KATHERINE MANSFIELD, 1888’de Yeni Zelanda’nın Wellington kentinde doğdu. Yazar olmak amacıyla on dokuz yaşında İngiltere’ye yerleşti. İlk düş kırıklıklarını, karamsar öykülerinin yer aldığı In a German Pension (Bir Alman Pansiyonunda, 1911) adlı kitabında dile getirdi. Yeni Zelanda’daki aile anılarıyla çok güzel çağrışımlar içeren öyküsü “Prelüd”, Virginia ve Leonard Woolf’un yayınevi Hogarth Press tarafından yayımlandı. 1922’de yayımlanan Bahtiyarlık adlı kitabıyla yeteneğinin doruğuna ulaştı. 1923’te Fransa’nın Fontainebleau kentinde veremden öldü. Son öyküleri ölümünden sonra The Dove’s Nest (Kumru Yuvası, 1923) ve Some-thing Childish (Çocukça Bir Şey, 1924) adlı kitaplarda toplandı.
Kathleen Mansfield Murry (née Beauchamp) was a prominent New Zealand modernist writer of short fiction who wrote under the pen name of Katherine Mansfield.
Katherine Mansfield is widely considered one of the best short story writers of her period. A number of her works, including "Miss Brill", "Prelude", "The Garden Party", "The Doll's House", and later works such as "The Fly", are frequently collected in short story anthologies. Mansfield also proved ahead of her time in her adoration of Russian playwright and short story writer Anton Chekhov, and incorporated some of his themes and techniques into her writing.
Katherine Mansfield was part of a "new dawn" in English literature with T.S. Eliot, James Joyce and Virginia Woolf. She was associated with the brilliant group of writers who made the London of the period the centre of the literary world.
Nevertheless, Mansfield was a New Zealand writer - she could not have written as she did had she not gone to live in England and France, but she could not have done her best work if she had not had firm roots in her native land. She used her memories in her writing from the beginning, people, the places, even the colloquial speech of the country form the fabric of much of her best work.
Mansfield's stories were the first of significance in English to be written without a conventional plot. Supplanting the strictly structured plots of her predecessors in the genre (Edgar Allan Poe, Rudyard Kipling, H. G. Wells), Mansfield concentrated on one moment, a crisis or a turning point, rather than on a sequence of events. The plot is secondary to mood and characters. The stories are innovative in many other ways. They feature simple things - a doll's house or a charwoman. Her imagery, frequently from nature, flowers, wind and colours, set the scene with which readers can identify easily.
Themes too are universal: human isolation, the questioning of traditional roles of men and women in society, the conflict between love and disillusionment, idealism and reality, beauty and ugliness, joy and suffering, and the inevitability of these paradoxes. Oblique narration (influenced by Chekhov but certainly developed by Mansfield) includes the use of symbolism - the doll's house lamp, the fly, the pear tree - hinting at the hidden layers of meaning. Suggestion and implication replace direct detail.
Katherine Mansfield tarafından yazılan Güneş ile Ay, içerisinde 4 kısa öykü barındırıyor. Bu öyküler sevgi, aşk, insan ilişkileri, geçmişe duyulan özlem ve çocukluk yaşantısı gibi konulara değiniyor. "Lacivert Klasikler" dizisinden okuduğum ilk kitabın Güneş ile Ay olduğunu da söylemeliyim. Bu diziye başlama açısından oldukça memnunum ancak bu kısacık öykü kitabı pek de umduğum kadar tatmin edici olmadı benim için. Yine de Mansfield'ı aktardığı duyguları hissettirme konusunda başarılı buldum. İnsanı kendisine çeken bir üslubu var.
"Adam, 'Senin dünyadaki herkesten daha yalnız olduğunu hissediyordum,' diye konuşmasını sürdürdü. 'Gene de, dünyada sahiden, tamamen yaşayan tek insan senmişsin gibime geliyordu. Yanlış zamanda doğmuştun sanki,' diye mırıldandı, eldiveni okşayarak. 'Alın yazısı.'" sf.46
4 tane kısa "durum öyküsü"okuyoruz çoğu kişi bunun sonu yok,manası yok demiş ama zaten Katherine Mansfield'in böyle bir iddiası olduğunu düşünmüyorum. O sevdiği Çehov tarzı yazmayı seviyor. Okurken o anı yaşatıyor ben beğendim. Tabii bir Çehov olamamış
Hala tam olarak okuma performansımın yarısını bile yakalayamamışken, yaz boyu ufak çaplı okumalarıma eşlik eden Lacivert Klasikler serisinden okuduğum 19. kitap yine bir önceki kitabın(Fransızca Bilmiyorum) yazarı olan Katherine Mansfield'dan bir öykü derlemesi oluyor. Dilini çok sevmiş olsam da eksik bulduğum bir konu anlatımı olmuştu önceki kitapta yazarın. Fakat dili o kadar akıcı ve ilgi çekiciydi ki bu kadından güzel şeyler okuyacağıma neredeyse emindim. Böylelikle de sıradaki kitabım yine bu seriden çıkan, aynı yazarın Güneş ile Ay adlı öykü derlemesi oldu.
Güneş ile Ay, içerisinde dört adet kısa öyküden oluşan bir toplama öykü kitabı olarak karşımıza çıkıyor. Zaten Lacivert Klasikler kitaplarının çoğunda böyle bir durum var, bu artık alışık olduğumuz bir nokta bu kitapları okuyan okurlar olarak. İlk hikaye Mr. Reginald Peacock'un Günü, eşiyle arası pek de iyi olmayan bir müzisyenin ders verdiği öğrencilere duyduğu hayranlığı ve onlarla olan iletişiminden çıkarttıkları sanatı anlatıyor, hafif duygu karışıklıkları var kitapta ama bence vermek istediğini pek de iyi anlatamadı. Bu yüzden çok beğenemedim öyküyü. İkinci öykü olan Güneş ile Ay ise kitaba ismini veren öykü olduğu için bir tık daha beklentiye sokan bir öykü oldu beni. İki küçük kardeşin aile içerisinde yaptığı munzurlukları anlatan bu hikaye bence çok sönüktü, hiç beğenmedim. Evet çocukların diyalogları, davranışları falan sevimliydi ama yazımda bir amaç hissetmedim. Diğer öykü Feulle D'Album ise sosyal çevresi olmayan, yalnız bir ressamın çevresindeki insanlara bakışını ve onları çizimini anlatıyor. İlk hikayeyle sanatsal bakış açısı benzer olsa da yine bence zayıf bir öyküydü. Son öykü olan Bir Salatalık Turşusu ise açık ara kitaptaki en güzel öyküydü bence. Aralarında romantik ilginin olduğunu düşündüğüm bir çift yıllar sonra bir araya geliyor ve aslında ikisinin de hayatlarında bir şey değişmese de eskiden yaptıkları sohbetleri, beraber planladıkları şeyleri, yalnızlıklarını falan anlattıkları çok güzel bir öyküydü. Ben bu öyküyü çok beğendim, keşke diğer öyküler de öyle olsaydı da kitabı burada öve öve bitiremeseydim ama son öykü dışında hiçbir öyküyü beğenmedim açıkçası. Son öykünün duygu aktarımı diğerlerine göre çok daha başarılıydı, okurken bazı noktalarda üzdü yani. Keşke hep bu tarz yazsaymış da doya doya okusaymışız yazar.
Önceki kitabında ne dediysem bunda da aynılarını söyleyebilirim aslında. Yazarın dili gerçekten çok akıcı ve etkileyici, dönemine göre bu akıcılıkta eserler veren yazar bulmak zor bir durum, Katherine Mansfield bunu başarmış. Fakat bu dört öykünün son öykü haricindekileri gerçekten aşırı yavan kalıyordu. Anlattığı bir şeyler var ama neden veya ne olarak yazdığı hakkında öyküyü okusanız da bir fikrinizin olması zor. Bir amaç, bir anlatım güdüsü yok sanki. Öyle bir karakterin herhangi bir zamanına girmişiz, biraz izleyip çıkmışız gibi. Öykü olacak bir durum yok sanki yani, onu demeye çalışıyorum. Okuduktan sonra "Eee, yani? Ne oldu şimdi?" gibi soruları sorduğunuz öyküleri sevmiyorum ben. Bu yazarın öyküleri de genel olarak hep böyle gibi. Sadece Bir Salatalık Turşusu öyküsünü beğendiğimi söyleyebilirim, kitaba da bu azıcık puanı kazandıran öykü de o oldu zaten. O da olmasa hiç puan alamayabilirdi bile benden. Yazarın dilini hala çok beğenmiş olsam da "Şu kitabı harikaydı ya." diyebileceğim bir eseriyle tanışamadım henüz, böyle olunca da o yazarı okumaktan uzaklaşmaya başlıyorsunuz gibi. Bakalım belki bir kitabı daha vardı bu seriden çıkan, o güzeldir.
Katherine Mansfield hakkında ilk kitaptan şimdiye fikrim pek değişmedi, elimde bir kitabı daha var ama onu daha sonraları okuyacağım. Şu an bu kitaba puanım 5 üzerinden 2.5 oluyor.
çok fazla öykü okudum ama bu öykü kitabını okuduğumda yazarın kalemini ya da yazdığı öykü tarzını sevmediğimi fark ettim. açıkçası 45 sayfalık kitabı zor bitirdim desem yeridir. sadece son öyküyü çok az sevdiğimi söyleyebilirim. can yayınlarının bu lacivert klasiklerinden ilk okuduğum kitabı beğenmemem beni biraz üzdü.
Son hikayesi dışında beğendiğim tek bir hikayesi olmayan bir kitabın yorumuyla karşınızdayım bugün...
Can Yayınları'nın lacivert klasikler serisine Katherine Mansfield' in yazmış olduğu Güneş ile Ay adlı hikaye kitabıyla başladım. Kitap dört hikayeden oluşuyor. Yazarın dilini sevsem de kurgulama ve duyguları aktarma konusunda bu kitabını başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim.
Son hikaye olan "Bir Salatalık Turşusu" dışındakileri okurken oldukça sıkıldım... Son hikayenin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, uzun yıllar sonra gençlik aşkına rastlayan bir adamın yaşamına tanık oluyoruz. Aşkına karşılık bulamamış fakat sevdiği kadınla birlikte kurdukları tüm hayalleri onun yokluğunda gerçekleşmiş bu adamın hikayesini okurken hüzünlendiğimi söyleyebilirim.
Yine de tek bir hikaye için tüm kitabı satın almanıza gerek olduğunu düşünmüyorum. Elbette karar sizin. Benim için 6/10 luk, kahve yanına eşlik edebilecek bir kitaptı 🦋
İşte bu kitaptan sizler için seçtiğim birkaç alıntı :
"Tek bir kelime söylemen yeter, bütün seslerin arasından hemen tanırım seninkini. Nedir bilemiyorum, sesinin neden böyle hiç akıldan çıkmayan bir anı olduğu..."
"Öylesine bencil, öylesine ben merkezli ve kendi kendimizle meşguldük ki kalbimizde başka birine verecek tek bir köşe bile yoktu."
"Senin dünyadaki herkesten daha yalnız olduğunu hissediyordum. Yine de, dünyada sahiden, tamamen yaşayan tek insan senmişsin gibi geliyordu. Yanlış zamanda doğmuştun sanki."
"O sıralar asıl istediğim" dedi yumuşak sesle, "bir tür halı olmaktı; yollardaki o çok nefret ettiğin çamurlarla sivri taşlar ayaklarını incitmesin diye kendimi üstünde yürüyebileceğin bir halıya dönüştürmek. Bundan öte olumlu bir yanı, bir bencilliği yoktu isteğimin. Yalnızca kendimi zamanla bir sihirli halıya dönüştürmeyi ve seni alıp görmek istediğin bütün o diyarlara uçurmayı hayal ediyordum."
“ kişi sanatçıysa, karşılık vermeyen insanlara harcayacak hiç zamanı yoktur doğrusu.” Bir salatalık turşusu hikayesini sevdim ama genel olarak zevk aldığım bir hikaye kitabı olmadı. Pek benim tarzım değildi. 2,5 / 5