziyadesiyle hak eden bu toplum önderleri, görüşlerini kendi görgülerinin, bilgilerinin, akıllarının ışığında geliştirdiler. İttihat ve Terakki Partisi kurulurken, az önce sözünü ettiğim düşünürlerin görüşleri doğrultusunda ilerlensin istendi. Tamam bizde de Ziya Paşa, Midhat Paşa gibi büyük beyinler, toplum önderleri vardı ama bu isimler, laik toplumsal düzen düşüncesinin geliştiricileri değil aktarıcılarıydı... Düşünceleriniz ne kadar halisane olursa olsun, önüne uygulanmak üzere konulan toplumun uyum gösterdiği ölçüde başarılı olur... Her kuşak üstesinden gelemediği ya da gelmek istemediği konuları kendinden sonraki kuşağa havale ediyor... Kalabalıkların önüne din adamları düştüğünde korkarım... Mübadele, varlık vergisi gibi konularda, ülkemizde dünya kadar insan alabildiğine mağdur oldu. Aileler bölündü, servetler yok oldu, yüzlerce yılda oluşmuş, her biri maddiyatın yanı sıra kültürel değer taşıyan işletmeler, organizasyonlar ya ülkeden kaçtı, ya çöpe atıldı, ya da hiç hak etmeyen ellere geçti... Gazeteler sabun köpüğüdür. Sadece sıradan insanlar gazetelere itibar ederek düşünce geliştirirler... Toplumlar ne yapacaklarına düşünerek karar vermezler. Yöneticiler onların yerine düşünürler. Sokaktaki insandan beklenen, seçtiği yöneticilerin arkasında durmasıdır o kadar... Olup biteni layıkıyla anlamamış toplumlar geçmişleriyle yüzleşememiş, gereken dersi almamış olurlar...
Ah ki ahhhh. Yazar her kitabında olduğu gibi bu kitabında da beni yaşamak istediğim o eski güzel ülkeme götürdü . Ne kadar keyifli , güzel insanlarmışız ve tıpkı bugünde olduğu gibi içimizde ne çok cahil şiddet seven varmış. Sayfa sayfa insanların ne kadar kolay manipüle edilip yüz yıllardır komşusu olanlara nasıl ‘bizden değil’ bakış açısına sahip olup ,düşmanlaşabildiklerini okuyorsunuz. Sonuç ? 1 gr dahi akıllanmadığımızı fark edeceksiniz okudukça ve bugünlere baktıkça. Yazarın da kitabını bitirdiği gibi bitiriyorum Ne Yazık !
6-7 Eylul olaylarindan sonra ulkemizde Maras,Corum ve Sivas katliamlari yasaniyor ve ne yazik ki tarihin tekerrurden ibaret oldugunu goruyoruz. Neden ve Nicin ders almiyoruz alamiyoruz??? Iste bu noktada yazar yasanilan olaylari kronoljik olarak detayli bir bicimde belgesel roman olarak herkesin anliyabilecegi bir dille yazarak yakin ve utanc verici tarihimize isik tutuyor. Ismi gibi huzunlu ve sarsici.
Öncelikle bana 6 senedir Osman Balcıgil öneren ancak benim ancak bu zamanda sözünü dinlediğim sevgili eşime selamlar. Kitap işten eve evden işe metro yolculuklarımda su gibi bitti. İlk eserden dil olarak kalbimi kazandı yazar. Bu kadar akıcı içinde bu kadar bol anektodu bulunan, öğretici yanı da olan harika bir kitap okudum. Kitap azıc��k da olsa 6/7 Eylül meselesine sonlarda değinmesi sebebiyle eleştirilmiş. Ancak o olayların nedenlerini ve gelişimini anlamak için o 400 sayfaya baya baya ihtiyaç vardı. Gerilimin tırmanma hızı ve seyrini belgesellerden tabi izleyebiliriz ancak dönemin yaşamı içindeki akışta bunları bu şekilde bulmak bence çok değerli. Ülkemizin 55 senesinin sonbaharında yaşadığı ve alnına tam bir kara leke olarak çalınan bu hazin olayın çok detaylıca işlendiği film ve belgesellerden sonra Suzan ve geniş ailesi gözünden olayları izlemek eminim herkesin içini cız ettirir cinsten. Olayları tırmandıran, göz göre göre bu pogroma göz yuman her kimse elbette bunlar yanına kar kalarak hayatlarına devam ediyor. Ülkemizde diğer tüm toplumsal linç ve katliamlarda olduğu gibi yine yalnızca vicdanlarda mahkum kimseler hak ettikleri maddi cezaları almadan yaşamlarına devam ederken İstanbul'un o güzel çehresi allak bullak olunuyor. Yazarın, Ulus devlet temini için yapılanlar arasında 6/7 Eylül olaylarını sayıp ardından mübadele ve varlık vergisinden bahsedilmesini biraz tarihi açıdan sakıncalı buluyorum. Mübadele BM tarafından teklif edilmiş ve Yunanistan tarafından öncelikle kabul edilmiştir. Yani Mübadeleyi biz talep etmediğimiz gibi ilk kabul eden de biz değiliz. Yine Varlık Vergisi, evet adaletsiz şekilde uygulamalara sahne olmakla beraber dönemin şartları için yapılması elzem bir adımdır ancak temel amacı asla azınlıkları ülkelerinden koparmak olmamıştır. Bunun haricinde, Demokrat Parti iktidarının 27 Mayıs'a giden süreçte ülkede yaptıklarının güzel özetleri kitabın satır aralarında sunulmuş. Gerçekten CHP'nin baskıcı yönetimine karşı liberteeee çığlıkları ile gelen bir partinin çok değil 4-5 yıl içinde dönüştüğü canavar bugünü daha iyi anlamak isteyen her Türk genci için okunması gereken çok yakın bir tarih. Kitap aynı zamanda benim gibi geçmişi o kültürü mozaiği gelenekleri özleyen eski olan ve ananevi olan her şeye özlem duyan herkesi etkileyecek cinsten. Bugün son kırıntıları birer birer kapanan İstanbulun gözde restoran kafe mağaza kitapçı ve her türden dükkanının o dönemlerdeki hayata ne kadar hakim olduğu hüzünle okunuyor her sayfada. Ben olayların acısını Suzan ve geniş ailesi bakış açısından izlediğim kadar bu dönemlerde yaşamaya özlem duyarak okudum her satırı. Neyse, herkese şiddetle tavsiye ederim. Keyifli okumalar
Gazeteci yazar Osman Balcıgil’in 2020 yılında yayınlanan “En Hüzünlü Eylül” adlı eseri 1955 yılında İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olaylarını konu alan bir dönem romanı.
Roman 1950-1955 yılları arasında Büyükada’da yanyana evlerde yaşayan ve çok yakın dost olan biri Rum diğeri Türk iki ailenin yaşamlarını anlatarak başlıyor. Bir yandan aile fertlerini tanırken bir yandan da o yıllarda Büyükada ve İstanbul’daki yaşamı öğrenerek başlıyoruz okumaya. Roman ilerledikçe ailelerin gençleri Suzan ve Yorgo’nun aşkı yazarın sade ve akıcı dili ile keyifli bir okuma oluştururken kitabın konusunun 6-7 Eylül olayları olması nedeniyle bu ailelerin başına kötü birşey gelecek olması beklentisi de okuru tedirgin ediyor. Sayfalar ilerledikçe iki aile ile o kadar yakınlaşıyorsunuz ki; o korkunç katliamın anlatıldığı son 80 sayfada olayları birebir yaşıyor gibi oluyorsunuz.
Roman, tarihsel olaylar çerçevesinde ilerleyen dramatik bir kurguyu içeriyor. Yazar olayları anlatırken tarihsel gerçeklikle kurgu arasında iyi bir denge kuruyor. Dönemin siyasi ve toplumsal olaylarını gerçekçi bir dille aktarırken, karakterlerin özel yaşamlarıyla bu olaylar arasında bağlantılar kuruyor. Bu olayların sadece iki genç aşık üzerinde değil, tüm toplum üzerindeki etkilerini de gözler önüne seriyor.
Roman içinde romanın yazılış süreci de anlatılıyor. Anlatımda geriye dönüş (flashback) tekniği sıkça kullanılıyor. Suzan ve Yorgo’nun çocukluk yıllarından itibaren yaşadıkları dostluk ve aşk, olayların gelişimiyle iç içe bir şekilde anlatılıyor. Bu teknik, geçmişle şimdi arasında sürekli bir bağ kurarak karakterlerin derinlik kazanmasını sağlıyor. Romanın dili sade ve akıcı. Bu da eserin kolay okunmasını sağlıyor.
Ne yalan soyleyeyim, begenemedim ben bu romani. Ilk kez Osman Balcigil okudum. Roman, salt tarihi bir bakis acisiyla 6/7 Eylul olaylarini anlatsaydi eminim daha cok begenirdim. Bir gazeteci olarak cok basarili oldugunu okurken anliyorsunuz Balcigil’in. Ama tarihi konulari guzel bir ask hikayesi esliginde anlatayim derken, olmamis iste.
Romani, kitabin bas kahramani Suzan’in gozunden anlatiyor. Herhalde genc bir kizin gozunden anlattigi icin, ikiser cumle arayla “cok ama cok sevindim” gibi ifadeler var. Oldukca kulagimi tirmaladi anlatim sekli.
Ayrica romanin en can alici kismi gerceklestiginde, sanki yazar acelesi varmis gibi hizlica gecmis o bolumleri. 200 sayfada anlatilmasi icap eden bolum, 20 sayfada en ufak bir duyguyu geciremeden kapanmis. Oysa ki asirlara bedel bir aci yasanmis.
Basta da dedigim gibi Balcigil yalnizca bir tarih kitabi yazsa bence cok daha basarili olurdu ama bu hali olmamis.
..."Devlet mekanizmasının her birimini kullanarak oyununu kur, tarihe geçecek büyüklükte bir pogrom uygula, sonra suçu o gece evinden bile çıkmamış bir avuç aydının üstüne yık. Ne ala memleket... İktidar olmanın bütün imkanlarıyla eline kocaman bir silgi alarak bu korkunç olaylar silsilesini sil, yok et,.." (sf. 236)
Tarihimizin en acı olaylarından birini Balcıgil Suzan'ın ağzından bizlere aktarıyor. 1950'lerin güzel İstanbul'unu ondan dinlemek, dönemin nüfuzlu devlet ve hükümet adamlarının yaptıklarını, tutumunu, o zamanlarda ülkedeki siyasi havayı anlamak için çok güzel bir okuma. Suzan ve Yorgo'nun ailelerinin arkadaşlıklarıysa imrenilecek gibi. Kitabın sonlarında büyük bir hüzün kapladı içimi.
Keşke Suzan ve Yorgo'nun duygu dünyaları okuyucuya daha iyi aktarılabilseydi. Bu açıdan, kendi gözümde Balcıgil'in okuduğum diğer iki kitabı Nefesi Tutku Olan Kadın-Afife Jale ve Putlar Yıkılırken'den bir tık aşağıda notladım.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Ne yalan soyleyeyim, begenemedim ben bu romani. Ilk kez Osman Balcigil okudum. Roman, salt tarihi bir bakis acisiyla 6/7 Eylul olaylarini anlatsaydi eminim daha cok begenirdim. Bir gazeteci olarak cok basarili oldugunu okurken anliyorsunuz Balcigil’in. Ama tarihi konulari guzel bir ask hikayesi esliginde anlatayim derken, olmamis iste.
Romani, kitabin bas kahramani Suzan’in gozunden anlatiyor. Herhalde genc bir kizin gozunden anlattigi icin, ikiser cumle arayla “cok ama cok sevindim” gibi ifadeler var. Oldukca kulagimi tirmaladi anlatim sekli.
Ayrica romanin en can alici kismi gerceklestiginde, sanki yazar acelesi varmis gibi hizlica gecmis o bolumleri. 200 sayfada anlatilmasi icap eden bolum, 20 sayfada en ufak bir duyguyu geciremeden kapanmis. Oysa ki asirlara bedel bir aci yasanmis.
Basta da dedigim gibi Balcigil yalnizca bir tarih kitabi yazsa bence cok daha basarili olurdu ama bu hali olmamis.
##tatkaçıran içerir#. Başlarda çok samimi ilişkilerini okurken mutlu olduğum hatta kızım için böyle arkadaşlıklarının olmasını dilediğim Suzan-Lena ve Yorgo üçlüsünün hazin sonunu okurken gözyaşlarımı tutamadım. Bir kaç gün bu kitabın etkisinden çıkamadım. Çok güzel bir kitap siyasetin kullanımına göre gelinebilecek noktalar, 6-7 Eylül olayları çok güzel anlatılmıştı. Gene insanlığımdan utandığım ve gene böyle dindarlık mı olur dediğim nokta da kaldım. İlerleyemiyoruz insan olamıyoruz. Yorgo ile Lena’nın yaşadıkları onların nezdinde yaşanılanlar çok yıpratıcıydı. Zor bir dönemdeyseniz başka bir zamana erteleyin ama mutlaka okunması/dinlenmesi gereken bir kitap. Dinimiz-ırkımız farklı olsa bile insana insan gibi bakan ve kafayı çalıştıran millet olmamız dileğiyle…
This entire review has been hidden because of spoilers.
Osman Balcıgil edebi anlamda çok iyi kalemi olan bir yazar olmasa da yakın tarih hakkında çoğu da belgeleri ile sunulan bilgiler verdiği için beğeniyorum. Mutlaka size birşeyler katıyor. Bu kitapta da yine 6 7 Eylül 1955 dönemi hakkinda Suzan karakteri üzerinden çok önemli bilgiler ediniyoruz. Yorgo ve Suzanin aski bize iki kültürün nasıl yıllarca barış içinde ve kenetlenmiş olarak yaşadıklarını tüm sıcaklığı ile aktarıyor. Olaylarin patlak vermesi kitabın sonlarina doğru aktarılıyor ve en etkileyici kısmı da yine son bölümler. Her zamanki gibi gerçek suçlularin cezasını bulması ise mümkün olmamış azmettirenlerin büyük başlar olmasindan dolayı durum hasır altı edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin en utanç günlerinden birisi olan böyle bir olayı bu kadar çarpıcı ve en gerçek haliyle bize sunduğu için kitabı çok beğendim. Okunmalı.
Bir aşk romanı diye başlarsanız hayal kırıklığına uğrayacağınız ama çok güzel tarihi dersler çıkaracağınız bir roman. Romanın verdiği bilgilere ve yaptığı toplumsal eleştirilere hiçbir sözüm yok bu konuda Balcıgil’in kalemi yine kendini belli etmiş ancak işin aşk kısmına geldiğinde beni tatmin etmedi. Bu kadar bilgi dolu bir hikayeye yarım yamalak işlenmiş hatta derinliği bile olmayan diyalogların olduğu bir aşk hikayesi eklemeye gerek var mıydı? Yorgo, Suzan ve Lena pek tabii çocukluk arkadaşı olup bu acıyı aynı şekilde yaşayıp aktarılabilirdi yazar ancak tanıtıma büyük bir aşk diye yazıp Çetin ve Suzan sahnelerinin Yorgo’dan daha fazla olduğu bir kurgu ne kadar hüzünlü bir aşk romanı olarak adlandırılabilir?