Modern zaman insanını tutsak eden "kuşku"nun merkeze alındığı İsa’nın Güncesinde Melih Cevdet Anday bireyin yalnız kalışını anlatıyor.
Bir tür sanrıya dönüşen kuşku, endişe, gözetlenme korkusunun yarattığı bu yalnızlık; giderilebilir, dindirilebilir bir şey de değildir. Melih Cevdet Anday'ın nefis Türkçesiyle...
Kurşunda bir oyun oynanıyordu, ben bunun dışındaydım, ama bir yandan da tümümüzün ağır bir uyumsuzluk ipinde bulunduğumuz duygusunu canlı olarak yaşıyordum. Bu duygu bir aldanma değildi kuşkusuz; hatta seslerin kesilmesi de bunun sonucuydu bence. Pamuk ipliği ile bağlı gibiydik birbirimize. İlişkilerimizin düzenini sağlayan kalıplarımıza bir giriyor, bir çıkıyorduk. Hem tek başımızaydık, hem bir aradaydık. Zaman denilen şeyin beş paralık değeri kalmıyordu. Yıldızlar gibi, birbirimizden habersiz dönüyorduk. Ses duvarını aşıp saltık bir sessizliğe gömülmüştük. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu.
Melih Cevdet Anday was born in Istanbul in 1915. In 1936, he started attending the Faculty of Letters and History-Geography. In 1938, he went to Belgium to study sociology, however, upon breakout of World War II in 1940, he had to return to his homeland. Between 1942 and 1951, he worked as a publication consultant for the Department of Publications of the Turkish Ministry of National Education, and subsequently he was employed as librarian for the Ankara Library. In 1951, he returned to Istanbul and did reporting for the Aksam newspaper. During this period, he wrote short features and essays for Tercüman, Büyük Gazete, Tanin and Cumhuriyet newspapers. He was also in charge of the art and literature sections of the same papers. From 1954 onwards, he taught phonetics and diction courses in the Department of Drama of the Istanbul Municipal Conservatory. Between 1964 and 1969, Anday served as a member of the Turkish Radio Television’s Board of Directors. When he retired from his position in the Conservatory in 1977, Anday was assigned to the UNESCO Headquarters in Paris as Cultural Attaché. Later on, due to a change in government he was called back to Turkey. He wrote essays for the Cumhuriyet newspaper regularly from 1960 to 1990, and occasionally from 1990 to 2000.
Son dönemde okuduğum en etkileyici kitaplardan bir tanesi Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi eseri oldu. Abartmıyorum absürt roman türü diye bir tür varsa İsa’nın Güncesi Türk Edebiyatında zirveye oynar. İtiraf ediyorum romanlarını okumadan önce şairliğiyle ön plana çıktığı için Anday’ın romanlarına karşı biraz mesafeliydim. İlk olarak Aylaklar romanını okumuştum ve çok çok sevdim. Sonra yine acaba bir eseri mi iyidir diye kendimce saçma sapan fikirlere yöneldim. İsa’nın Güncesi’ni okuyunca Aylaklar eserinden çok daha katmanlı bir roman ile karşılaştım. Kitap Kafka’nın Dava’sından etkilenerek yazılmış fakat bana kalırsa ondan daha şiirsel ve absürt…
Kitapta modern zamanın yeni insan modeline rastlıyoruz. Sorgulama, her zaman mantık arama, hızlı ol, görevini yap… Baskı her zaman vardır. Eseri okurken yer yer de güldüğümü hatırlıyorum. Sırada herhalde yazarın Gizli Emir eseri var, onu alıp okuyabilirim. Elbette böyle bir şair-yazarın pek okunmaması da üzücü.
Tatsız bir itiraf olarak; ülkelerin siyasi tarihlerinden beslenen kurgular okumayı çok sevmeme karşın Türkiye’nin yakın siyasi tarihinden kök alan çok az kitap okudum. Ancak onların içinde de asla böyle bir örnek ile karşılaşmadım.
Bazı kitapları ya da yazarları oluşturdukları kurgudan çok daha bağımsız bir şekilde kurdukları cümlelerin, seçtikleri kelimelerin ya da hayata dair yakaladıkları basit ayrıntıların peşinde kaybolmak için okursunuz. İsa’nın Güncesi de tam o kitaplardan birisi aslında. Daha ilk bölümü okurken dahi hiçbir hikayeye girmese de böyle bir iç monologu yüzlerce sayfada takip edebileceğini düşünüyor insan. Lakin kitabın size verecekleri bundan çok daha fazlasını içeriyor. 12 Mart muhtırası sonrasındaki dönemi, muhtıranın halk üzerindeki etkilerini muazzam absürt bir dünyanın içinden anlatıyor size. Okuduğunuz cümleden ya da bir önceki sayfayı anladığınızdan şüpheye düşerek ilerliyorsunuz. Bu süreçte devletin halkı kontrolü altında tutma mekanizmasının adeta tanrısal bir gözetleme sistemine nasıl dönüştüğünü, insanların kendi içlerine kapanıp bildiklerini unutmaya, tanıklıklarını silmeye ve tam da istendiği gibi uyum sağlayıp uyumaya ne kadar uygun hale geldiklerini, bürokrasinin hayatı nasıl bir sarmala çevirip insanları işlevsizleştirebileceğini ve belki de bütün bu sürecin en dehşet verici noktasının, bunun ne kadar kolay ve kabullenilebilir bir sistem olabileceğini deliliğin orta yerinde muazzam bir hicivle anlatıyor. Kitabı okurken zaman zaman durup “biz bu anlatıda nereye gidiyoruz” diye düşündüm, bazen sinir bozukluğundan güldüm. Hatta aralarında türler, dağlar, kültürler olmasına rağmen bazı cümleleri ya da diyalogları Terry Pratchett yazmış gibi hissettim. Özetle çok sevdim, Melih Cevdet Anday’ın romanlarını hiç okumamıştım, bu bu türdeki ilk karşılaşmamızdı kendisiyle ve büyük bir açıklıkla; bu romanlar okunmadan geçen zamanlarımdan pişmanım diyebilirim. Absürt bir hikayeye, sinir bozan bazı tekrarlara ve cevapsız kalan sorulara hazırsanız mutlaka okuyun derim, tavsiyedir.
“İsa,” diye mırıldandım kendi kendime, “yalnız değilsin ben de varım.”
İlk sayfadan ve hatta ilk cümleden itibaren bu adam çok güzel cümle kuruyor (keşke çevirmenlik de yapsaymış) diye düşündüm. Yazım dilinin güzelliğine kendimi kaptırdım, ne anlattığı o kadar da önemli değildi. Ama sayfalar ilerledikçe hikaye de ilgi çekici olmaya başladı ve sonra nasıl anlattığıyla ne anlattığı kitabı sırtlayıp birlikte götürdüler.
Bütün hikaye tek bir olay etrafında şekilleniyor. Önce küçücük bir yerden başlıyor ve kartopu gibi yuvarlanıp büyüyerek başka karakterleri de alıyor içine. Biz de bi adamın çevresindeki herkes tarafından absürd ve paranoyakça sorgulanmasını okuyoruz. Bu yönüyle Kafka’nın Dava’sını andırdı. Diyaloglar ve gidişat da Murakami’ye benziyor, gerçeküstü sayılabilecek minik parçalar var. Karakterin kendisi de, çevresindeki herkes saçma ve mantıksız davranırken duygu yansıtmadan mantık peşinde koşup sakin sakin cevap veriyor. Ama yine kendi de ekliyor: “Bu söz mantıktır, mantıksa yaşama uymaz hiçbir zaman.”
Çok güldüm yer yer, bir de bu hikayenin tiyatrosu çok güzel çıkardı. Melih Cevdet Anday kesinlikle çok daha fazla övgü, değer ve okunma oranını hak ediyor.
⭐4 / "Yalnızca kendi açısından suçsuz olmak yetmiyordu insana. Durup dinlenmeden bunun savaşını yürütmek gerekiyordu. Çünkü durup dinlenmeden suçlayan bir dünyada yaşıyorduk."syf188
Anday'ın bu romanı, iç monologlarla varoluşçu/absürt öğelerin aktarıldığı hem şiirsel hem karanlık yanları olan güçlü bir "eleştiri" metni bence. İronisi ve kara mizahı, yazıldığı(1974) dönemin ruhunu, tedirginliğini, ironik acılarını sezdiren; bürokrasinin, ideolojilerin, kamusal yargının birey üzerinde kurduğu baskıyı, yarattığı gözetim hissini, yargılı/yargısız infazın eleştirisini içeriyor ve ülke insanın hali ahvalini hicvederek anlatıyor. Mantığın çöktüğü yerde ironi kaotik dönemlerin çıplaklığını göstermenin en iyi yolu ve Anday bunu muhteşem edebi cümleleriyle okuma keyfine dönüştürmüş.
İsa; ölmemek üzerine kurgulu intiharlarında karısının kendisine bu isimle seslendiği aslında ismini bilmediğimiz kahramanımız. (Eşinin ona İsa ismini vermesinin hikmetinin kitaptaki açıklaması; hem öldüğü sanısı uyandırıp bilinç altında doygunluğa erme sebebi oluyormuş hem de yeniden diriliş olanağına yol açıyormuş- etkileyici bir evlilik tanımı😀) Kahramanımız İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliğindeki yeni işiyle birlikte gelişen; otobüs duraklarına ipli sehpalar kurmuş onu sorgulayan ademelmalı, kuşgözlü, suaygırlı, altın dişlilerin "suçlayan" dünyası karşısında suçsuzluğunu yeniden yeniden savunan, bitmeyen bir savunma mecburiyetinde bir insan. Hem düşündüren hem de güldüren; diyalektik yapısı etkili, her düşüncenin hemen karşı düşüncesini de veren, İsa'nın saflığı! üzerinden sorgulayıcı hisler uyandıran etkili bir metin. Mikadonun Çöpleri ve Raziye'yi okumuştum Anday'dan, onlardan sonra baya farklı geldi tarzı, çok beğendim.
Herkese keyifli okumalar.
"İsa," diye mırıldandım kendi kendime, "yalnız değilsin, ben de varım."syf191
Boşluklar gerçek olan. Ama yaşamın hep yeniliklerle dolu olduğu sanısı bizi her zaman aldatmıştır. Değişmeyen şeylerin bizde değişen şeyler izlenimi bırakması düpedüz bir aldanmadır ya, ortada aldatanın bulunmaması ya da aldatanın bilinçli olarak bulunmaması, bir kendine inanma duygusu yaratır insanda. İyi ki yaratır.syf2
Sanki ilerde olacakları daha başlangıçta sezmiş gibi, nerdeyse bir suçlu muamelesi yapıyordu bana. Bu da, suçlunun ya da sanığın suçtan önce bulunması gerektiğini düşündürüyor insana. Gerçekten de, suç, insansız olarak ortaya çıkamayacağına göre, suçlunun önceden bulunması kadar doğal bir şey olamaz. İnsan bulunduktan, ele geçtikten sonra ise, suç nasıl olsa gelir yakalar onu. Burda masumlarla gerçek suçluları birbirinden ayırmaya kalkmak yanlış olur. Bütün suçlular masumdur çünkü. Bu düşünce ile ben de zamanla suçuma alıştım, ne olduğunu bir türlü anlayamadığım suçuma.Syf17
Karşımda bir oyun oynanıyordu, ben bunun dışındaydım, ama bir yandan da tümümüzün ağır bir uyumsuzluk içinde bulunduğumuz duygusunu canlı olarak yaşıyordum. Bu duygu bir aldanma değildi kuşkusuz; hatta seslerin kesilmesi de bunun sonucuydu bence Pamuk ipliği ile bağlı gibiydik birbirimize. İlişkilerimizin düzenini sağlayan kalıplarımıza bir giriyor, bir çıkıyorduk. Hem tek başımızaydık, hem bir aradaydık. Zaman denilen şeyin beş paralık değeri kalmıyordu. Yıldızlar gibi, birbirimizden habersiz dönüyorduk. Ses duvarını aşıp saltık bir sessizliğe gömülmüştük. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu.syf53
Ah gençlik, sen eski insanlardan kalma okunmamış bir yazı gibisindir.syf76
Ben kimdim? Bugüne değin yürüdüğüm yolu niçin tutmuştum? Yaşamımın gereği neydi? Ne yapmak istiyordum ben? Doğrusunu söylemem gerekirse, bu soruların kesin karşılıklarını bulamadım. Benimkisi sadece katlanmaktan ibaret olmuştu ve böyle olduğu için de çevremdekilerin kuşkularını uyandırmıştım istemeyerek. Onları haklı bulmamak olanaksızdı. Yalnızca kendi açısından suçsuz olmak yetmiyordu insana. Durup dinlenmeden bunun savaşını yürütmek gerekiyordu. Çünkü durup dinlenmeden suçlayan bir dünyada yaşıyorduk.syf188
Romancı kimliğini en az şiirleri kadar sevmeye başladığım bir isim Melih Cevdet Anday
Roman türünde okumaya Raziye ile başladığım, ikinci olarak İsa'nın Güncesi ile kalemini okumaktan zevk aldığıma karar verdiğim bir yazar Anday. İsa'nın Güncesi anlatım biçimi olarak orijinal bir iş, kendini okunmaktan alıkoymayan bir metin okurunu bekliyor.
Kitabın ne anlattığını özetleyici olması için 186.sayfadan bir alıntı yapacağım şimdi ve bu alıntıyı okuyanlar romanın bunalımlı ya da duygusal, karamsar bir roman olduğu yanılgısına düşecek.
“Ben kimdim? Bugüne değin yürüdüğüm yolu niçin tutmuştum? Yaşamımın gereği neydi? Ne yapmak istiyordum ben? Doğrusunu söylemek gerekirse, bu soruların kesin karşılıklarını bulamadım. Benimkisi sadece katlanmaktan ibaret olmuştu ve böyle olduğu için de çevremdekilerin kuşkularını uyandırmıştım istemeyerek. Onları haklı bulmamak olanaksızdı. Yalnızca kendi açısından suçsuz olmak yetmiyordu insana. Durup dinlenmeden bunun savaşını yürütmek gerekiyordu. Çünkü durup dinlenmeden suçlayan bir dünyada yaşıyorduk.”
Alıntıladığım bu satırlar temeline yazılmış bir roman fakat yer yer komik, daha çok da traji komik bir eser. Salah Birsel’in Dört Köşeli Üçgen romanıyla benzer absürtlüğe sahip. (O romanı daha çok sevmiştim). Fakat bu romanda, Dört Köşeli Üçgen’e kıyasla daha yakın olan şey ise, yazıldığı dönemin, hatta bugünün insanlığına dair mesaj da veriyor oluşu. Mesaj; herkesin suçlamaya meyilli ve sorgulamaya hevesli oluşu. Bir yerden sonra absürtlüğü biraz fazla kaçırsa da bence eğlenceli bir kurgu ve yaratılan karakter ustaca oluşturulmuş.
İki benlik hiçbir zaman kaynaşmıyordu. Doğadaki büyük sessizlik bundandı. Herkes kendi başına dönüp duruyordu. Kimseye dokunamazdı. Her şey kendi kendisinindi. İşte bu bağımsızlık, bu dokunulmazlıktı beni sevindiren.
Eşinin İsa diye seslendiği , kitaptaki diğer karakterler gibi asıl ismini hiçbir öğrenemediğimiz ana karakterimiz çalıştığı Gaz Sobaları Ortaklığı firmasından İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği Kurumuna geçer ve bundan sonra hayatında bitmek bilmeyen bir sorgulama ve çözülme dönemi başlar. Evinde, iş yerinde, gittiği meyhanede, kafasının içinde bile sürmektedir bu sorgulama hali.
Kafka, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Brecht eserlerinde hissedilen bir damar var bu anlatıda. Açıkça siyasi ya da toplumsal bir eleştiriye yer verilmemiş olsa da bireyden yola çıkarak müthiş bir düşsel anlatım diliyle bugün bile tartıştığımız sorunlara dair geçerliliğini koruyan bir hikaye akıp gidiyor. Hikayenin siyasetle hiçbir alakası yok ama yaratılan atmosfer çok tanıdık. 12 Mart Muhtıra dönemi romanları arasında sayılmasa da yazıldığı dönemi çok iyi eleştiren bir yapıt.
Şiir emekçisi olarak hatırlanmak/bilinmek isteyen Melih Cevdet Anday keşke roman türüne daha çok ağırlık verseydi. Edebiyatımızda farklı bir yolun açılmasında öncülük ettiğini düşünüyorum. Okumaya devam edeceğim eserlerini.
şimdi Melih Cevdet Anday şair kimliğiyle tanınan bir yazar bu yüzden klasik bir roman bekleyenler için yorucu olabilir, çünkü kitapta şair kimliği kendisini fazlasıyla hissettiriyor bir şiir gibi tekrar tekrar okunacak satırlarla dolu.
roman, okuyucuyu belli belirsiz bir bürokrasi içinde sıkışıp kalmış bir adamın zihnine hapsediyor. ne net karakterler var, ne olayların kesinliği. bu yönüyle roman, bir hikaye anlatmaktan çok bir ruh halini yansıtıyor.
anlatım tarzı her okuyucuya hitap etmiyor zaman zaman zorlandığım yerler oldu. olay örgüsünden çok ruh hali anlatımı, metaforik katmanlara dayalı. absürt soyut anlatımın getirdiği belirsizlik ağır geliyor ve özellikle sık tekrarlanan sorgular ve aynı his etrafında dönen cümleler bir süre sonra sıkıcı hale geliyor maalesef. yüksek başladığım bir kitaptı.
yine de anlamsızlık içinde anlam arayan, sorgulayıcı bir kitap arayanlar için farklı bir okuma deneyimi sunabilir.
"tanrım, ne denli uzaktım her şeyden. yürüyordum ama nerdeyse adımlarımın sesimi duyamayacağım diye korkuyordum; görüyordum ama sadece ayrıntıları. bir çeşit büyüteç gibiydim. engebeli bir ayrıntılar dünyasında inip çıkıyordum bir böcek gibi saf, kayıtsız."
"oysa o, unutulması gerekli şeylerin unutulmayan şeyler olduğunu biliyordu. hangimiz için? onun için mi, benim için mi? ruh karşısındakinin unutmasını istediği şeyi, belki örnek olsun diye, önce kendi unutur; bilinçsiz olarak, kendi yasalarına göre, bize duyurmadan yaptığı bir işlemdir bu.
İsa'nın Güncesi yılın son ayında geldi ama yılın enleri arasına girdi. Bu kitabın yeterince övülmemesini ve paylaşılmamasını kınıyorum. Sıkıcı ve boğucu bürokratik beton binaların arasında adı İsa olmayan İsa'nın yaşadığı ama ona bir o kadar da sıradan gelen absürt olaylar kurmaca bir lezzetle sunuluyor. Aylaklar'dan sonra okuduğum Anday'ın bu kitabı sayesinde yazar favori yazarlarım arasına girdi bile. Adı İsa olmayan İsa terzi sevgilisi, her daim hastalık hastası eşi, eşinin kardeşi, eşinin kardeşinin eşi, çalıştığı yerdeki sorgucular, memurlar ve isimsiz ama kuşgözlü, ademelması gibi isim taktığı kişiler, saçmalıklar yumağının tadı tuzu biberi oluyor. Bir anda iş yerinin değişmesiyle hayatının akışı değişiyor ve aynı sıkıcılıkları yaşarken pes etmeden kendini yeni akışa bırakıyor İsa. Ağır geçirdiğim kovid sırasında ateşler içindeyken bana eşlik etmesi de aramızda bir bağ kurmuş ve bu yüzden epey sevmiş olabilirim diye de düşünüyorum. Sağlıklı zihinle yeni yılda tekrar okumak istiyorum. Yıl bitmeden bu yazarla güzel yerden tanıştığıma memnunum.
Kitap herkese hitap eden türden değil ama herkes bir bakmalı. Okurken bir cevher bulmuş gibi sevinçle okudum. Hiç böylesine kuvvetli bir roman beklemiyordum.
Sadece kitabın kendisini okumakla kalmayıp hakkında yazılmış inceleme ve makaleleri de okuyacağım. Baştan sona ilgim hiç azalmadan okudum, kesinlikle daha fazla ilgiyi hak ediyor. Şair kimliğinin yanında romancı kimliğini de çok sevdim Anday'ın. 🤌
Nasıl anlatabilirim bilemiyorum; deneyeyim... Kitabı okuduğum anlarda ruhsal ya da duygusal anlamda yoğun şeyler hissettiğimi iddia edemem. Ancak okuduğum her paragraf, yazımı ve o ufak konuya dair bambaşka bakış açısıyla beni büyüledi. Melih Cevdet Anday'a henüz okuduğum bu tek kitapla hayran kaldım, harika bir dil. Sonra... Kitabın son sayfasını da okuyup, her zaman yaptığım gibi Ç. notumla bitiş imzasını attıktan hemen sonra, ciddi bir bunalımın içine düştüm. Okurken duygusal anlamda etkilenmediğimi sandığım bu kitap için dakikalardır huzursuzluk içindeyim. Böylesine bir akla ve kaleme saygıyla...
İsa'nın güncesi, benim en beğendiğim kitaplardan biridir. Dili büyülüdür. Nasıl oluyor da bu kadar kıyıda köşede ve ilgisiz kalıyor, anlamıyorum. Umarım daha çok okunur ve sevilir.
Gece Anday'ın kitabını okurken bir yandan da oyun oynuyordum, kitaptaki tüm karakterlerin hakikati bükerek baş karakterin "aklıyla oynama" çabası bana da etki etmiş olacak ki oyunda sürekli kitaptakine benzer absürt, beklenmedik bir sohbet olmasını bekledim. Bu yavan anıyı anlatma sebebim ise böyle bir etkinin nadir olması, o an Anday'ın yarattığı dünyaya okuyucuyu müthiş bir kayganlıkla dahil edebilme kuvvetini fark ettim.
Şaşkınlığın yerini hızlıca şu soru aldı: Anday gibi yazarlar nereye gitti de anlatacak hiçbir şey olmayıp cümlelere takla attırıp "karanlıklardaki aydınlık" gibi metaforların sırtına binen yerli yazarlara geçiş yaptık?
Yerli edebiyatla arayı kapatmak istiyorsanız mutlaka okuyun.
Hayatının tamamını sorgulamadan, iradesini ortaya koymadan, yapılması gerekenleri bir görev duyguyu ile yaparak yaşayan bir adamla ilgili Kafkaesk bir roman. Roman oldukça iyi ama insanı daraltıyor ve zaten daraltması amaçlanmış. Bu sebeple bir kere yarıda bırakıp, tekrar başlamak zorunda kaldım. Çünkü ilk okuduğumda baş kahramanın pasifliği beni çok rahatsız etmişti. Ama sonra düşündüğümde bizim ondan farkımız nedir ki? Gerçekten istediklerimizi yapan seçen özgür bireyler miyiz? Yoksa kolayımıza geldiği için "olması gereken"leri takip eden, tek tek levelları tamamlayıp ilerlediğini düşünen köleler mi? Ben olmadan biz olur mu? Yani kişi yaşamının sorumluluğunu almazsa, bunu onun yerine başkaları yapacaktır, istemediği şekillerde.
K. ve Mersault karakterlerinin arasında bir karakter İsa. Hatta İsa olup olmadığı da net değil. Umursamayan, fakat bir o kadar da kurcalayıp işin içinden çıkamayan; söylediklerinde ısrarcı, fakat kendine söylenenleri bir şekilde kabul eden, benimseyen bir karakter İsa. İsa ismini de bu şekilde kabullenir zira. Roman sorgulamalar üzerinden ilerlediği kadar, sorgulamadan pek çok şeyi kabullenişin de üzerinden ilerliyor.
Sembolik, soyut ve hicivsel anlatımı olan absürd ve sıradışı bir roman Kafka= Dava , George Orwell = 1984 ve Haruki Murakami eserlerini çağrıştırıyor Türkce kullanımı edebi dili olağanüstü Zamansız bir dünya edebiyatı örneği
Okuduğum kitaplar arasında underrated'lar diye bir liste yapsam İsa'nın Güncesi kuşkusuz sıranın başını çeker. Annemin yıllar yıllar önce alıp okuduğu, kitaplıkta tesadüfen denk geldiğim bu yıpranmış, sayfaları yırtılmaya yüz tutmuş kitap, hiçbir beklentimin olmamasının da etkisiyle bana çok enteresan ve farklı bir deneyim sundu. Topluma, toplumun baskısına ve bireye farklı bir perspektiften bakmış Melih Cevdet. Kesinlikle okunmalı.
İlk kez Melih Cevdet Anday okudum. Dilinin duruluğu ve akıcılığından etkilendim.
Kitabın başında Dava'yı, sonraları da sık sık Beckett ve Camus'yü aklımdan geçirdim ancak kitap biraz arada kalmış gibi geldi bana. Absürt olmakla olmamak arasında bir yerlerde kalmış gibi.
İsa'nın Güncesi, Aylak Adam - Tutunamayanlar ayarında bir roman. İyi bir şair olunca işte böyle olur. İnsanlar sizin ne iyi bir roman yazacağınıza, ne siyaset laflarınıza inanır, ne de bir kızı çok sevdiğinize ya da canınıza kıyabileceğinize.