Yıl 1939. İnsanlığın üzerine kâbus gibi çöken 2. Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde, Hüsrev Gerede Japonya’dan Berlin’e büyükelçi olarak atanır. Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 tarihinden iki gün sonra başladığı görevine 27 Temmuz 1942’ye kadar devam eder. Yaklaşık üç yıl boyunca Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürümesi ve Türkiye’nin tarafsızlık kararının önemini anlatmak için çalışır.
Bu dönemde, savaşa dahil olan bütün devletlerin dış politikaları, devlet adamları ve bire bir şahit olduğu Almanya’nın tutumu hakkında oldukça ayrıntılı bilgi sahibi olur. Yaşadıklarını ve gözlemlerini günü gününe not alır.
Gerede’nin o yıllarda tuttuğu notlarından yola çıkarak 1960 yılında kaleme aldığı ve aile arşivinden fotoğraflarla zenginleşen anıları, İlber Ortaylı’nın kitabın önsözünde işaret ettiği gibi “Cumhuriyet’in kuruluşu ve bilhassa 2. Harp’teki dış politika açısından bize oldukça düzgün ve doğru bir malumat verecek”.
Aristokrat bir aileye mensup diplomata yakışan hatıralar, yazışma örnekleri ve Alman nazi partisi içindeki düşük yoğunluklu çatışma hali dürüstçe yansıtılmış. Ankara’da eski dostların birbirlerine cephe almaları, tek parti hükümetinin son dönem krizleri de açıkça söylenmiş ki bazı hesaplaşmalar ahirete bırakılmış.
Gerede acıların en büyüğünü yaşamış, hizmetleri de büyük olmuş, Allah rahmet eylesin
Söze nereden başlayacağımı bilemesem de ilk olarak kitaptan önce Hüsrev Gerede'den bahsetmenin doğru olacağını düşünüyorum. Milli Mücadele yıllarında İstanbul'dan Samsun'a giden ekibin içinde yer alan Hüsrev Gerede, o dönemin zorluklarını yakinen gören bir asker ve sonrasında bir diplomat olarak ülkemizi gerek içeride gerekse dışarıda başarıyla temsil etmiş; Tokyo Sefirliği sonrasında Berlin Sefirliğine atanmıştır.
Kaderin bir cilvesi olsa gerek kendisinin Berlin'e varışı, II. Dünya Savaşı'nın başlangıcı kabul edilen Almanların Polonya'ya saldırdığı günlere -Eylül 1939- denk gelmektedir ki, o günlerden Ankara'ya çağrıldığı 1942'nin ortasında kadar yani Almanya'nın ayak bastığı her yerde "Yenilmez Armada" kıvamında takıldığı ve en güçlü olduğu dönem olan o 2.5 yıl boyunca Nazi Almanyası'nın tam kalbinde, hassas terazi kıvamında örnek bir diplomasi izleyen ileri görüşlü, esnek ve zeki bir diplomatın hatıratını okumaktayız. Bu açıdan bakıldığında eserin ne derece mühim olduğu ortadadır.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki kendi gözünden okumakta olduğumuz döneme ait bu anılar, şimdiye kadar okumuş olduğum II. Dünya Savaşı külliyatıyla %100'lük bir uyum içerisinde olması Hüsrev Gerede'yi daha da dikkate değer bir konuma yükseltiyor.
Eser, genel olarak Türkiye'nin o savaş dönemi içerisinde aldığı pozisyondan ziyade Almanların Türklere karşı olan bakışını ve ideallerini ortaya koyma açısından önemli bilgiler vermekte. Özellikle Hüsrev Gerede'nin Almanya'nın Ankara sefiri olan von Papen ile muhabbeti Almanya - Türkiye arasındaki muhabbetin daha mini ama gelişmiş bir versiyonunu ortaya koyuyor.
Lakin eserin gene de bir hatırat olması, bazı noktalarda ister istemez bir çekince yaratmakta. İlk olarak Hüsrev Gerede'nin savaşın akibeti üzerine ilerisi için yapmış olduğu tahminleri; savaşın bitmesinden sonra kitaplaştırıldığı için bu noktalarda ne kadarlık bir ekleme - çıkarmanın yapıldığı ayrı bir tartışma konusu olarak kenarda duruyor, bu nedenle bu esere biraz daha temkinli yaklaşmanın doğru olacağı kanaatindeyim.
2. olarak ise, eserde okuduklarımız kadarıyla kendisi Berlin'de hassas bir diplomasi yürütürken, kendisini yeterince bilgilendirmeyen Ankara Hükümeti'ne karşı olan sitemleri ve hükümetçe maruz bırakıldığı "Tek Adam" yalnızlığı konusunda kendisine tamamen hak veriyor olsak da hükümetin kendisine neden böyle bir tavır aldığı konusunda karşı tarafın iddialarına da bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Ola ki Tarih kendisini haklı çıkarırsa, Atatürk'ün ölümü üzerinden geçen bu kadar kısa zaman zarfında kendisinin ideallerinden ülkece bu kadar uzaklaşılmış olduğunu görmek gerçekten üzücü olur.
Döneme meraklı arkadaşlara tavsiye ediyorum. İyi okumalar dilerim.
Yakın tarihin çok hareketli bir dönemini bir diplomatın gözünden aktarıyor ve ilginç anekdotlar var. Yalnız kitap olayların üzerinden 20 yıl geçtikten sonra yazıldığı için yazar bazı yerlerde "benefit of hindsight"tan faydalanıp kendini haklı çıkartacak argümanları ön plana çıkarmış gibi. Bu 20 yıl sonra yazmanın sonuçlarından biri de bazen tarihleri karıştırıp 1940 ilkbaharından bir anda 1941 sonbaharına gidiyor sonra tekrardan 1940'a geri dönüyor, zaman örgüsü karışıyor. Bunun dışında bazı yerlerde kitap tekrara düşüyor. Kısacası eser daha iyi bir düzenlemeyle birlikte okuyucuyla buluşturulsaymış daha faydalı olabilirmiş.
“Atatürk’ün sevr’i yırttığı gibi ben de versailles’ı yırtıp attım” Hitlerin Hüsrev Gerede’ye bizzat söylediği söz. Kısmen de haklı, zira öyle yapmış ancak bunun sayesinde bu kadar güçlenip bu hale gelmiş. Kesinlikle okunmalı, sadece Almanya ve savaşı anlamak için değil, o dönemki yönetimin ruhunu anlamak için de çok değerli bir kaynak. Allah rahmet etsin kendisi ve ailesine o dönemki muazzam emekleri için.
Bazı detay bilgilerde hatalar bulunsa da sehven bir takım tarih atlamaları görülse de yine de çok kıymetli bir tarihi belge niteliğinde eser. Gerede ayrıca çeşitli kaynaklardan toplayıp süzdüğü bilgileri imbiğinden geçirip süzmüş çok da entellektüel bir güçle özetleyebilmiştir.
Rahmetli Gerede herşeyi oldukça objektif anlatmaya çalışmış, ben türlü yorumlarda okuduğum gibi kendisinin Alman taraftarı olduğu gibi bir kanıya da kapilmadim. Özü sözü bir bir insan olduğu net belli olmakta.