Ein alter Kämpfer, mit Beinamen »der Dichter«, und ein junger Enthusiast reisen zufällig im selben Zugabteil nach Diyarbakir, trinken, rauchen Hasch, reden, bis »der Dichter« auf einmal dem jungen Mann ein Konvolut mit Manuskripten in die Hand drückt und sagt: »Los, lies!« Die lose miteinander verwobenen Erzählungen, Beschreibungen und Gespräche handeln, wie der junge Mann bald feststellt, von seinem Vater, den er nie kennengelernt hat. Gleichzeitig wird damit die Geschichte einer ganzen Generation erzählt, die die Hoffnung auf eine Revolution nie aufgegeben hat.
Dieses Erstlingswerk ist eine literarische Sensation und sorgte bei seinem Erscheinen für Furore, weil der Roman auf hohem sprachlichen Niveau sämtliche Tabus bricht. Gleichzeitig hat der junge Autor mit Zorn die inoffizielle Geschichte der Türkei seit den Fünfzigerjahren bis heute geschrieben.
Murat Uyurkulak Türk çevirmen ve yazardır. 1972'de Aydın'da doğdu. İzmir'de yaşamıştır.
Uzun süre Radikal gazetesi dış haberler servisinde çalıştı. Milliyet Sanat, Gate, Radikal Kitap gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Tol isimli romanı Mahir Günşiray'ın yönetmenliğiyle Tiyatro Oyunevi tarafından sahnelendi. Yine Tol romanı 2007'de Almanca'ya çevrildi.
Hakkındaki tüm övgüleri hak eden, ağır bir roman bu. En azından yirmi ya da otuz kilogram çekiyor.
"Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi," diye açılıyor ve o vakitlerde olan bir dolu şeyi postmodern ve sürreal bir biçimde anlatıyor. O günlerin intikamını bugünlerde, kurgusal olsa da alıyor ve toplumsal hafızamıza ciddi bir çentik atıyor.
Çünkü sıkıntı öldürür. Ve ama sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. Tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. Sıkıntı davet ediyor, açıyor. Acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa: Dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor."
Bu kadar zor okuyup da inatla bitirdiğim çok az kitap var. Karakterler o kadar yer etmedi ki aklımda. Son 20 yılın en iyi Türk romanı seçildiğine göre sıkıntı bende olsa gerek.
Ergenlikten çıkamamış bir yazarın travmalarını çalakalem sayfalara zerkettiği bir kitap. Bir nevi ayı şiir akımının nesre tecelli etmiş varyantı. Az gelişmiş ülkenin taze soğanları bu kitabın içinde bolca küfür, şiddet, alkolizm övgüsü, isyan, varoşluk, sapıklık, hırsızlık, vulgar devrimcilik ibareleri geçtiği için kitabı öve öve bitiremiyor. Kitap anlatım biçimiyle tam bir kaos; zaman-mekan ilişkisi iyi kurulamamış, bazı paragraflarda kimin konuştuğu, ne zaman konuştuğu veya nerede konuştuğu belli değil. Teşbih niyetine hoyrat kelimelerin tokuşturulduğu saçmalıklar var.
İnsanın kafasına çekiç gibi inen ve edebiyatımızın en güzel açılış cümlelerinden birisine sahip Tol. Her kesimden okura hitap ettiğini düşünmüyorum ama türe ilgi duyanı için paha biçilemez olduğu kesin.
Yıllardır bu kitabı sağda solda görüp de -isminden ve kapağından ötürü olsa gerek- onu bir "bilim kurgu" romanı zannedip de okumaya bir türlü yeltenmeyen kendime önemli not:
10 yıl olmuş kitap yazılalı, yeni okuyorsun. Halbuki bak ne güzelmiş dili, ne çok eğlendin okurken. Kurgusu ne hoş, ne ilginç/heyecanlı/komik/hüzünlü cümleler geçiyor içinde. Ne güzel devrim/aşk/siyaset/gençlik konuşuyorlar. Ne garip/güzel/sahici karakterler varmış içinde. Ne güzelmiş bu roman! Olsun, hiç okumamaktansa geç okumak iyidir! Aferin Martı.
o muhtesem ilk cumleden sonra muthis seyler bekleyerek basladigim ancak ilk cumlesi disinda bi turlu keyif alamadigim ve sevemedigim bir kitap oldu maalesef ki.
Öncelikle tren ve Diyarbakır sözcükleri geçince aklıma tabi ki Zeki Demirkubuz, Masumiyet ve tabi Bekir geliyor. Normalde 2 yıldız vereceğim bir kitaba böylece bir yıldız daha eklemek istiyorum. Nazarımda iyi roman yazarları ikiye ayrılır; Birincisi İhsan Oktay Anar gibi iyi hikaye anlatıcıları; ikincisi Oğuz Atay ve Barış Bıçakçı gibi edebiyat yapanlar. Murat Uyurkulak sanki Tol'de ikisi de olmak isteyip olamamış gibiydi. Hikaye çok karışıktı; kim kimdir; kim neden böyle davranıyor bilemiyoruz. Belki saatlerimi versem bir daha, bir daha okusam anlarım. Ama konunun çiğliği nedeniyle hiç istemedim bir daha okumak. Yahu lisede benim aklıma gelmişti böyle bi roman yazmak. Zaten yazmaya niyetlenen her yeni yazar illaki devrim, 80 darbesini arka planda bir göstermek ister. Konu çok değişik gelmedi; sanki böyle binlerce kitap okumuş, film izlemiş gibi hissettim kendimi. Bir de niye bütün karakterler; öküz gibi alkolikti yahu. Nasıl bir mesaj veriliyor insanlara: İçmeden devrimci olunmaz mı?
Kısaca; edebiyat, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
"Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi" cümlesiyle açılan ve yanlış hatırlamıyorsam bu giriş, vaktizamanında -Radikal için vakti zamanında diyebileceğimiz 90'ların ortasında bebeyken düşünebilir miydim?- Radikal Kitap'ta 'En iyi açılış cümlesi' filan seçilen, kaya gibi bir roman. Metis kapağını aşırı seviyorum. Kitabın ruhunu çok iyi yansıtıyordu kapak. Uyurkulak giderek bende azalsa da 'Tol' her zaman çok başka.
Of, bu kitabı yıllardır iyi bir şey okurum diye sakladığıma inanamıyorum. Kitap okumanın bir deneyim olduğunu düşünürsek; bu kitabı okurken yaşadığım deneyimi şöyle özetleyebilirim
Mekan: Kadıköy'de bir kafe ama solcu agaların takıldığı(nazım hikmet kültür merkezi, opsiyonel)
Karşımdaki kişi: İstanbul Üniversitesi'nden Tarık, Tarık sarma sigara içiyor, kahverengi deri ceket ve beyaz boğazlı kazak giyiyor.
Muhtemel konuşma:
-Kızım, bana da Baran anlattı, dağa çıkmak öyle kolay değil. Dalağını alırlar adamın. Zor iş yani anladın? Çayları sen ödesene, peder bu ay para atmadı da.
İlk duyduğumdan beri çok sevdiğim bu cümlenin devamını okudum sonunda. Büyük hayaller, büyük hayal kırıklıkları, büyük aşklar, büyük terk edilmeler, ölümler, kavgalar, küfürler... Bunların 30 sene önce gerçekten yaşandığına inanmak o kadar zor ki, unutmuşuz hepsini, unutturulmuşlar. Oysa bütün öfkesiyle, hüznüyle, güvensizliğiyle içimizdeler, geçmişten içimize aktarıldılar. O yüzden aynısını yaşayıp duruyoruz. O yüzden, o adam, Oğuz olarak çıktığı intikam savaşında Ahmet olduğunda da başarılı olamadı.
Unutmamak lazım, bunun için de böyle romanlar lazım. Tam da bu nedenle teşekkürler Murat Uyurkulak. Sırada Har var.
İlginç bir kitaptı diye başlayayım söze. Genel olarak hikayenin bütünlük içinde akmamasi anlaşılma güçlüğü yaratmış. Parçaları bir araya getirme sorunu yaşamanız olası. Marquez havası aldım sanki bazi yerlerde... Hikayede de bayan bölümler hissediyorsunuz hal böyle olunca. Fakat bu durum yazarın her kitabında böylemidir sorusunu soruyorsunuz kendinize. Ki bir yazarı tek kitabını okuyarak değerlendirmek edebiyata kurşun sıkmaktır. Har'ı da okuyup yazar hakkında biraz daha fikir sahibi olmak niyetindeyim. Bu kitabı bana göre vasattı....
Dört yıldız-beş yıldız arasında gidip geldim, elim dörde gitti. Kitap çok iyi yazılmış bir kitap, okunmalı, orası ayrı; Murat Uyurkulak da çok iyi yazan bir yazar. Dolu, tempolu, atarlı, kuvvetli bir üslubu var. Atakan Koral'ı anlattığı "Aynalar" başlıklı bölüme bilhassa dikkat çekmek isterim, bence kitabın en iyi parçasıydı; baş döndürücü, inanılmaz lezzetli sayfalar idi.
Buna karşın, Türkiye'de 12 Eylül öncesinin devrimcileri için yazılan şeylerin geneline hakim olan "bir devir muhteşemdik, ne güzel çocuklardık" güzellemelerinden pek hazzetmiyorum: bu kuşaklara mensup olmayan, o dönem hayatta olan yakınlarının hayatları bu çerçevede geçip gitmemiş biri olarak şimdiye kadar dağlardan tepelerden inmek bilmeyen, kendisiyle ve sadece kendisiyle meşgul, kendisine dair coşumcu güzellemeler irat eden bu edebiyat bana pek temas etmedi. Tol'un tastamam bunun örneği olduğunu söyleyemem, çünkü yazarın bu "ah devrimciler ne güzeliz" tarzına belirli bir mesafeden baktığının delili sayılabilecek çok sayıda pasaj ve parça vardı (mesela Ahmet'in mektuplarına ben biraz böyle baktım); kimseyi az tefe koymadı bir yandan; ancak öte yandan da bazı yerlerde (hatta kitabın büyük kısmında) yazar bu sevemediğim havanın biraz fazlaca içindeydi. Bu genel duruş uyuşmazlığından ötürü kitabı bitirdiğimde tam bu yazarın bu yazar gibi yazdığı ama doğrudan doğruya sadece devrimcilerden bahsetmediği bir şeyler okuma ihtiyacı hissettim. Şimdi bu hisle, nasıl kitap olduğuna dair hiçbir fikrimin olmadığı Har'a gidiyorum.
Halbuki ben tren yolculuklarini cok severdim. "Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve cok guzeldi" gibi vurucu bir girise ardindan da " sokayim devrimine" ile bitmesi zaten ne kadar karmasik bir hikayeyle karsilasacaginizin gostergesi. T, O ve L halinde uc bolumluk kitap. Sonuna kadar birseyler bekledim, oyle cumlelerle giris yapiyor ki bircok bolume "iste geliyor, basliyoruz" diye umutlandim, ama olmadi. Bitmesine bitti, ama ardinda cok birseyler birakmadi. 2002 yilinin en basarili romani olmasi ve bircok olumlu kritik almasi da ustumde "sevmeliyim" baskisi yaratinca, bu kitap bende istedigim etkiyi yaratmadi. Kitap bittiginde artik kufretmeyi ve alkolu birakmaliyim dedim. Bence bir intikam kitabindan cok ofke kitabi olmus, ama tam olarak neye ofkelendigini anlayamadim.
Gelmeyen devrime dair kurulmuş milyonlarca hayale ağıt misali hüzünlü bir kitap. Bazen romandaki kahramanlarla birlikte siz de sarhoş oluyorsunuz. Bunalımlı bir zihinden geçen dumanlı düşünceler arasında gerçeklikten kopuyorsunuz. Parça parça hüzün, yıkılan devrim düşleri ve gençlik umutları. Biraz da Picasso'nun la guernica'sı gibi siyah beyaz, parça parça ve karamsar bir eserdi.
On sene önce aldığım taşınırken beş ayrı ülkeye üç ayrı kıtaya götürdüğüm kitabı nihayet Türkiye sınırları içinde okudum bitirdim. Niye onca sene bekledim kendim de anlam veremedim kitabı okurken. Ben kitabın dilini beğendim ama karakterler çok karmaşık verilmiş, kitap biterken bile Ada hangisiydi dedirtiyor. Öyle vurucu bir devrim hikayesi anlatmıyor kitaba politik olarak yaklasacaksiniz. İntikam mi bence o da değil. Ama treni sevdirecek kadar, ne çok içtiler ya dedirtecek kadar, Coşkun Allah belanı versin diye beddua ettirecek kadar içinize işliyor. Bence akıcı bir kitap olmuş özellikle de L bölümü. Ama sanki Ada eksik kalmış benim kafamda çok soru kaldı onunla ilgili.
Kitabı bitirdim ama nasıl bitirdim bir sorun. İnat ettim bitireceğim diye. Olay örgüsünü takip etmesi çok zor. Birbirinden kopuk. Bazen ne anlatıyor bu arkadaş diye düşünmedim değil. Ama bazı bölümler, paragraflar, anlatım şekli ve kullandığı kelimeler nedeniyle güzel ve etkileyiciydi. Bu nedenle üç yıldız verdim.
Yapılamayan devrim delirtir. Güçlü tekniği, karmaşık kurgusuyla sağlam bir roman Tol. Zamanın solcularının travmatik yaşantılarını ve yenilgiyle birlikte girdikleri çaresizliği, genel olarak ruh hallerini kendi de bir solcu olarak iyi betimlemiş yazar. İlk sayfadan son sayfaya kadar uyandırdığı merak bir an olsun eksilmedi. Özgün üslubu, karakter bolluğuyla hayran bırakırken zekice bağlanmış sonuyla tebessüm ettirdi. Ülke tarihinde geçtiğimiz yüzyılın, halkın bir kısmı arasında nasıl yaşanılıp hissedildiği konusunda da epey aydınlatıcıydı. Özellikle son kısımdaki mektuplardaki ruh hali, o kuşağın şu an yaşadığı gerçek ruh halidir. Okudukça etrafımdaki o kişiler canlandı kafamda. Roman fazla iyiydi.
İlk olarak, Uyurkulak'ın, edebiyatın imkânlarını kullanma konusundaki becerisinden memnun kaldım. Anlatıcının, deyim yerindeyse, merceği makro ve mikro arasında sürekli salınım halindeydi. Yani, bir ifadeyi okurken, anlatıcının zihninin en ufak kıvrımlarına dair izlenim edinebiliyorken; diğer bir cümlede, geniş ve dışarıdan bakan bir gözün tasvirleri ile karşılaşılıyordu. Bu da, okuma sürecinde dağılmalara, yorulmalara, tükenmelere ve benzeri deneyimlere neden oluyor. İkinci olarak, bu, fragmante bir roman; bu açıdan da takibi zor. Uyurkulak, anlatıcısının/anlatıcılarının anlatılarını çıtır çıtır kırmış, sonra da birbirine eklemiş gibi. Kırık ve parçalı yapısı itibariyle de, postmodern filan olabilir. Olaylar, hisler parça parça okuyucuya sunuluyor, birbirleriyle eklemlenmesi de mecburi değil. Diğer bir nokta ise, romanın eril dili, eril duruşu, eril üslubu ve erillikteki ısrarı. Romanda kadın karakter bir tür süs bebeği. Stereotipik, maskülen erkek gözü aşırı baskın, okurken yoruyor, bıktırıyor. Stereotipik erkek anlatıcının/anlatıcıların tipik özellikleri fallosantrik oluşları, ağızlarına sakız olan küfürler, her an köpürmeye hazır erkeklik hormonları vb. Bu, konuya ve karakterlere belli bir gerçeklik ve samimiyet katarken, diğer yandan cinsiyetçi olmayan okuyucu için sıkıntılı bir okuma deneyimine yol açıyor. Homoseksüellik ve biseksüellik gibi, gerçek dünyada var olan cinsel yönelimleri kurgusal dünyada da susturmamış olması ise "hiç yoktan iyi" düzeyinde. Genelindeyse, karikatür erkekler yaratılmış. Bir de Uyurkulak, sanki bu kitabı, bir tiksinme hâli içerisinde yazmış. Bana, öyle bir his geçti. Dilini ise özgün buldum (yazarın diğer bir romanı olan Har'da bu özgün söyleme becerisi daha da görünür oluyor). Politize olarak ise, yüklü bulmadım. Siyaseti görünmez kılmamış ama siyasi olarak bir önerisi yok. Böyle oluşundan da rahatsızlık duymadım. Erilliğe taparcasına yazılmış olduğu için, bu kitaba 3 puandan fazla veremedim.
Romanın 'o' kısmında hikaye fazlasıyla dağılıp bulanıklaştığından o kısımda okumada kopmalar yaşasam da enfes bir okumaydı benim için.
Fazla siyasi bulduğum yerler oldu. En son Vedat Türkali de bıraktığım siyasi roman okumasına bir şekilde dönmüş hissettim.
Delibo daha siyasetten olan yapısıyla beni daha fazla içine çekmişti. Ama bu romanda yer yer öyle tanımlamalarda bulunmuş ki yazar sanki beni yazmış, hatta beni benden iyi okumuş ve yazmış...
"Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım."
Roman boyunca iki (aslında Yusuf’un babası ve hikayedeki birçok karakter bu ikiliye eklenebilir) ana karakter, Yusuf ve Sair ile, Diyarbakır'a bir tren yolculuğuna çıkıyoruz. Onlarla tütün sarıyor, rakı (tuzlu leblebi ile birlikte) içiyor, JB’yi (çikolatayı unutmadan) bir dikişte bitirip bardağın dibinde kalan kısmını sarhoşluktan yere döküyoruz. Tren yolculuğuna paralel, ülkede kapitalizmin, darbelerin, şiddetin yön verdiği yaşamlara tanıklık ediyoruz. Kenarda kalmış otellere, meyhanelere, imkansız aşkların yaşan(ama)dığı evlere, ülkenin doğusuna-batısına gidip-geliyoruz. Devrimi umut ile bekleyen gençlerin ard arda gelen çekiç darbeleri ile nasıl dağıtıldıklarına, sonunda alkol şişelerinde boğulmalarına, devrim “inadı”na devam edenlerin delilik teşhisi ile mahalleli tarafından mahalleden kovulmalarına, ya da “yola gelerek” iş sahibi olup yitip gitmelerine tanık oluyoruz. Yazar bize rahat bir tren kompartımanı hazırlamamış: Acılara tanık olabilme direncinin yanında, zaman ve mekan olarak atlamalı bir anlatım ile, birbirinden farklı karakterleri ile zorlu bir yolculuk kurmuş. Özellikle çok-satar anlatımın rahatlığına alışmıs okura, bu güçlu eseri ile sürekli treni terketme şansı tanıyor; anlatı trenini surekli durdurup, yeniden yola koyuyor. Tebrikler bu güzel eser için! not: yukaridakileri baska bir yerde daha yazmistim.
İtiraf edeyim, ben de etrafımdaki övgülerin etkisinde kalarak kitabı okudum, okuduğum ilk Murat Uyurkulak romanıydı.. Kitabın yorumlarında bir çok kişi değinmiş zaten, karakterler çok karışık bir şekilde dile getirilmiş, bir solukta okumuyorsanız ve özellikle dikkat etmediyseniz kim kimdi, kimin nesiydi, ilişkileri neydi biraz karışıyor. Ama nasıl oluyor bilmiyorum, kitap kendini okutuyor bir şekilde.. T, O, L diye 3 bölümden oluşan kitapta L'yi özellikle çok hızlı okudum. (belki bir an önce kitabı bitirmek istememin bunda etkisi olabilir gerçi ama.. :) )
"Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi" herhalde TOL hakkında en çok alıntılanan kısımlarından biridir. Ondan sonra zaten moralinizi boza boza ilerliyor kitap, Üstü kapalı şekilde, adı sanı dile getirilmeden ama benzetmeler ve göndermelerle Türkiye'nin 70ten sonrası ve yakın tarihine göz kırpıyor, küçük burjuvaların yanağından bir makas alıyor ;) Bittiğinde de ağzımda kötü bir tad bırakmış gibiydi, ama okuduğum için pişman olduğumu söyleyemem.. Beraberinde getireceği moral bozukluğunu da göz önünde bulundurarak okuyun derim okumak isterseniz.
Devrimden nemalanmayan mı kaldı sanki... Tol , nemalanmaktan ziyade benim de söyleyeceklerim var der gibi yazılmış. Söyleyeceklerini okudum , çok beğendim diyemem ama nefret de etmedim . Özellikle, mektuplar kısmı ve trendeki şair ile diğer adamın diyalogları gayet güzeldi, dikkatli okuyunca bazı göndermeler yakalayabildim. Tatlı su solcuları için sindirmesi zor , devrimin saf çilesini anlatan fena da olmayan bir roman...
Birden fazla kere okunması gereken bir kitap oldu benim için. Beklemediğim yerden sordu resmen. Anlatımı, kelimesi şiirsel ve akıcı. Olay örgüsü karmaşık, takibi biraz zor ama bu daha da güzelleştiriyor kitabın mesajını. Karakterler gizemli ve heyecan dolu. Kişilerin dilleri, karakterlerin derinlikleri inandırıcı ve gerçekçi. Çok zevk alarak okudum ama istediğim kadar hakim olamadığım için en az bir kere daha okumayı düşünüyorum ileride.