Bolşeviklerin özgürlüğe dair tüm vaatleri, tüm taahhütleri daha iktidara geldikleri ilk günde buharlaşıp uçmuştu. İktidarlarının haftası dolmadan basını susturup ifade ve örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldırdılar. Fikren kendilerine en yakın gruplar başta olmak üzere tüm muhalefeti yasa dışı ilan edip polis marifetiyle yok ettiler. Polis marifetiyle sosyalizmin, devlet teröründen, Gulaglardan başka bir hayat vaat etmeyeceği o gün anlaşılmıştı.
Peki bütün bunlar ne adına yapılıyordu? Sosyalist kalkınma hedefleri, plan ve projeleri adına! Yarım asır boyunca süren zulmün bin bir türünü “öznel hatalar” diye ifade etmek, “sosyalizm bu değil, bunlar yanlış uygulamalar” demek, Bolşevik Parti’nin ideolojisini, siyasî hedeflerini göz ardı etmektir. Her şey parti programının dayandığı bilimsel sosyalizm hedefine uygun olarak tasarlandı ve yapıldı. Marks'ta da, Lenin'de de, Stalin veya ötekilerde de sosyalizm tam da devlet tahakkümü altında zorunlu çalışma; söz, ifade ve hayat hakkının devlet tekelinde olması; bireyin topluma, toplumun programa feda edilmesidir. İki yüz yıllık sosyalist düşünce ve pratiğin gösterdiği gerçek budur.
Gün Zileli bu çalışmasında, Sovyet devletinin milyonlarca insanın hayatını karartan, en alt görevlisinden en üst yetkilisine dek elbirliğiyle uyguladığı ve bir adım sonrasında kendilerinin de kurbanı hâline geldiği dizginsiz bir devlet terörünün suç dosyasını gözler önüne seriyor.
1970 yılında, DTCF’nin Felsefe Bölümü’nün 2. sınıfından ayrıldı.
1960’lı yıllarda, Yordam, Soyut gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı; ayrıca, Emekçi, Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde görev aldı ve yazdı.
TİP, FKF ve Dev-Genç örgütlerinde çalıştı; son ikisinin yönetici organlarında bulundu. 1964 yılının Ağustos ayındaki ilk anti-emperyalist gösterilerde gözaltına alındı. 1966 yılındaki anti-emperyalist gösterilerden dolayı kısa süre hapis yattı. 1968 ve daha sonrasındaki öğrenci hareketlerinde yer aldı, 1969 yılında kısa süre hapis yattı.
1971-74 yılları arasında, üç yılı aşkın, Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı; TÖS, Dev-Genç ve TİİKP davalarından yargılandı.
1970′li yıllarda Aydınlık, Halkın Sesi, Bora, Türkiye Gerçeği dergilerinde, daha çok teorik ve siyasi nitelikte makaleler yazdı ve TİKP’nin yöneticiliğini yaptı. 1975 yılında, Adana’da, İncirlik Üssü’ne karşı yapılan yürüyüşte tutuklandı ve kısa süre hapis yattı.
12 Eylül’den sonra, TİKP davası dolayısıyla arandı ve on yıl kaçak yaşadı. Bu yıllarda, daha çok Mehmet Gündüz takma adıyla teorik yazılar yazdı; Ufuklar, Saçak ve Sosyalist Birlik dergilerinin çıkartılmasına önayak oldu, Yapıt ve Somut dergilerinde yazdı.
1990 yılının başında yurt dışına çıkıp İngiltere’de siyasi mülteci olarak yaşamaya başladı. Bu yıllarda, roman yazdı ve İngilizceden Türkçeye kitap çevirdi. Amargi, Sosyalizmin Sorunları, Yeni Zamanlar, Birikim, Apolitika, Ateş Hırsızı, Uç, İmlasız, Bireylikler, Kitap-lık, Virgül, Köxüz, Öteki İsviçre, Açık Gazete, Özgür Üniversite, Haber Cumhuriyeti, Devrimci Demokrat gibi dergi ve internet sitelerinde ağırlıklı olarak kitap eleştirisi yazıları yayımlandı. İstanbul Özgür Üniversite’de, “Devrimi Yeniden Düşünmek” ve “Komintern ile TKP” konulu seminerler verdi.
Yazı ve röportajları, Aşk ve Devrim (www.gunzileli.net) adlı bireysel sitesinde de yayımlanmaktadır. Şu anda Yayın Kolektifi bünyesinde çalışmaktadır.
Kitapları
Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi (Mehmet Gündüz adıyla), 1990, Koral
Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır (Mine Ege ve Hasan Baku ile birlikte), 1995, Kaos
Türkiye… Sosyal Patlamaya Doğru (Ilhan Tekin’le birlikte), 1995, Kaos
Deniz Orada, 1995, Sel
Bahar ve Tipi, 1997, Telos
Yarılma, 2000, Ozan; 2002, İletişim
Havariler, 2002, İletişim
Sapak, 2003, İletişim
Ev, 2004, İletişim,
Ulusalcılık, 2007, Özgür Üniversite
Komün, 2007, Yaba
Stalinizm, 2010, Özgür Üniversite
Stalin Yargılanıyor (Oyun), 2010, Kibele
Devrimi Yeniden Düşünmek-I (Fikret Başkaya ile birlikte), 2010, Özgür Üniversite
Rejimler, Partiler, Kişiler ve “Uluslar”, 2010, Kibele Arnavutköy (1954-1964), 2010, Heyamola Benim Kahraman Köpeklerim, 2012, Özyürek Yayınevi
Yüreğe Yağan Kar (öyküler), 2012, Yaba
Çeviriler
Abel Paz, Halk Silahlanınca, 1995, Kaos, 2. Baskı, 2011, Kaos-Yayın Kolektifi
Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, 1996, Pencere Gilles Dauvé-François Martin, Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı (Bora Sarayova adıyla), 1999, Sel
Eugenia Ginzburg, Anaforun İçinde, 2000, Pencere Herman Gorter, Yoldaş Lenin’e Açık Mektup (Kemal Orcan’la birlikte), 2001, Günizi
Paul Avrich, Kronstadt 1921, 2006 ,Versus
E.H. Carr, Bakunin, 2006, Versus
Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, 2009, Kibele
Michael Seidman, İşçiler Çalışmaya Karşı, (Emine Özkaya ile birlikte), 2010, Boğaziçi Üniversitesi Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında – Stalin ve Hitler’in Mahkûmu, 2012, İmge
Erica Wallach, Gece Yarısında Aydınlık, 2013, Ayrıntı.
“1937-39 Yejov dönemindeki infazların sayısını tam olarak tespit etmek elbette mümkün değildir, çünkü NKVD mahzenlerinde kayıtsız kuyutsuz, enselerine sıkılarak öldürülmüş ve belirsiz yerlere gömülerek yok edilmiş çok sayıda insan söz konusudur. Yine de bu konuda verilen tahminî rakamlar vardır.
Orlando Figes, Büyük Terör döneminde en az 1 milyon 300 bin ‘halk düşmanı’nın tutuklandığını, bunların yarısından fazlasının kurşuna dizildiğini belirtmektedir. Eksik istatistikî bilgilere göre, 1937 ve 1938 yıllarında şaşırtıcı bir rakamla en az 681.692 ve belki de daha fazla kişi devlet ‘aleyhine suç’lardan kurşuna dizildi. Bir tahmine göre, 1937-38 yıllarında 116.885 Parti üyesi infaz edildi ya da hapse atıldı. Bir parti üyesi ne kadar yüksek bir mevkideyse tutuklanma olasılığı o ölçüde yüksekti. Neumann'ın İki Diktatörlük Altında kitabının önsözünü yazan Nikolaus Wachsman ise, ‘1937-38'de tahminen bir milyondan fazla kişinin öldürüldüğü’ iddiasını aktarır. McSmith ise, ‘Yejov... döneminde 1.565.041 kişi tutuklandı ve 668.305 kişi kurşuna dizildi, haftanın yedi günü, neredeyse her gün ortalama 880 infaz yapılıyordu’ demektedir. Ginzburg, ceza aldıktan sonra cezaevi arabasıyla Butirka'ya geri götürülürken, görevli askerin teselli etmek için kendisine, ‘Son günlerde kaç kişiyi temizlediklerini biliyor musun? Günde yetmiş kişi’ dediğini anlatır.
Soljenitsin ise şöyle hesaplar: ‘Kurşuna dizilmelerin... bir buçuk yıl sürdüğünü hesaba katarsak ayda ortalama 28.000 idam yapılması gerekirdi. Tabii bütün ülkede! Peki, kurşuna dizme cezasının uygulandığı kaç yer vardı? En az 150. Bunların sayısı daha çoktu. NKVD, yalnız Pskov'da birçok kilisenin bodrumlarındaki keşiş odalarını işkence ve kurşuna dizme odalarına dönüştürmüştü.’ Anne Applebaum, Robert Conquest'in, 1937-38 yıllarında NKVD'nin 7 milyon insanı tutukladığını tahmin ettiğini belirtir.
Sedov, Stalin'in, 1 milyon 600 bin dolayında komünistin öldürülmesine önderlik ettiğini belirterek bunun ‘tarihteki en büyük Komünist katliamı’ olduğuna dikkat çekmektedir.”(s. 138)
ANA FİKRİ “NAZİLER BİLE KOMUNİSTLERDEN DAHA İYİYDİ” OLAN BİR KİTAP
Bu kitapta dile getirilen iddiaların, - izan sınırlarını aşan, ortalama bir okurun aklıyla alay eden ölçüsüz dramatik ayrıntıları ve arsız Nazi-Sovyet karşılaştırması dışında (örnekler aşağıda) - genel çerçevesinin tarihsel gerçekliğinden kuşku duymuyorum. Zaten bu tarihsel gerçekleri, son derece marjinal fanatik Stalinist çevreler dışında koşulsuz olarak külliyen rededen, “Hayır böyle şeyler yaşanmamıştır, bunlar emperyalizmin düzmece yalanlarıdır” diyen de sanmam ki olsun. Lakin hiçbir politik pratik angajmanı bulunmayan , sadece dönemi anlamaya çalışan meraklı bir okuyucu olarak bu kitabın dili, yöntemi, kurgusu ruhumda, haksızlığa uğramış insanlarınkine benzer acı isyan duyguları uyandırdı; bireysel bir haksızlık anlamında değil de, insanlığın gerçeğe ulaşma çabasına yönelik bir engelleme karşısında, örneğin kimi bazı -yanlış da olmayabilecek verileri- eğip büküp bire bin katarak çoğaltıp, kendi ideolojik angajmanı gereği bundan aşı karşıtlığı sonucu çıkarmaya kadar giden meslekdaşları karşısında bir tıp öğrencisinin duyabileceği türden bir isyan.
Sovyet döneminde insanlığa karşı işlenmiş suçların haklı eleştirisi, adil bir Dünya arayışına ihanet yönünde savrulmamalıydı, komunizm adına biryerlerde birilerinin işlediği suçlar, özünde insanlığın kurtuluşunu hedefleyen bu düşünce sistemini, egemenleri memnun edecek şekilde Nazilerin faşizmi ile kıyaslayıp onun bile altına yerleştirme sığlığına kadar inmemeliydi. Sığ partizanca bir fanatizmde üste çıkmak, kendi politik angajmanını yüceltmek adına, Nazi ölüm kamplarını kurtaran Rus askerlerin, daha sonra kurtardıklaarı kendi vatandaşı Rus kadınlara tecavüzlerde bulunduğunu iddia etmeye varacak düzeyde bir bayalığa tenezzül edilmeemeliydi ( gerçekten bu ölçüde bir alçaklık asla olmamıştır anlamında değil; insanların hergün, her saat sinekler gibi öldüğü tam anlamıyla kıyamet günlerinde, milyonlarca insanlar arasında vuku bulan bir toplumsal altüst oluş koşullarında, “bu tür alçaklıklar asla yaşanmamıştır” diyebilir miyiz?. Tabii ki hayr ama “Evet bu tür olayların olmuş olması mümkündür” demek başka, bu tür alçaklıkları genelleştirip, bir toplumsal grupla ya da hatta bütün bir felsefi anlayışla ilişkilendirmek başka. İşte yazarın temel sorunu da bu; anektodlardan, anılardan bütünsel yargılar çıkarmakta çok kolaycı ve özensiz olması)
Bu kitap bir tezi olan , dile getirdiği verileri işleyip insanları düşünmeye sevkedecek bir sonuca bağlayan bir tarih çalışması falan değil kesinlikle. Bunu kendi gözlerinizle görmek istiyorsanız, her bölüm sonunda yeralan kaynakça kısmına bakmanız yeterli; toplam kaç yazara referans yapılmış görün. Romancıları, hatıra yazarlarını çıkarın, bakın bakalım tarihsel / belgesel çalışma niteliği taşıyan kaç farklı kitaba gönderimde bulunulmuş, bu yazarlar kimlerdir, çabucak bir internet taraması yapın, refere edilen yazarların biyografilerini hızlıca bir okuyun. (Ben aşağıda kısaca yaptım.. ) Hep aynı birkaç hatıra, roman yazarı ve birkaç tarihçi.
Yazarın kendi arşiv, belge taraması hiç yok; bütün referanslar hep aynı 3-4 kişiye, tabii o da referans verme zahmetine girmişse.
Dayandığı, çoğunluğu roman, anı, mektup vs olan, yani objektifliği sorgulanabilir, belgesel geçerliliği karşılaştırmalı bir okumayla teyit edilmeden hep aynı üç beş hatıra kitabından, romandan kes-yapıştır pasajların eklektik bir yığıntısından ibaret. İnanılır gibi değil ama yer, yer romanlardan pasajları bile belgesel değeri olan veriler gibi aktarmış yazar. Romanların yaşananları betimlemede faydalı olabileceğini yadsımıyorum, ama romanlarda dramatik etkiyi güçlendirmek için abartılı, edebi bir dille duygulara hitap edilir, bilimsel yöntemin gerektirdiği soğuk nesnel kavrayışa değil. Gerçi yazar kurgusal-belgesel ayrımını somut tarihsel olaylar sözkonusu olduğunda dahi pek umursamadığı için roman pasajlarını kanıt olarak ileri sürmesine şaşmamak gerek sanırım. Hiçbir şekilde objektif bir kanıtlanması mümkün olamayacak, sadece bir kaç kişi arasında vuku bulmuş olaylar hakkında kişisel sözlü beyanları, anıları ya da kendi spekülatif çıkarsamalarına dayanan skandal iddiaları, kendinde bir belge olarak sorgusuz sualsiz birer senetmiş gibi kabul etmemiz gerektiğini varsayıyıyor herhalde.
Örnek;
“Stalin, yıllar sonra Churchill'e, bunun, "10 milyon insanı" yok etmek zorunda kaldıkları "korkunç bir mücadele" olduğunu söyleyecekti”
Stalin bunu demiş olabilir mi? Mümkündür, ama 10 milyon insanın katlinin ilk elden itiraf edildiğini iddia ediyorsanız, bu itirafın bir belgesi olması gerekir değil mi? Hadi resmi belge , görüşme tutanağı yok da, İngiliz Emperyalizmini sadık hizmetçierinden en azgın anti-komunistlerden bir burjuva politikacısının beyanını dikkate alacağız diyelim, o zaman bu itirafın mantıklı bir gerekçesi olması gerekmez mi? son derece pragmatik bir diktatör olduğunu bizzat dile getirdiğiniz birinin, durup, dururken düşman kampın liderine, büyük bir karalama politikasına malzeme olacak böyle büyük bir suçunu neden itiraf ettiğini nasıl açıklıyorsunuz?
Bu tür temelsiz, belgesiz o kadar çok benzer iddia var ki, saymaya kalksam sitenin yorum uzunluğu kotasına takılırım. Kastettiğim öyle artık tarihsel gerçek statüsüne geçmiş, apaçık olgular değil; Bir Stalinist olmadığım için bu gibi çok iyi bilinen gerçekleri yadsımam, ve son derece canice işlenmiş cinayetlere ve temizlik hareketlerine bahane uydurmaya kalkmam; ben olayın ilk elden tanıkları dışında kimsenin bilmesi mümkün olmayan, şahsi detayları kastediyorum. Hani tiyatroda , edebiyatta dramatik etkiyi arttırmak için abartılı betimlemeler kullanılır ya, o türden tarih yazımı ile ilgisi olmayan trajik kişisel detaylar. Diyorum ya, yazar tarihsel anlatı ile edebi anlatı ayrımını umursamadan, okuyucuda kendi adanmış ateşli heyacanının benzerini uyandırarak, yani logos’una değil pathos’una hitap ederek inandırıcı olmaya çalışmış. Sonuçta da titiz bir tarih çalışması değil de, ABD’de McCarthy döneminde vizyona girecek soğuk savaş mentalitesine özgü, dizginsiz bir anti-komunist Holywood senaryosunun notları gibi bişi çıkmış ortaya. Okurken “ışık şurdan vursa, aktör elini kaldırarak şöyle bir tiradı dillendirse, gözlerini şöyle kıssa, ardından kamera şöyle sağa kayarak kurbanlara zum etse…” vs gibi ilgili film sahnesini bile canlandırabiliyorsunuz kafanızda,
Oysa bu kitabı, gerçekten sinematik / edebi dramatik yüzeyi geçip , insanlığın bu çok önemli dönemi hakkında farklı bir perspektiften tarihsel / teorik bir perspektif kazanabilirim beklentisi ile elime almıştım, hiçbir önyargı taşımadan. Her türlü karşı düşünceye, sürprize hazırlıklıydım, ama bu sığlıkta bildik bir soğuk-savaş dönemi anti-komunizmi beklemiyordum açıkcası.
Tarihsel “bilgisini” sadece izlediği TV dizilerinden, Holywood filmlerinden edinen zır cahil bir faşiste yazdırın, emin olun bu kadar azgın, gözü dönmüş bir anti-komunizm çıkmaz ortaya. Onlar “Komunizm fikir olarak fena eğil ama pratikte ugulanamaz “‘vs gibi klişeleri tekrarlar hiç olmazsa.
Ancak bu Yazar, komunizm düşmanlığını o noktaya vardırıyor ki, uzunca bir şekilde Sovyet Yönetiminin, Çar’ın yüzlerce yıllık despotizminen daha da beter olduğunu kanıtlamaya girişiyor. Sonra hızını yine de alamıyor, Nazi Ölüm kamplarının Gulag’lar ile kıyaslandığında lüks otel sayılması gerektiğini iddia etmeye kadar vardırıyor işi. Gulaglarda insanlar fare, at dışkısı hatta ceset vs yerken, Nazi kamplarında sosis yiyorlardı falan diyor; kitabın sonuç bölümünü 30-40 sayfa işte bu gibi detaylarla, “her şeye rağmen bir Batı ülkesi olan Nazi Almanya’sının” Sovyetlere kıyasla nasıl daha uygar olduğunu, -kötü bir şaka gibi ama - Nazi kamplarının dillere destan Alman disiplini ve titizliği sayesinde nasıl tertemiz, pırıl, pırıl olduğunu anlatıyor uzun, uzun.
Burdan bütün bu iki milletin karşılaştırmalı karakter tahlilini saptamaya giriyor:
“Ulusal karakterleri geometrik şekillerle izah edecek olursak, Almanlar düz ve pürüzsüz yüzeylerle, Ruslar ise sivri konilerle tanımlanabilir. Bu anlamda Hitler'e "düzleyici", Stalin'e "çukur laştırıcı" diyebiliriz. Hitler, Yahudileri düzlerken, Stalin Polonyalıları çukurlara gömmüştür!”
Her ne demekse. İşte böyle. Hiçbir rasyonel temellendirme olmadan spekülatif bir çorba. Almanların disipilinli titiz karakteri tertemiz, pırıl, pırıl toplama kamplarında ifadesini bulurken, Rusların ele avuca sığmaz kaotik karakteri de Gulagların cehennemi koşullarına yansıyor. Eh madem bu tür temelsiz spekülasyonlara izin var, Gulagların sadece o korkunç koşulları değil, bizzat en başta ortaya çıkışlarını, hatta Stalinizmin kendisinin bile, bu “kaotik rus ruhunun” bir sonucu olduğunu da iddia edebiliriz o zaman, belki de bütün bu trajedi komunizmle ilgili değil de Rus karakteri ile ilgili öyleyse.
Sonuçta inanması güç ama kitabın ciddi, ciddi ana fikri de işte bu; Komunizm Nazism’den bile kötüydü, komunistler de insan değil cehennem zebanileridir.
Yalnız, bu Nazism ile Komunizm karşılatırmasını toplama kamplarındaki konfor üzerinden yaparken çok temel teorik bir ayrımı gözden kaçırıyor yazar; Nazi toplama kampları Nazi Dünya görüşünün direk bir sonucuydu, Naziler kendi üstün ırklarına yaşam alanları açabilmek için aşağı ırkları temizlemeleri gerektiğini açık açık resmi dünya görüşü olarak ilan ediyorlardı. Peki Komunist düşüncenin teorik külliyatının neresinde Stalin’in tek adam diktatörlüğü benzeri bir yapının yüceltilmesi ve Gulaglar gibi bir sistemin öngörüsü var?. Yazar herhalde eski bir solcu olarak “Proleterya Diktatörlüğü” ile kastedilenin Stalinist tek adam diktatörlüğü değil, sınıf diktatörlüğü olduğunun bilincindedir. Peki komunist teorideki hangi öncül Gulaglara giden yolu açtı. Yok, bu yönde hiçbir çözümleme yok.
Komunizm basitçe sınıfsız toplum idealidir. Bu idealden Gulaglara nasıl varıldı? Asıl sorgulanması gereken buyken, yazar bu tür çözümlemelere, akıl yürütmelere girmeden 330 sayfa boyunca, hep aynı üç beş hatıra, mektup vs yazarının kitaplarından kes-yapıştır ile Sovyet mezalimininin 1001 örneğini boca ediyor kafamızdan aşağı. Ve bunu öylesine kör gözüm parmağına, bariz tarihsel olguların hilafına yapıyor ki;
Örneğin nerdeyse İkinci Dünya savaşını Sovyetler Birliği başlattı diyecek bir noktaya kadar vardırıyor işi. Böylesi bir düzeysizliği Sosyal Medyada, Trump , Bolsanaro, Orban gibi faşistlerin taraftarlarının yorumlarında okuyuruz çoğunlukla. Yazarın komunizm ve Sovyet nefreti o düzeylere varmış ki, Batılı burjuva yazarlarının bile kabul ettiği bariz, tarihsel bir gerçeğe dayanan onuru bile Sovyetlere çok görüyor; faşistleri yenilgiye uğratmış olmanın onurunu.
Nazileri yenilgiye uğratanın Kızılordu değil de partizanlar olduğunu iddia edebiliyor. Yani insanlığın gelmiş geçmiş en fanatik, en disiplinli, en donanımlı ordusunu binlerce topuna, tankına, uçağına rağmen eli tüfekli partizanlarca yenilgiye uğratıldığını inanmamızı bekliyor.
Bu kitabın 3-5 şaibeli yazardan üst üste yapılan alıntılarla çala kalem yazılmış, adeta yeni partisindeki abilerine gayretkeş bir çabayla rüştünü ispatlamaya kendini kaptırmış heyacanlı bir ergen uslubuna karşı insanın aklına E.H.Carr gibi gerçek tarihçilerin titiz, bilimsel mesafeli tarzı geliyor. Bu sığ kes-yapıştır kolaycılığı nerde, o konusunun duygusal etkisine kendini kaptırmayan nesnel uslup nerde? Eğer yazar bu büyük ustalardan biraz feyz alabilmiş olsaydı, anektod anlatıcılığının tarih yazımı olmadığını kavrayabilirdi belki.
Böylece anektodların arkasında yatan dinamikleri anlamaya çalışırdı. Örneğin, Bolşeviklerin her ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmeye yanıp tutuşan fanatikler olduğu şeklinde bir tablo çiziyor ama aslında devrimden birkaç gün öncesine kadar merkez komitede bile Leninden başka kimse iktidarı almak istemiyor. Lenin’in kendisi bile önce Duma’da politika yapmayı savunurken son anda fikir değiştiriyor. Karısı Krupskaya bile inanamıyor. Yazar bu verileri hiç dikkate almıyor; Temmuz 1917’deki gösterilerin bastırılmasından sonra Kerensky hükümetinin cadı avına başladığından, Lenin’in Zinovyev ile birlikte Finlandiya’ya kaçmak zorunda kalmasından, general Kornilov’un askeri darbe girişiminden, öncesinde Sovyetlerde çoğunluğa sahip Menşevik ve SR’lerin iktidara gelmedeki isteksizliklerinden, sürecin Burjuva devrimi olduğu teorisi nedeniyle burjuva Kadet partisine hükümeti kurmaları için resmen ricacı olduklarını ve tüm bunlar yüzünden durumun toplumsal altüst oluş anlarının klasik “öldürmezsen öldürülürsün” noktasına gelinme riskinin ortaya çıkmış olduğunan hiç bahsetmiyor. Nerdeyse “neden kendinizi Kornilov gibi Faşist bir general liderliğindeki Burjuva diktatörlüğüne teslim etmediniz de, fırsatı değerlendirip ilk harekete geçen siz oldunuz” diye mahkum ediyor sanki.
Keza Sovyetlerin Molotov-Ribbentrop paktı ile Nazileri cesaretlendirip savaşın başlamasına neden olduğunu iddia ederken, Batı’lı Güçlerin Nazilerle daha öncesinde benzer bir saldırmazlık paktı imzalayıp Çekoslovakya’nın bir bölümünü ilhak etmelerine izin vermesini geçiştiriveriyor. “Batı bu pasif konumundan teyakkuz durumuna geçti sonra “ diyor. Neye dayanarak? Rus elçisi Londra’da projektörlerin düşman uçağı aradığını görmüş. Böyle bir anektod yazar için yeterli bir kanıt Batı’nın pasif pozisyondan caydırıcı hazırlıklar yapmaya başladığına dair sonuca atlamak için.
Peki Stalin yerinde başkası ne düşünürdü önünde Südeteland’ın ilhakını, öncesinde de İspanya İç Savaşında faşizmin ilerleyişine karşı parmağını bile kıpırdatmamış, seçilmiş bir sol cepheye Faşistlerce 3 yıl boyunca saldırılmasını seyretmiş bir Batı’ya bakarak?. İspanya’da kararlı durup faşizme geçit vermeselerdi Naziler asıl o zaman bu kadar cüretli olamazlardı belki.
Sonuç olarak yazarın komunizm düşmanlığı o düzeylere varmış ki bütün anlatı binasını, kaçıp Batı’ya sığınmış son derece şaibeli bir ÇEKAcı ajanın, Rus göçmeni asilzade, banker bir sülaleden burjuva bir tarihçinin, birkaç romancının anlatıları üzerine temellendirmekte bile bir beis görmemiş. O temel taşlarından biri çekilse bina çökecek. Keza aslında bu çökme de olmuş zaten; Wikipedia makalesine göre, yazarın en çok faydalandığı R. Conquest adlı ingiliz tarihçinin kitabını, büyük marxist tarihçi Hobsbawm önceleri çok beğenmiş ama “arşivler açıldıktan sonra geçerliliğini kaybetti “ demiş. Demek ki yazarın temel kaynaklarından biri olan Conquest de kendisi gibi sağlam belgelere değil de “çok temiz bir abi var, ondan duydum; bizim askeriyede çalışan emmoğlu söylediydi vs” türü kulaktan dolma dedikodu tarihçiliği yapmış.
Yazarın bir diğer kaynağı, Stalin’in İspanya’ya gönderdiği Orlov adında bir NKVD ajanı; 1938’de sıranın kendisine geldiği korkusuyla Batı’ya sığınıyor. Yazar, sayfalar dolusu anlattığı NKVD suçları ile ilgili bütün detayları nerdeyse sadece kendisi de o yapıdan çıkma Orlov denen bu karanlık tipe dayandırıyor. Wikipedia’yadaki biyografisine göre bekleneceği üzre inanılabilirliği oldukça şüpheli biri. NKVD içindeki pozisyonunu, -herhalde Batı ile pazarlık masasına güçlü bir el ile oturabilmek için - abartmış olduğu düşünülüyor. Yani traji-komik bir şekilde NKVD suçlarını bir NKVD ajanın itiraflarına dayanarak anlatıyor, yani tanık sandalyesine katili oturtmakta bir sakınca görmüyor.Ne kadarı gerçek, ne kadarı kendi postunu kurtarmak ya da köşeyi dönmek için uydurulmuş, saptamak nasıl mümkün oldu acaba?. “Ya nedamet getirmiş işte aslında iyi çocuktur”. Kaldı ki bu şahıs anlatılan olaylar cerayan ederken Rusya’da bile değil; İspanya’da 1936’tan beri. Ama Moskova mahkemelerinin bütün arkaplanında neler yaşandığını en ince detayına kadar anlatabiliyor; nasıl oldu da bu kadar detaylı bilgiye sahip diye sormaktan alamıyor insan kendini.
Bir diğer çok sevdiği kaynak S.S. Montefiori; çok köklü, aristokrat, Karun gibi zengin banker bir sülaleden geliyor, 19yy Avrpasının en önemli Yahudi ailesi kabul ediliyormuş. Anne tarafı da soylu. 20.yy başında Beyaz Rusya’dan kaçmışlar vs. Yazarın spekülatif fikir yürütme tarzını benimsersek, zenginliklerinden ettikleri için komunistlere karşı hıncın bir aile geleneği olduğunu söyleyebiliriz herhalde.
Sonra, R.Conquest; Soğuk savaş döneminde ön saflarda yer almış bir diplomat, casus değiş tokuşu vs yamış. Orwell üzerinden komunist sempatizanı olduğundan şüphenilen yazarlara karşı bir cadı avı düzenlemiş , bir kara liste hazırlatmış vs.
Sonra Anne Applebaum; bir başka Rusya-Polonya göçmeni köklü bir yahudi aileden gelme. Şiddetli bir anti-komunist ve NATO genişlemesi taraftarı.
İşte yazar bütün anlatısını bu tür şahıslardan aktardığı anektodlara dayandıryor; “insanlığın bir özgürleşme hayali olarak komunist düşünce nasıl oldu da böyle çok büyük insanlık suçlarının işlenmesine neden oldu” sorusuna yönelik tek bir satır yok. Komunistler cehennem kaçkını zebaniler. Nokta. Hepsi bu kadar.
Büyük tarihçi E.H.Carr, bir komunist değil, dürüst bir tarihçi sadece. Bizde yalnız 3 cildi yayınlananan 30 yılda yazdığı Sovyet Tarihinde, toplam 14 ciltte yaklaşık 10 bin sayfada 1929’a kadar gelebilmiş ancak.. Bu yazar ise 330 sayfada bütün bir komunist tarihini bir çırpıda kesin sonuca bağlayarak defterini dürvermiş, ilticacı bir NKVD katilinin söylediklerine dayanarak .
Carr, tarihsel olayları sadece anektodsal düzeyde yığıp durmakla yetinmez, herbir tikel görüngüye neden olan dinamikleri, aktörlerin kitaplarından, toplantı tutanaklarından, gazetelerden alıntılarla uzun uzun analiz eder. Ve sonuçta, “Ah bak şu alçak komunistler şunu bunu yapmış” demenin ötesine geçip “Ha demek ki şu, şu fikirlerin uygulanması şu, şu sonuçları doğurmuş” diyebilecek duruma gelirsiniz, eğitim almış olduğunuzu hissederseniz, döneme yönelik nesnel bir tarih kavrayışını teorik arkaplanı ile birlikte geliştirebildiğinizi hissederseniz. “Kollektifleştirme 30-40 elli milyon köylüyü açlıktan kırdı” gibi bir sloganın ötesine geçip “üretimin nasıl örgütlenmesi gerektiğine yönelik şu şu teorik tartışmanın pratik sonuçları ve uygulamadaki çarpıklıklar bak buralara varmış” diyebilecek bütünsel bir kavrayış edinmenizi sağlar.
Bu kitabın yazarının ise, çıkış noktası genel bir özgüleşme ve eşitlik olan bir düşünce sistemindeki hangi olası yapısal hataların bu suçların işlenmesine neden olan bir yozlaşmaya yolaçtığını görmenizi sağlayacak teorik bir gözlük edinmenize yardımcı olmak gibi bir derdi hiç yok; tamam Komunizm çok kötü.. Ne yapalım , gezegendeki yaşamı bitirme noktasına gelen kapitalist açgözlülüğe teslim mi olalım. Yoksa anarşist felsefeye mi yönelelim? Peki Anarşizmin de aynı hatalara düşmeyeceğinin garantisi ne? Eğer romanların belge değeri varsa Hemingway de “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”da Anarşistlerin korkunç infazını anlatır. Kesin belgeler olarak da var Anarşistlerin acımasız şiddet eylemleri, klise yakmaları vs. Ehh ne olacak şimdi?
Yazar bildik azgın anti-komunist tribünlerde bildik kendi taraftar grubuna aynı tezahüratları yaptıracak amigo yetiştirme derdinde sadece. Tercih sizin; bütün hayatınız boyunca maruz kaldığınız sığ anti-komunizm yetmez, bir de soldan alalım derseniz buyrun. Ama ben uyarmış olayım; bu kitap hangi renginden olursa olsun soldan bir bakış açısı sunmuyor. Fikret Başkaya gibi bir ismin önsöz’de yazdığı övgülerine rağmen, soldan bir bakış değil bu kitap. Batı liberalizmin bildik anti-komunizmini ısıtmış, koymuş önümüze.
Bizde böyle solcular oldukça egemenlerin sağ kadrolara hiç ihtiyaçları yok aslında.
SSCB’de sosyalizm adı altında yapılan uygulamaların gerçek yaşama nasıl yansıdığını, özellikle bu uygulamalara karşı çıkan yazar, çizer, düşünür ve politikacılara neler yaşatıldığını gözler önüne seren bir yapıt.
Milyonlarca insanın yerleştirilmeye çalışılan rejim uğruna yok edildiğini belgeleyen, yoğun bir araştırma ve büyük bir emek ürünü 338 sayfadan oluşan güzel bir eser.