“Dayanamam anamın kederlenmesine. Hemen ağzımla saz sesi, darbuka sesi çıkarır, bir yandan da oynarım. Anam o zaman azıcık da olsa güler. ‘Hah şöyle gül aslanın anası. Benim kimim var? Sen de ağlarsan ben hepten biterim, kölesi olduğum anam,’ derim. Ben oynadıkça annem beni seyreder. Cibicik çalar. Tempo tutar.” Anasına gurban oğullar, oğullarının sesinden her şeyi anlayan babalar. Badır budur konuşan enişteler, eltiden yana dertli gelinler. Kafası cıva gibi ziv ziv akan deliler, lacivert pantolla beyaz göynek giyenler. Maykıl Ceksın’a taş çıkartan bebeler, Bergen konserine yevmiye sayan taşralı muallimler. Daha neler neler... Es garibin bağrına! Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım, bozkırın sesi, nefesi. Bazısında yokluk, bazısında gariplik kokusu... Mustafa Çiftci, her şeye rağmen gülen gözlerle bakıyor hayata. Kedere neşe katarak anlatıyor hikâyelerini
1977 doğumlu, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamladı. 1999 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 2000-2001 yıllarında Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bulundu. Dönüşünde İngilizce okutmanlık, metin yazarlığı, radyo ve TV programcılığı yaptı. Çeşitli dergilerde yayımlanmış hikâyelerini Adem’in Kekliği ve Chopin (Ülke Edebiyat, 2012; İletişim Yayınları, 2015) adlı kitabında topladı. Evli ve iki çocuk babası. İkinci kitabı Bozkırda Altmışaltı (İletişim Yayınları, 2014), Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” seçildi. Çiftci, 2016 yılında da Necip Fazıl Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” almıştır. Son kitabı Ah Mercimeğim 2017 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Tam anlamıyla yazlık hikayeler. Samimi, içten, komik ve insanımızı anlatan. Yazarla ilk tanışma kitabımdı. Diğerlerini de okumak için bir merak uyandı tabii ki. Kolay okunan, dili güzel bir yazar.
Ah Mercimeğim, Adem'in Kekliği ve Chopin, Bozkırda Altmışaltı gibi çok sevdiğim öykü kitaplarının yazarı olan Mustafa Çiftci'nin son öykü kitabı Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı. Yazar bazlı okumayı, tarzını beğendiğim yazarların eserlerini bir an evvel okumayı ayrıca sevdiğimden hemen alıp okudum. Yazarın bu kitabında yer bulan öyküler diğer kitaplarına göre daha kısa, daha önce çeşitli mecralarda yer bulmuş öykülerinin değişiklikler yapılarak yayınlanmış hali.
Bozkırdan bizlere seslenen Mustafa Çiftci bu kitabında da mizahi unsurları kullanmış, zaman zaman çok güldüm, keyiflendim. Bazı öykülerde ise hüzünlendim. Mamay adlı enfes öyküsünde ise hüzünlenmemek elde değil. Çok güzel bir öykü olmuş.
Storytel, iyi ki var ya... Dinledim ve çok hoşuma gitti. Hikayaler içimi ısıttı, çok samimi... Seslendirme deyince zaten Emre Melemez... Yazarla bu vesileyle tanışmış oldum ama bu tanışıklığı diğer kitaplarıyla ilerleteceğim gibi duruyor. Tavsiye ederim. =)
Resmen çocukluğumdan izler içeren öyküler okudum çok ama çok sevdim. Bizim insanimiz ve hayatlarimiza dair bir öykü kitabı olmuş. Duygu sömürüsü yapmadan gerçekçi bir kalemle yazılmış. En çok da okuma aşkina dair olan öyküleri sevdim.
Yazardan okuduğum ilk kitaptı, çok severek okudum. Yazarın dilini ve öykülerini çok sevdim, tek olumsuz yan bana göre öykülerin fazla kısa olmasıydı. Ayrıca bu kitap kapağı tasarımına bayıldım, emeği geçenleri tebrik ediyorum. Kitabın ismine bayıldığım için almıştım, isim seçimi de gerçekten çok hoşuma gitti. Yazarı keşfetmeye devam edeceğim.
Mustafa Çiftci'yi çıkan her hikaye kitabını hemen alacak kadar severim. Yine aynı kolay okunan, akıcı, sevimli hikayeler. Bazıları içinizi ısıtan, bazıları hafif bir sızı bırakan bu hikayeleri sevmemek olanaksız - amma velakin ilk kitabını okuduğunuzda verdiği ilginçlik hissinin üzerine bir şey eklediğini söylemek zor.
“Annem bizi severken her birimize ayrı laflar eder. Ablama, "Anası yapılı guzum," der. Bana, "Ortanca gülüm," der. En küçüğümüze, "Kazan dibi," der. Bunlar hep kolay laflar. Esas yutulması zor lafları kızınca ederdi annem. Ablama, "Deynek gibi uzadın. Seni kimse almaz. Başımıza kaldın kurudun. Kız kurusu oldun," derdi. Bana gelince, "Okuduğun kitaplar hep boş. Azıcık işe yarasalar sen böyle hoydana gibi mi olurdun?!" derdi. "Hoydana' neymiş anne?" derdim. "Dana işte, bildiğin dana ama ipe sapa gelmez bir dana," derdi. Küçük bacımıza ise kıyamaz, yalandan kızardı annem.
Biz kâh barışır kâh küserdik. Günümüz hep böyle geçerdi. Babam dükkânda olurdu, bir tek pazarları evdeydi. Babam evdeyken ben pek rahat ederdim. Çünkü o evdeyken ev işi yapılmasını istemezdi. O gün annem, babamın gül hatırı için ev işi yapmazdı. O zaman da bir kenara çekilir "el işi” yapmaya başlardı. Ha bire bir şeyler örerdi. "Ev işi” bitmez de "el işi” biter mi sanki?
İşte ben o boş pazar günleri yanıma mevsim meyvelerinden bir tabak dolusu alır, evin bir kuytu köşesine çekilirdim. Roman okurdum. Meyveler biter yenisini alırdım. Benim yanıma roman ve meyve verilse başka şey aramam, yaşar giderim zannederim. Roman yazanlara bir hayran olurum ki sormayın. Bu kadar kuyruklu lafı nereden bulur, nasıl birbirlerine bağlarlar hep hayret ederim. Bana, roman yazabilen kişi her işi yapar gibi gelir. Romanlar birer dipsiz kuyu olur, ben içine düşerim...
Roman okurken yediğim meyveleri önce elimde tutardım, top gibi oynardım, sonra da epeyce koklardım. Bu sırada gözümü ayırmadan romanıma devam ederdim. Ablam beni görünce, "Roman okuyan maymun," diye dalgasını geçerdi. "Seni sirke verelim, hem meyve ye hem roman oku kızım," derdi. Ablama cevap bile vermezdim. Zannederdi ki onu önemsemediğimden cevap vermiyorum. Oysa romana ara verirsem tekrar havasına girmem zor oluyor. O sebepten kimseye laf vermem. "Keşke her gün pazar olsa," derdim. Keşke hep saklanıp roman okusam. Ama annem evin istediğim yerinde roman okumama izin vermezdi. Hele misafir odasında koltukların tepesinde bir sepet meyve eşliğinde roman okuyacağım he mi? Lafının edilmesine bile razı gelmezdi annem.
Pazar günleri babam geç kalkardı. Kahvaltısını ettikten sonra uzun uzun tıraş olurdu. Tıraşını törene dönüştürürdü. Bir yandan dudağını uzatarak çay höpürdetir bir yandan tıraş olurdu. O kadar çok köpüklerdi ki, "Kardan adam oldun," der gülüşürdük. "Neden bu kadar uzun sürüyor tıraşın?" diye sorardım. "Erkek adama bu bir oyalanmadır kızım. Her erkek kendini oyalayacak işi bilir," derdi. Ben de kendime oyalanacak işi bulmuşum, roman okuyorum diye sevinirdim. Fakat anneme anlatamazdım bir türlü. Ona göre roman okuyup durmak boş bir türküdür. Çalıp çığıran benim. Türkümü hiç dinleyen yok ama ben ha bire okurum...
Yıllarca bu böyle oldu. Ev işi, el işi arasında zaman buldukça ve pazar günleri kuytulara saklanarak kütük gibi romanları bir bir devirdim.
Sonra bizi istemeye gelmeye başladılar. Ablam üç ay içinde bir polis ile düğün nişan edip gelin gitti. Sıra bana geldi. Epeyce isteyen vardı, bizimkiler karar veremiyordu. Benim bir tane şartım vardı. "Şartımı annem duysa beni öldürür," diyordum. "Benim varacağım adam benim romanıma karışmayacak." Bu da şart mı Allah'ını seversen diyenler olabilir. Her insanın şartı şurtu kendini bağlar mesela değil mi? Benim şartım da buydu.
İstemeye gelenlerden kırtasiyesi olan bir gence içim ılıdı. “(s.88)
Mustafa Çiftçi'nin son hikaye kitabı Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım'ı deniz kıyısında çay, kahve eşitliğinde bir çırpıda okuyup bitirdim. İçinde üç, beş sayfalık 16 tane öykünün yer aldığı incecik bir kitap Ağlaya Ağlaya Öldük Anan Bacım. Mustafa Çiftçi bu kitabında da Anadolu insanını mercek altına alıyor. Hayat gailesindeki, geçim derdindeki sıradan yurdum insanını. Kahramanlarının koşullarındaki tüm olumsuzluklara rağmen yine de insanın içini ısıtan, sıcak ve umutlu öyküler bunlar. En güzeli de öyküleri okurken gözlerimin kederden değil de mutluluktan dolması oldu. Mustafa Çiftçi hikayelerini sade, akıcı bir dille yazıyor. Anlattığı coğrafyanın kendine has deyişlerini, kelimelerini kullanıyor. Bu kitaptan bana kalanlar; Davatiye okuyucusu: davetlileri düğüne çağırmak için basılı davetiye göndermek yerine "davetiye okuyucu" gönderiyorlarmış. Kapı kapı gezen okuyucu, davetliye düğün yerini, saatini söylüyormuş. Bir de cibicik çalmak ki kendisi alkışlamak demekmiş. Bu iki tabir de benim çok sevdiğim, düğünlerde oynamasıyla kalabalığı coşturan, o nedenle tüm düğünlerin vaz geçilmezi Yusuf'un anlatıldığı Dilara öyküsünde geçiyor. Bir de içime işleyen bir sevgi vardı dere kıyısındaki evinde tabakçılıkla geçinen bir ailenin anlatıldığı Kara Tabak hikayesinde. Evin babası çok esmer olduğu için herkes ona kara tabak diyor. Ama karısı kızlarına kocasına olan sevgisini "bu kara tabağın bir bakışına baba evini yakıp geldim" diye anlatıyor. Bu satırı okuyunca kendi kendime, arkadaş köpek bokunun içinde bile aşk var dedim. Sonra benim gözlerim bir dolsun, ben bir içleneyim. Öyle yani. Velhasıl Mustafa Çiftçi'nin bu naif öykülerini okuyun derim ben. Bozkırda Altmışaltı ve Ah Mercimeğim kitaplarını da unutmayın ama.
Bu sefer fotoğrafta fincan yok, kitabı bittiği yerde, bittiği anda fotoğrafladım.
Mustafa Çiftçi okurken Türkçe sınavındaki paragraf sorularını okuyormuş gibi hissediyorum. Cinastan uzak, okuru yormayan, duygusu yüksek bir dil seçiyor kendine. Bozkırdan çıkmayan yazar yine kendini rahat hissettiği meskenleri mekan bellemiş. Bazı hikayelerin daha da uzun olmasını istiyorsunuz okurken. Sonlara doğru giderken hüzün acımasız bir hale dönüştü, dokunaklılık ile sömürü arasındaki çizgiyi de geçmemiş üstelik. Ben en iyi kitaplarından biri olarak görüyorum Çiftçi'nin. Gerçi derleme bir kitap onun da etkisi vardır.
Anasına kurban oğullar, oğullarının sesinden her şeyi anlayan babalar. Badır budur konuşan enişteler, eltiden yana dertli gelinler. Kafası cıva gibi ziv ziv akan deliler, lacivert pantolla beyaz göynek giyenler. Maykıl Ceksın’a taş çıkartan bebeler, Bergen konserine yevmiye biriktiren muallimler…! Kiminde yokluk, kimin de sevda kokusu olan öyküler. Kedere neşe katmak zor… Mustafa Çiftci kalemiyle bunu hep başarıyor.
Mustafa Çiftci’den okuduğum ilk kitap ; Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım….
İçerisindeki öyküleri okurken bazen gülümsedim bazen hüzünlenmedim. Öykülerdeki kahramanların hepsi samimi Anadolu insanı ve onların gündelik hayatları.öykülerin konusu genellikle ; yoksulluk,Anadolu ,gurbet,aile … Zaten bunlar değil mi bizi biz yapanlar da ? 🍀
Taşra öyküleri okumayı çok severim, hele taşrada büyümüş biri yazmışsa. Ama bu beni tatmin etmedi. Olay örgüsü veya kurgu beni vurmadı, duygusu içime işlemedi. Dil açısından da, taşrayı anlatırken sadece diyaloglarla bile çok daha fazla etkileyebilen yerli yazarlar okudum yani (bunu başarabilenler sayıca az da olsa).
Mustafa Çiftçi’nin Ağlaya Ağlaya Öldük Anam Bacım kitabı, Anadolu insanının gündelik hayatını, dertlerini, sevinçlerini ve ince mizahını kısa öykülerle aktarıyor. Sade, samimi ve yer yer hüzünlü diliyle hem tanıdık hem de sıcak bir atmosfer yaratıyor. Okurken hem gülümsüyor hem de içten içe burkuluyorsunuz.
Yazarın Bozkırda Altmışaltı’dan sonra okuduğum (dinlediğim) 2. Kitabı. Anadolunun böğründen kopan, kısa, sade hikayelerle içimizi ısıtıyor Mustafa Çiftçi. İlk kitabından aldığım tadı alamadım, hikayeler bir tık kısa geldi ama yine de büyük bir keyifle dinledim.
İçinizi ısıtacak, birbirinden keyifli Anadolu insanının öykülerini okuyorsunuz. Okurken kimi yerde sesli kahkahalar atarken, kimi zaman ise üzülürken buldum kendimi.
Mustafa Çiftci' nin samimi anlatım tarzı bu kısa 16 öyküde de hakimdi. Özellikle 80' leri, 90' ları çocuk veya genç olarak geçirenler için daha sıcak hissettirecek bir kitap. Keyifli okumalar dilerim