O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük hayal gücüm o vakitki dinî terbiyenin dehşetleriyle dolmuştu. Yarın ahret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın hakkını benden nasıl çıkaracaktı?
“Ömer Seyfettin öncelikle bir ‘hikâyeci’dir ve edebiyat tarihimizde hikâyenin bağımsız bir edebî tür olarak gelişmesindeki en önemli pay ona aittir. Ondan önce Ahmet Mithat Efendi, Samipaşazade Sezai, Halid Ziya Uşaklıgil gibi isimler de hikâyeler yazıp yayımlamalarına rağmen Ömer Seyfettin, özellikle bu edebî türe eğilmiş, bu türün tanınmasını ve yaygınlaşmasını sağlamış, biraz da romanın gölgesinde kalan ‘hikâye’yi edebiyat âlemine benimseten ilk isim olmuştur.”
Necati Tonga
Yirmi bir hikâyeden oluşan bu seçkide “Kaşağı”, “Yüksek Ökçeler”, “Pembe İncili Kaftan” gibi herkesçe bilinen hikâyeler, yazarın dil ve anlatım ustalığını gösterdiği diğer keyifli metinleriyle bir araya geliyor.
Ömer Seyfettin was born in 1884 in Gönen. He wrote under various aliases such as Ayas, Camsâp, C. Nazmi, C. Nizami, Ç. Kemal, F. Nezihi, Feridun Perviz, Kâf-ı Farsî, Kaygusuz, M. Enver, M. Enver Perviz, Ömer Perviz, Süheyl Feridun, Tarhan, and Tekin. Just like his father, Ömer Seyfettin was educated at the Kuleli Military Academy, and it was in this school that his love for literature bloomed. Some poems that he wrote during this period appeared in the publications Kadın and Bahçe. Following the declaration of the second constitutional monarchy, he was assigned to Thessalonica, and witnessed the awakening of nationalistic feelings among Balkan tribes.
In 1911 Omer Seyfettin cofounded a literary and cultural magazine entitled Genç Kalemler (Young Pens) with Ziya Gokalp and Ali Canip in Salonica.[4] Seyfettin began the early efforts in using Turkish in his literary output as opposed to Ottoman Turkish, as he outlined to Ali Canip in a letter.[5] He was recalled to the army under mobilization orders at the beginning of the Balkan War and after his units were defeated in Yanina in January 1913, he spent approximately 12 months in Greece as a prisoner of war.[6] After his release from captivity at the end of 1913, he returned to Constantinople, and was nominated the executive editor of the Türk Sözü, a publication which was related to the Committee for Union and Progress.[6] In 1914, after leaving the army for the second time, Omer Seyfettin became a literature teacher in an Istanbul High school. He became, also in 1914, the chief-author (Bashyazar) of the magazine Türk Yurdu. Between the years 1914 and 1917 he mainly wrote turanist poems, which were published in the outlets such as Tanin, Türk Yurdu or Halka Doğru. In 1917 he was to publish most of his literary work, which included a wide array of short stories. From 1919 to 1920 he published articles in Büyük Mecmua which was a supporter of the Turkish independence war. He died of diabetes in 1920, at the age of 36.
Ömer Seyfettin’in lafı geçtiğinde ilkokul yıllarım geliyor aklıma. Her bir hikayesinin kısacık küçük kitaplarda basıldığı ve ellerimize tutuşturulduğu 90’lı yıllarda çocuk olanlar beni çok iyi anlar. Seyfettin’in bazı hikayeleri hala dün gibi aklımda. İçeriğini unutsam da hissettirdiklerini hala hatırlayabiliyorum: Acı-tatlı Yüksek Ökçeler’i okuyup içimin burkulduğunu, Kaşağı’yı okuyup gözyaşı döktüğümü, Falaka’yı okuyup kahkaha attığımı, Pembe İncili Kaftan’ın ise tüylerimi diken diken ettiğini hatırlıyorum. Bu sebeple aradan geçen onlarca yıl sonra hikayelerinin kitaplaştırıldığını görüp de alıp okumamak olmazdı. Can Yayınları, Türk hikayeciliğine adını altın harflerle yazdırmış usta öykücünün klasikleşen ve en çok sevilen eserlerini yazarın ölümünün 100. yılında bir araya getirip basmaya karar vermiş ve ne kadar güzel yapmış! Tam bir geçiş dönemi öykücülüğünün temsilcisi, modern dilin ilk örneklerinden bu birbirinden keyifli öyküler beni benden aldı, bambaşka diyarlara taşıdı resmen. Türk klasiklerini sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken özel bir koleksiyon. Anlatılmaz yaşanır diyorum sadece.
Ömer Seyfettin'le ilgili uzun uzadıya yazmak olanaklı, kendisini daha iyi araştırıp tanıyıp değerlendirmek de herhalde daha iyi olur. Kuşkusuz bu denli travmatik yazmasında, takıntı ve duyarlılıklarında döneminin büyük etkileri var. Benim kendisiyle sorunumsa yazdıklarının tonal dengesizliği. Yani bir çocuk öyküsü gibi başlayan metinler korku öyküsü gibi bitiyor, belki amaçlanan da bu şok duygusu zaten. Elbette belirli ilkellikler beklenebilir bu dönemin yazınından, ama ne çocuk öyküsü, ne korku öyküsü olabilen, türler arasında kalmış, dengesiz metinler kalıyor elde. Rahatsız edici olmasının nedeni aslında irkiltici öyküler yazıyor olması değil, bunu derli toplu yapmaması. Bu dönemin ilkelliklerine de, yazarın yeteneğinin kısıtlılıklarına da yorulabilir diye düşünüyorum. Ama tabii Ömer Seyfettin yazını başlıbaşına bir çalışma konusu.
okuduğum en iyi öykü kitabı, tek bir sıkıcı öykü bile yoktu. animal cruelty, gaslighting, victimblaming, gore, vape gibi kavramları edebiyatımıza getiren bu vizyoner öyküler çoğu zaman ilkokul çağındaki veletlere okutulmak suretiyle geri dönüşü mümkün olmayan çeşitli travmalara neden olmuştur. yine de aşırı iyiydi edgar alan poe bak işine koçum