1945 yılı, hem Türkiye-SSCB ilişkileri hem de Türkiye-ABD ilişkileri açısından çok önemli bir yıldır. Türkiye 1945’te kapsamlı bir şekilde Batı’ya yönelmeye başlamıştır. Ancak 1945’in izleri 1939’dan başlayarak II. Dünya Savaşı yılları boyunca görülmektedir.
Elinizdeki kitap, bu büyük dönüşümün en önemli gerekçesi olarak savunulan SSCB’nin Türkiye’den üs ve toprak talep etmesi konusunu derinlemesine incelemektedir. Üstelik bugüne kadarki yapılanlardan farklı olarak, Türk, Amerikan ve İngiliz belgeleri dışında, Rusya arşivlerinden çok önemli belgeleri de inceleyerek…
SSCB’nin sonradan hata olarak gördüğü üs ve toprak talebinin nedenleri, Ankara’nın II. Dünya Savaşı yıllarında izlediği politikanın bu talepteki etkisi, ABD ve İngiltere’nin tutumu, bazı Türk yetkililerin talebi Batı’ya yönelmenin bir gerekçesi yapmak üzere fazlasıyla köpürtmesi, yoğun bir antikomünist kampanya yürütmesi vb. konular, Hazal Yalın tarafından doğrudan birinci kaynaklar esas alınarak analiz ediliyor.
Kitap, 1945 yılına odaklansa da, ayrıca hem II. Dünya Savaşı’nı hem de Soğuk Savaş’ın ön çarpışmalarını incelediği için, önemli bir kaynak olma özelliğindedir.
1970 yılında Ordu'da doğdu. İTÜ İnşaat Mühendisliği’ni bitirdikten sonra, yüksek lisans için gittiği Rusya’da çeviri yapmaya başladı. İngilizce ve Rusçadan çeviriler yaptı.
Kitap ana çizgileriyle 1945'te Sovyet Rusya'nın Türkiye'den üs ve toprak istekleri üzerinde duruyor. Hazal Yalın'ın girişte de belirttiği üzere bu istekler İnönü yönetimince ve sonrasında Batı bloğuna geçişin ve cumhuriyetin dış siyaset ilkelerinden sapışın gerekçesi olarak gösterilmekte, sosyalist Türk aydınlarınca da çoğunlukla yok sayılmakta ya da küçümsenmekteydi. Kitap bu isteklerin varlığını doğruluyor, Sovyet Rusya'nın yayılmacı ve baskıcı eğilimlerinin de altını çiziyor ancak bunlardan büyük oranda Türk yönetimindeki Rus karşıtlığını ve komünist düşmanlığını sorumlu tutuyor.
Eğer kitabı bu ana savların okuyucunun aklında kalması bakımından başarılı sayacaksak kitap başarılı. Bunun dışında bu alanda bir kitaptan beklenecek pek çok şeyden yoksun.
Kırıcı ya da küçümseyici davranmak istemiyorum, Hazal Yalın'ın çalışması çok önemli, yaşamsal noktalara değiniyor ve bu alanda bir girişim çok değerli. Belki ben kitabı çok yanlış bir bakışla, yaklaşımla okudum ve başka türlü yaklaşan okurlar kitaptan çok yararlanacaklar. Söyleyeceklerim bunu olanaksız kılmamalı.
Temel sorun Hazal Yalın'ın dili ve yazım tekniği. Bir olay anlatmaya başlayacağı zaman konuya sıklıkla çok yanal ve dar açılardan giriyor, anlatısını sıklıkla kişisel yorumlarla ve okuyucuyu dağıtacak ikincil savlarla bölüyor, olay ve olgu anlatı ve incelemesinde önceki tümce ve kesitlerden kopuyor. Denebilir ki dili ve tarzı alabildiğine dağınık ve kafa karıştırıcı. Paragrafın başında bir konuyu bir türlü ele alırken sözleri paragrafın sonunda başka bir noktaya bağlanıyor.
İyi bir örnek olarak kitabın bir bölümünün son tümcelerinde bir konuya değinip sonraki bölümü başka bir konuyla açıyor ancak yeni bölümün ilk tümcesi şu: "Bunun sıradan bir bürokratın görüşü olmayıp..." Neyin? Nedir bu? Bakıyorsunuz, yeni bölümde anlatılan şeyle önceki bölümün sonunda söylenen şey aynı değil. O zaman bu girişsizlik neye dayanıyor? Bir kitabın yeni bölümüne niye böylesine acımasızca damdan düşerek başlarsınız ki? Bu ve benzeri örnekler çok. Dile genel bir kopukluk, genel bir havadalık egemen.
Bu durumu hiç kolaylaştırmayan bir alışkanlık da tümcelerde sürekli bir şeylere göndermede bulunuyor havasının yerleşik olması. Hazal Yalın örneğin bir Sovyet yetkilisinden ya da Türk diplomatından söz ediyor, bu kişiyle ilgili olumsuz bir görüşü var diyelim, tümce arasında konuyu kesip bu kişiyi sağlam bir yeriyor ve anlatısını kaldığı yerden sürdürüyor. Sıradan okurun bu kişiyi hiç tanımadığını ve Hazal Yalın'ın da söz arasında yerin dibine soktuğu bu kişiyi tanıtmak için hiçbir girişimde bulunmadığını düşünürsek durumun okur açısından saçmalığı ortaya çıkar. Herhalde bu saçmalık çıplak gözle görünüyor ki sona bir 'kim kimdir' bölümü eklenmiş. Kitabı okurken bir anda metinden kopup giden okur yeniden konuyu yakalamak için bir de dönüp sondaki bu bölüme bakar mı bilemiyorum. Ben bakmadım.
Kitabı bana benzer bir görüşle okuyan okur bu sorunları saptayacaktır. Elbette ben yanılıyorsam, yanlış yerden bakıyorsam ya da kişisel yazın zevkim kitabı -nedense- doğru okumamı engelliyorsa kitap daha çok kişiye sorunsuzca ulaşacak demektir ki buna sevinirim. Öte türlü yazarın bir biçimde kendince bir iş yaptığını, bunun da herkese uymadığını söyleyebiliriz. Ama aynı zamanda iyi bir yazar olan Mehmet Ali Güller bir editör olarak bu duruma hiç el koymadı mı ya da burada bir sorun görmedi mi acaba?
Kitabın akademik ya da bilimsel bir kitap olmadığı herhalde açık. Yine de sosyal bilimler alanında verilmiş bir yapıtta bulunması beklenecek, yokluğu kitaba ciddi zarar veren iki şey var: Birincisi sonuç. Kitabın girişi var, sonucu yok. Kitap 1945 yılını takvimsel olarak doldurduğu zaman Hazal Yalın "...demek ki 1945'in tarihini bitirmek zamanı geldi." deyip işin içinden çıkıyor ki akla zarar bir durum. Yani? Okur için bir derleme toparlama, bir sonuç, bir kapanış, yahu en azından bir veda? Yok.
İkinci eksik, kaynakça. Kitapta 'kim kimdir' bölümü var, tam 222 tane dipnot var, kaynakça yok. Kitap kaynaksız değil, türlü yapıtlardan çok sayıda alıntı yapılmış, bunlar kaynak gösterilmiş. Ama bunların toplandığı, okurun başvurabileceği bir kaynakçaya gerek görülmemiş.
Benim için temel sorun kitabın yazım yöntemi olduğu için ve herhalde yeterince yerdiğim için burada kesiyorum. Arayana bilimsel sorunların da görüneceğini söylemeye gerek yok. Yazımdaki kopukluğu tarihsel olayların anlatımındaki tek yönlülük ve eksiklik tamamlıyor zaten. Örneğin Münih Konferansı'na iki-üç sayfa ayrılmış ama Münih Konferansı nedir, niye yapıldı, neden savaşın asıl başlangıç noktası orasıdır, bunlar yok. Bunların yerini tutacak bazı kırıntılar var, işte idare edeceğiz artık. Çok bile bize yani.
Eleştiride aşırıya kaçmak değil amacım, heves kırmak da istemiyorum. Ama durum ortada. Bu konularda ve alanda çalışmalar sürdürülmeli, eminim Hazal Yalın bu çalışmaları sürdürür ve yeni yapıtlar verirse onlar da çok önemli olacak. Ama gönül ister ki -en azından benim için- sorunlu olan alanlarda biraz daha özenli davranılsın. Çok iyi olabilecek yapıtlara böyle böyle yazık oluyor çünkü.
Türkiye'nin Atatürk'ün dış politikada mirası Sovyetler'le dostluk politikasını terk edip emperyalist Batı ile ittifak tercihinin köklerini delilleriyle ortaya çıkaran başarılı bir kitap. Odağında 1945 yılı olmasına rağmen 1945'teki kırılmayı yaratan 1939'dan 1945'e kadarki süreç de özetleniyor.
Kitap ilerledikçe Batıcı karşıdevrimin tarihyazımındaki çarpıtmalar pul pul dökülüyor.
İddia edildiği gibi Sovyetler'den gelen toprak ve üs talebine tepki olarak gelişen değil, çok daha önce başlayıp, Sovyetler'in bu 'emperyal ve provokatif' talebini emperyalizmin gölgesine sığınmak için 'manipüle eden' bir Türk hükümeti ve dış politikası görüyoruz.
Yazarın bu değişimin temelini iç politikada Mahmut Esat Bozkurt'un, dış politikada ise Tevfik Rüştü Aras'ın tasfiyesinde bulması da ayrıca dikkate değer. Aslında Atatürk'ün ölümüyle birlikte Sovyetler'le dostluktan kopup tabiri caizse 'Batı'nın kollarına koşma' devrimcilik barutunun büyük bir hızla tükenmesinin doğal neticesidir.
Feridun Cemal Erkin, Şükrü Saracoğlu, Selim Rauf Sarper gibi Aras sonrası dış politika mimarlarının bu bilinçli kopuştaki rolleri belgeleriyle anlatılıyor. Sarper'in CIA raporlarına erken tarihlerde 'sıkı bir Batı ve ABD savunucusu' olarak anılması da ayrıca çarpıcıdır.
Yazarın hem nalına hem mıhına bir tutumu var. 'Marksist' bir bakışla hem Türkiye'deki karşıdevrimi pişiren figürleri hem de Sovyetler Birliği'nin vahim hatalarını eleştiriyor.
Özellikle 'milliyetçi bir zırva' olan 'Gürcü akademisyenlerin mektubu'nun 'Marksizmi lekeleyerek' devlet yayınlarında yayımlanmasını (Pravda'da tam sayfa) yerden yere vuruyor. Bunu, II. Dünya Savaşı'nın büyük enkazından sıyrılmak için yükselen Sovyet ulusu yaratma hedefinin ekpansiyonist (ve emperyal - emperyalist ile emperyal arasında bir ayrım yapıyor -) eğilimleri ve; son derece dinamik bir toplum olan Sovyetler'in (tepeden belirleme söz konusu değil) savaş sonrası artan Gürcü ve Ermeni milliyetçiliğini yatıştırma ihtiyacının bir bileşimi olarak yorumluyor. Kuşkusuz, korkunç derecede yanlış ve irrasyonel bir politika tercihi olarak. Biraz 'ayı'sı ile meşhur Rus kültürünün, devlet ilişkilerinde de pazarlığı üstten açma alışkanlığıyla da birleşiyor.
Neticesi, zaten kopuş eğiliminde olan bir Türkiye'yi tamamen Batı'nın kollarına itmek olduğu bugünden bakınca gayet sarih olan vahim bir hata bu.
Kitabın çeşitli sayfalarında yazarın sesi gayet baskın, yer yer yadırgatıcı kertede baskın, bir şekilde üste çıkıyor. Benim pek anlam veremediğim, kaba solcu diyebileceğim yorumlarda özellikle.
Bu katılmadığım yorumlar bir tarafa, geneli itibariyle gayet dengeli ve ikna edici değerlendirmelerin olduğu, okuyucuyu pek çok farklı noktayı araştırmaya teşvik edecek önemli belgeler ve tespitlerle dolu bir çalışmayı okumaktan memnun oldum. Hazal Yalın'ın emeğine sağlık.
Benim icin oldukca enteresan ve yeni bilgiler ile dolu bir kitap oldu. 2.Dunya Savasi ve Turkiye donemi bizde cok detayli ele alinmaz, tabi ki Kurtulus Savasi gibi bir gecmis varken bu biraz anlasilabilir, yine de tum 2. Dunya Savasi bilgimiz “buyuk ve kanli bir savas oldu ama cok sukur biz disinda kalmayi basarabildik” ve “ aslinda biz de son anda savas ilan ettik ama dikkate alinmadi” seviyeside oldukca eksik.
Bu kitapta aslinda daha 1939’dan itibaren Turkiye icin baslayan sikintili sureci, Sovyetlerin toprak talebini, Amerika’nin dalgali politikasini goruyoruz ve aslinda o bahsi gecen savas ilaninin bile farkli bir perde arkasi oldugunun farkina variyoruz.
Degerli bir eser olmakla birlikte biraz “meraklisina”, ortalama okuyucuyu yoracak ve tabii sıkacaktır. Dipnotlar cok yogun, agir ve uzun kitabin akisini takip etmeyi zorlastiriyor.