Tarihin en büyük “put yıkıcı”larından Nâzım Hikmet, kendisiyle yüzleşirken aslında epey mahcup!
İkinci Dünya Savaşı’nın acımasızlığı; düşüncesi, sözü ve eylemi olanları alabildiğine ezecektir. Özellikle Nâzım ve peşi sıra savrulan iki güzel çocuğu.
Bezdiren polis takipleri, tabutluklar, işkence odaları, 1500 vatlık lambalar, falakalar ve insanlık onurunu yok etmek üzere icat edilmiş başka ne varsa...
Karşılığında sevgi, aşk ve insanlığa adanmış hayatlar...
Dünya yıkılıp yeniden kurulurken, büyük şair ve “iki güzel çocuk”tan yükselen canhıraş çığlık sinirlerinizi bozacak!
Osman Balcıgil d. 10 Temmuz 1955, İstanbul),gazeteci, televizyoncu, yazar.
Ulusal gazete, dergi ve televizyonların haber bölümlerinde muhabir, editör ve yönetici olarak uzun yıllar çalıştı (1977-2000). O dönemde yaptığı araştırma, yazdığı yazı ve televizyon programlarıyla pek çok ödüle layık görüldü. Latin Amerika’da yaptığı çalışma 1988 yılında Gazeteciler Cemiyeti tarafından yılın röportajı olarak seçildi. Gazetecilik ve televizyonculuk yaşamını 2000 yılında noktalayan Balcıgil'in son çalışması (2016 Mart)) bir roman ve Ela gözlü pars: CELİLE adını taşıyor. Yazarın, ilk altı romanının ismleri Ters Kanatlı Şahin , Bilginin Efendisi , Zerdüşt'ün Sırrı, Dante'nin İstanbul Cehennemi, Pisagor Tepkisi, Mason Locasında Aşk ve Kılç., 53. Risale.
Osman Balcıgil' den okuduğum ikinci kitap. Yazarın yazım dili, okuyucuyu kitapta tutması, sürükleyiciliği mükemmel. Kitapın içeriğine gelince Nazım Hikmet gibi görünmesine rağmen, tanıdığı 2 kişinin hikayesini anlatıyor, bu iki kişi ile birlikte sosyalizmi, kominizmi büyük pencereden inceliyor.Çok ciddi bireysel farkındalık yaratıyor. Okunması gereken bir kitap diye düşünüyorum.
*Kitap daha ilk sayfalarda sizi hikayenin içine çekiyor. Abidin Dino, Serteller, Sabahattin Ali gibi tanıdık isimlerle hemen olayların akışına kapılıyorsunuz; onlarla beraber o günleri yaşıyorsunuz. Bilmediğiniz bir şey varsa da dip notlar size yardımcı oluyor. *Bir bölümde; Resimli Ay Dergisi'nde Zekeriya Bey, Sabiha Hanım Nazım’ın yazıları üzerine konuşmalarını, yazıların hazırlık aşamasını ( dizginin hazırlanması, dizginin baskıya yetiştirilmesi, sayfa düzenlenmesi vb.) okurken aklıma babamın iş yeri Tercüman Gazetesi'ne gittiğim günler (1970’lerin sonu 1980’lerin başı) geldi. O zaman bu anlatılan aşamaları görmüş ve rotatif makinesine hayran kalmıştım. Yüzlerce gazete hızla akıyor, katlanıyor vb. *Olaylar İstanbul’da geçince bahsedilen mekanların çoğu göz önüne geliyor tabii; Nazım’ın gittiği ‘Filibeli Köfteci’ gibi. Bir anılar noktası. Gençken çok güzeldi, Nazımların döneminin izlerini taşıyordu. Ama son gittiğimde ( 3-4 sene önce) maalesef her açıdan çok bozulmuştu. Ben de gidip o halini göreceğime artık gitmemeye karar verdim; anılarımdaki gibi güzel kalsın istedim. *Bir bölümde, “İçinde bulundukları 1930 yılında bile, eline tek bir kitap alıp sayfalarını çevirmemiş olanların sayısı ne yazık ki ezici çoğunluktaydı.” Deniliyor. Okuryazarlık oranı 1935'de yüzde 20,4'e; 2008 yılında ise yüzde 85.71'e ulaştı. İstatistikler böyle diyor ama bu sadece okuma yazma bilinmesinin oranları ama bir şeyi bilmek demek onu yapıyoruz demek anlamına gelmiyor. Yani her okuma yazma bilen eline kitap alıp okumuyor. Aynı o günlerdeki gibi. *Bir bölümde evde broşür ve dergi basımı için teksir makinesinden bahsediyordu. O anda burnuma ispirto kokusu doldu. Biz ortaokul-lisedeyken sınav kağıtları teksir makinesinde basılıyordu. Sınav sabahı farklı sınıftan öğrenci bu sınav kağıtlarını basıyordu. Sıra bana geldiği zaman hasta olurdum, koku alerjimden. Okuyunca bir an o günler aklıma geldi. * Kitapta ilgimi çeken bir konuda; basılan dergi ve Nazım’ın kitaplarını çok yakını, yardımcısı olan gençler para verip bayiden, kitapçıdan alıyorlar. Ne dergiyi bedavaya okuyorlar, ne de Nazım’dan istiyorlar. Bedavacılık, beleşçilik yok yani, emeğe saygı… * Kitap Nazım Hikmet ve partililer, yasaklılar, arananlar olunca aklım başka bir şeye takıldı. “Yasak caziptir” demişler. İktidar Nazım ve arkadaşları ile bu kadar uğraşmasa, Nazım’ın yazdığı her kitapta, satırda bir şeyler arayıp, her yazdığını yasaklamasa acaba Nazım sadece yeteneği ile bu kadar ünlü olabilir miydi? Tabii yasalara saygımız sonsuz, yasadışı yapılanları onaylamıyoruz. Ama bir diğer açıdan bakmaya çalışıyorum. O dönemde yerli, yabancı birçok edebiyatçı var; yaşadıkları dönemde ünlü olmamış, kitlelerce tanınmamış. Nazım mutlaka yeteneği, yazdıkları ile öne çıkardı ama bu kadar kısa sürede ünü dünyaya yayılır mıydı? Başka bir bakış açısı da Nazım bugün bile herkesçe tanınıyor, ama ya onu yasaklayanlar, onunla polemiğe girenler? *Tarafsız olarak sadece olaylara dışarıdan bakan biri gibi düşünmeye çalışıyorum ki sonradan zaman geçince kahramanımız Ömer de bana yakın düşünceler içinde oluyor. Nazım ve arkadaşları Emperyalizme ve Amerika’ya karşılar ( tabii en doğal hakları sorun yok). Karşı tarafta olanları da ‘Amerikan uşaklığı, emperyalist maşası’ olmakla suçluyorlar. Ama kendileri de devamlı Sovyetlerle irtibat halindeler, “Komintern”den emir alıyorlar, parti içi demokrasi yok. O zaman karşı taraftan ne farkları kalıyor? *Diğer Balcıgil kitapları gibi elinizden bırakamadan okunan, günlük dille yazılmış, dönem ayrıntılarına, mekan / lojistik gerçekliğine sadık kalarak, tüm duyguları içeren kurgusuyla nefes kesen bir dönem romanı.
Nazım Hikmet'in 20 li yaşlarının sonundan başlayarak sol hareket içindeki mücadelesi, şiirleriyle halkı isyana teşvik ettiği iddiasıyla suçlanıp tutuklanması, yazılarını yayınlayan gazetelerin basılması, kapatılması, arkadaşlarının tehdit edilmesi, tabutluklar, işkenceler, dayaklar, aşağılamalarla, kendini savunmakla geçen hayat. Siyasi şubenin takipleri, her bir mayıs töreninin tutuklamalarla sonlanması. Yıllar sonra o yıllarda yoldaşlık ettiği genç ile Fransa'da anıları deşerek yeniden gözden geçirmeleri. Kabus gibi ikinci dünya savaşı, o yıllarda Hitler, Stalin, Mussolini'in politikaları. Geçmiş yılların muhasebesi ve Nazım'ın şiirleriyle bezeli bir yaşam öyküsü. Acı ama okunmalı
Osman Balcıgil’in 2019 yılında yayınlanan eseri “Putlar Yıkılırken” 1930-1945 arasını ünlü şair Nazım Hikmet’in yaşadıkları üzerinden anlatan bir dönem romanı.
Kitabın adı Nazım Hikmet’in Resimli Ay dergisinde yayınladığı “Putları Yıkıyoruz” isimli yazı dizisinden geliyor. Romanda Nazım Hikmet’in hayatından bir kesiti ve Nazım ile tanıştıktan sonra Komünist Parti’ye girip komünizme hizmet etmeye çalışan iki gencin, Ömer ile Leyla’nın hikayesini okuyoruz. Her ne kadar hikaye sanki bu üçlünün hikayesi gibi dursa da aslında olup bitenler binlerce insanın yaşadığı gerçeklerden başka bir şey değil.
Roman 1961 Nisan’ında Paris’te başlıyor. Nazım bir kitabının imza günü için orada. Sırada bekleyenler arasında 32 yıllık arkadaşı Ömer de var. Ömer ile karşılaşan Nazım için geçmişe yolculuk başlıyor ve iki eski dost geride bıraktıkları yıllarda yaşananları konuşuyor, geçmiş yılların muhasebesini yapıyorlar.
Okuduklarımız: Nazım Hikmet’in yirmili yaşlarının sonundan başlayarak sol hareket içindeki mücadelesi, şiirleriyle halkı isyana teşvik ettiği iddiasıyla suçlanıp defalarca tutuklanması, yazılarını yayınlayan gazetelerin kapatılması, yazdığı oyunların oynanmasının yasaklanması ve kendini savunmakla geçen bir hayat. Leyla ile Ömer’in parti faaliyetleri, yaptıkları fedakarlıklar ve ödenen bedeller. Türkiye Komünist Partisi’nin faaliyetleri, Almanya, İtalya ve İspanya’da yükselen faşizm, Hitler, Stalin ve Mussolini’nin politikaları, ikinci Dünya Savaşı, Türkiye’nin ikinci Dünya Savaşı’nda izlediği politika da kitabın değindiği siyasi ve tarihi olaylardan bazıları.
Osman Balcıgil bu romanında da diğer tarihi romanlarında olduğu gibi yine olağanüstü bir dönem değerlendirmesi yapıyor ve dönemi birçok boyutuyla, tarafsız bir bakış açısıyla önümüze seriyor. Kitabı bitirdikten sonra hangi çağda olursanız olun fikirlerin hep engellendiğini görüyorsunuz. Farklı fikirleri olanların hapsedildiğini ve dışlandıklarını fark ediyorsunuz. Tarih devamlı kendini tekrarlıyor. Fikirler ve yöneticiler devamlı kavga halinde.
Elimden bırakamadan okudum ve o dönemde yaşamış gibi hissettim.
Nazım Paris’te bir imza gününde sırada bekleyen arkadaşı Ömer ile karşılaşıyor. Nazım Hikmet’in dilinden Leyla ve Ömer’in hikayesini okuyorsunuz. Gazetelerin kapatıldığı, yazarların cezaevlerinde tutulduğu bir döneme şahitlik ettim. İşkence odaları, falakalar, eziyetler… içim parçalana parçalana okudum. Dönem romanı ama bakıldığında dönem ne olursa olsun fikir ayrılığına sahip kişilerin baskılandığını farkettiriyor.
Eline aldiginiz zaman kolay kolay birakayacak kitaplardan biri olmus. Bu benim okudugum ilk Osman Balcigil romani oldu, son romanindan baslamis oldum. Kesinlikle digerlerini de en kisa zamanda okuyacagim. Konusu ise, Nazim Hikmet’in 20’li yillarin sonunda baslayarak yasadiklarini, etrafindaki kisileri ve olaylari anlatiyor.
İlkeleri olan ve evrenin yararına çalışan herkesin okumasını tavsiye ederim. Entellektüel düzeyde kendinizi ve düşüncelerinizi tarihsel perspektifi de gözden kaybetmeden sorgulamanızı sağlayacak. Ufak bir dipnot: Bu çabanız sizi muhtemelen mutlu etmeyecek.
Satın almadan önce burada yorumlara bakmıştım,yazarla çok geç tanıştım. Bir solukta okunuyor ama etkisi kolay geçmiyor. Ben de ağladım okurken. Muhakkak okuyun,dönemi o kadar güzel anlatmış ki ancak yaşasam böyle hissederdim. Dişer kiralarını da listeme ekleyeceğim.
Nazım Hikmet’in hayatını okuyacağım diye başladım ama kendisi kitapta yan karakter olarak anlatılmış 🫢 yazarın dili her zaman olduğu gibi akıcı, bu kitabı diğerlerinden farklı bir anlatıma sahip. Celile kitabındaki tadı alamadım yine de.