“Ormanda her mevsimin bir kazananı olur… Bugün zayıf görünen çiçekler, sözgelimi papatyalar. Mevsimi geldikçe güçlenir. Güçlenince de o kötü kaba borazançiçeklerinin, çarkıfeleklerin gözünün yaşına bakmaz.”
“Sus Barbatus! 3”te mevsim dönüyor!
Sus Barbatus!’un üçüncü ve son cildinde umutlu yarınlar için çalışan devrimci gençler pınarları kurumuş A. Dağları’nın eteklerinde örgütlenerek Ş. Mitingi için kente inerler. Kadir Ağa’nın gölgesi ve radyodan çalınan marşlar yeni bir kışın, ülkede Eylül darbesinin habercisidir.
Faulkner, Yaşar Kemal gibi yazarların kaleminde destanlaşan modern romanın çağdaş bir çeşitlemesini sunuyor Faruk Duman. Gerçeküstünün dilini yaratarak siyasal, tarihsel, toplumsal gerçekleri ete kemiğe büründürüyor.
Orhan Kemal Roman Armağanı ve Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alarak geniş bir yankı uyandıran Sus Barbatus! doğanın tahrip edilmediği, ütopyaların diriliğini koruduğu, emeğin ve adaletin saygınlığını yitirmediği, masumiyetin egemen olduğu zamanların romanı.
Faruk Duman, 1974 yılında Ardahan'da doğdu. Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik Bölümü'nden mezun oldu. Öyküleri, 1991 yılından beri Yazıt, Damar, Papirüs ve Adam Öykü gibi dergilerde yayınlanmaktadır. 1996 yılında Çankaya Belediyesi'nin Öykü-Şiir Yarışması'nda Çocuk Öyküleri dalında ikincilik almıştır. Bu öyküleri daha sonra Mızıkçı Mızıka adıyla yayınlanmıştır. 1997 yılında Can Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Seslerde Başka Sesler, 1998'de Orhan Kemal Ödülleri öykü dalında ikincilik almıştır. Yazarın ikinci öykü kitabı olan Av Dönüşleri, 2000 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanmıştır.
Sadece olaylara odaklanmayan ve çağrışımların gücünü sonuna kadar okurlarına hissettiren serinin son cildinde yazar, darbeye doğru giderken gençler üzerinden umudun da aynı umutsuzluk gibi bulaşıcı olduğu mesajını veriyor.
Umudun coşkusunu doğayla bütünleşen ve aynı zamanda onunla mücadelesinde geri adım atmayan kırdaki insanlar üzerinden esnek diliyle vermeye devam ediyor yazar.
Yazar, edebiyatın toplumsal yükümlülüğü üstlenme tarafını seçerek ve bunu kendine bir borç bilerek dönemin insanının dertlerine sözcü oluyor.
Aynur’un yoldaşı Coco, dağa bayır demeden tırmanan yaşlı deve Davut, Pınar’dan boncuk toplayıp dünyadaki son eyeri yapan Dede Sultan ve gözü korku nedir bilmeyen Kemal… Romandaki eskilerle yenilerin kucaklaşması sanki halk anlatısının modernle kucaklaşması gibi oluyor. Nerede gerçek başlıyor, nerede masal ve efsaneye geçiş yapıyorsunuz dilin büyüsüyle anlaşılmıyor.
Doğu’nun anlatı geleneğiyle modern anlatıyı harmanlayarak bize sunulan eser, çağdaş edebiyatımızın temellerini sağlamlaştıran ve “nasıl anlatmalı” meselesine yeni alanlar açan bir roman olduğunu bize ilan ediyor.
Bu kitapta yazar şöyle diyor "...büyük romanları elimizden bırakamayışımızın nedeni bu sestir. Romanın sesi, biz okurlarda alışkanlık, hatta bir tur bağımlılık yaratır." Faruk Duman adeta kendi yazımına tercüman olmuş. Kitabın kendine has bu sesi bir süre daha benimle olacak.
Sus Barbatus destansı bir üçleme. Doğunun hoyrat iklimi, dağları, ormanları, insanları, hayvanları köy şehir arası işleyen dolmuşları umutlar hayaller korkular özlemler … o kadar ince ince o kadar güzel bir dille anlatılmış ki okumanın yanı sıra sanki oralarda yaşadım. Dilerim çok kişiye ulaşır bu güzel kitap.
12 Eylül ile ilgili daha ne anlatılabilir diye merak ederek başladığım bir seri olmuştu. Bu romanın beni çıkardığı yolculuk çok hoşuma gitti . Bilindik toplumcu gerçekçi roman kurgusu kalıplarından da sıyrılmış. Sus Barbatus! iyi ki yazılmış.
600 sayfalık bir metne başlamaktan vazgeçtim. 300’e yakın roman beni bekliyor. İlk iki cilt bir şekilde bitti. Tadında bırakıyorum. YKY kahraman listesini üçüncü cildin sonuna eklemiş. İlk ciltte başta olmalıydı. Son hikayede Kenan eve Mücahit adlı birisiyle geri dönüyor. Hiç merak etmedim neden diye :) üçleme okuyamadıklarım rafında seriyi tamamladı.
This entire review has been hidden because of spoilers.
İlk kitabına göre bence daha yavaş bir ritme sahip ama kesinlikle okunması gereken bir seri. Dile dolanan,yer yer de sizi sarsan doğa betimlemeleri ile bir doğa masalı yaşıyorsunuz okurken. Mutlaka okunmalı.
Bu üçüncü ciltte yağmuru da güneşli de buz gibi suları da bir iyice hissettik. Yaşadığımız dünyada bir şeyler oluyor, hayatlar başlıyor, bitiyor ama mikro kozmosa bakmak pek de aklıma gelmezdi. 1980 darbe hemen öncesinde hayatlar ve onların yabanla ilişkisi masal gibi bir tatta anlatılmış. Bu dil zorlayıcı ama çok keyifli. 🤩
Ah, ah insan üşümese, üşümedikten sonra insanın dertlerinin çok büyük bir bölümü çözülmüş olur, değil mi?
Yalnızlık, ne demişler neye güvenebiliyorsan odur.
Yine de insan ölümü annesine konduramaz değil mi? Annenin ölümünde onarılamaz bir şeyler vardır. Annenin ölümü yaratıcının ölümü gibi bir şeydir. Bu da dünyanın sonu demek olur.
Yoksa dünya aslında düşüncemizi söylemekten korktuğumuz bir yer değil midir?
Yaşam zorunlu ölümün hüküm sürdüğü bir oyuna benziyor, burada vicdan yok. Zorunluluk var.
İnsanın içinde iki şey birbiriyle savaşır, biri kalıp huzurla çoluk çocuğa karışmak isteği, öbürü de belli yaşlarda iyice öne çıkan aykırı bir istek. Bunlardan çekip gitmek ve yaşamın aktığı asıl yollara çıkmak.
Kader, insanın kaderi çok önemlidir mutlu insan bu kaderi kavrayabilmiş insandır, dostum. Kavrayışsız insan önündeki belirsizlikle savaşır durur.
Aslına bakarsan zaman akıp gitmez de kentin ortasında durup senin onu anlamanı bekler. Şu dünya üzerinde en çok zaman anlaşılmayı hak etmiştir, düşünecek olursan böyledir bu.
Kaçakaçlık zamanında, insanlar korku içinde yer değiştirir ve birbirinden kaçarken yani zannediyorlardı ki bütün bu acılar kaçmalar ve göçüp giderek canını kurtarmalar, unutulup gidecek ama yok öyle değil, öyle değil, zaman toprağın kimi yerine işaretler bırakıyor. Pınar başlarına, evlerin yosunlanmış duvarlarına, mezarlara ağaç gövdelerine ve bütün bunların yanında havaya. Havanın kendisine mor izler bırakıyor.
İnsan ömrü boyunca uğraşır didinir de o rüyalarında gördüğü hayalini kurduğu şeylere kavuşamaz. Değil mi? Genelde böyle olur. Yaşam bize hep en azını verir. Hep hayal kırıklığı verir. Ah ah yoksullar için hele. Bir insan yoksul oldu mu kaldır at. Böylesine sokaktan geçen kedinin bile saygısı olmaz. Yok yok böyle dikkatle baktığın zaman böyle. İtibar her zaman gücü olana. Bu dünyanın düzeni böyle kurulmuş. Hem de hep en azını layık görmek üzere.
Yine de Allah her insana yaşarken anasını babasını anlama fırsatı versin inşallah. Bu da uzun yaşamayı gerekli kılıyor. Uzun yaşayacaksın, misal çok çalışarak bedeni canlı zinde tutarak yemene içmene güvenerek. Böylece hemen ölmeyeceksin. Hemen ölen kişi, bu dünyayı pek anlayamıyor. Babasına acıyarak geçip gidiyor. Şükürler olsun.
Ah ah insan tüm acılara yokluklara karşın yine en iyi zamanlarını çocuklukta yaşıyor çocukluk gibisi var mı? Yok.
İnsan sonuç olarak doğal koşullarda gerçekçi, mantıklı sevgili ama kurduğu sistem öyle değil.
Ben sana bir şey diyeyim mi biz sadece korkunun kendisinden korkarız o da gelene kadar, geldikten sonra ondan da korkmayız.
Sus Barbatus! Tutkunun, inancın, korkunun, mucizenin, kaçışın ve büyük bir yalnızlığın romanı bence. Çok etkileyici, meraklı, sürükleyici ve büyüleyici bir hikaye. Yazarın anlatımı çok çok iyi. Her kitapta eklenen yeni karakterler, destanlar ve hikayelerle zenginleşen, hayaletlerin yadırganmadığı bir şölen. Şiddetle tavsiye ederim.
ne diyebilirim bilemedim, biraz hayal kırıklığı oldu benim için. ne birinci kitaptaki ağır atmosferi, korkuyu hissettim ne ikinci kitaptaki olay örgüsünün sadeliğini. toprak'ı çok sevdim, ona şükür. bir de sus barbatus en güzel düşüncelerini bu kitapta dile getirdi. ama geri kalan tüm fikirler sanki çoktan eskimişti, bu kitapla yeni bir yere taşınamamışlar gibi, dilin bile en can alıcı hali ikinci kitaptaydı bence. örgüyü diyalektik üzerinden kurmak faruk duman'ın en iyi fikirlerinden, sondaki de çarpıcı bir soru: bir şeyler gerçekten değişti mi? ama bu süreçte ileri hareket ile yerinde saymak birbirine karışıyor sanki. bir şeylerin değişmediğine varacağız, tamam, ama tekrar tekilliğe böyle üstün gelmemeliydi bence. oysa bu kitap sadece aynı düşünceler, aynı sıkıntılar, hatta aynı karmaşalardan ibaretti (kaç defa düşüldü allahım kaç defa)--ve zaman, zaman geçti ama yaşananların yoğunluğundansa okuyucuyu bekletmekle.
aynur tam bir kurbandı. yazıya da kurbandı yani. üzüldüm, daha hayata yakındı oysa
Yaşar Kemal'in Dağın Öte Yüzü üçlemesini bu seriyi bitirdikten yaklaşık 3 ay sonra okudum. Çok özgün olduğunu düşündüğüm Sus Barbatus'un her yönüyle DÖY üçlemesine benzer bir eser olduğunu söyleyebilirim. Hatta bazı yerlerde (birçok yerde) karakterlerin söylemleri bile aynı. Doğu Anadolu ile Çukurova insanının sözlü kültürünün bu kadar yakın olduğunu sanmıyorum. Zaten Faruk Duman köyde yaşamayıp köy yazdığını kendisi de söylemişti bir söyleşide. Daha da ileri gitmek istemiyorum zira çok benzerlikler var. Açıkçası şu an bir an hayal kırıklığı hissediyor gibi olsam da Sus Barbatus ileriki yıllarda adından çok söz ettirecektir. (Jilet'in bir garip kuşun izini sürdüğü.../İmansız bir sel kavakları toprağıyla Akdeniz'e götürmekle...)