Uzakta, denizin ötesinde, zeytin ağaçlarının, telaşsız rüzgârın arasında, dağların ve çiçek kokularının gölgesinde bir köy. Tuhaf rüyaları, türlü maharetleri, farklı hikâyeleriyle kimi tanıdık kimi yabancı insanlar. Gizemli bir kaza sonucu köye misafir olan iki adam ve suyun yatağında usulca akışına benzeyen yolculukları.
2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü sahibi Aysun Kara, bu sefer Dünyanın Orta Yeri isimli romanıyla buluşuyor okurla. Sırtını tek bir hikâyeye yaslamak yerine, bizi farklı insanların dünyalarına dâhil ederek bir bütün oluşturmayı yeğliyor.
“Kidonya’da yaz sıcağının iyiden iyiye hissedildiği sıradan bir öğle vakti, güneşin ucu yenilmiş bir lor tatlısı gibi göründüğünü ilk önce dut ağacına tırmanan çocuklar fark etti. Büyüklerine anlatmak için epey dil döktükleri bu durum, bir süre sonra tarlada çalışanlardan kapı önlerinde pinekleyen ihtiyarlara kadar Kidonya’da kim varsa herkesin dikkatini çekti. Güpegündüz ortaya çıkan uğursuz gölge büyüyerek güneşin yarısını kapladığında etraf alacakaranlık olmuştu. Şaşırtıcı, bir yandan da korkutucu bu durum, yaşı yetenlerin bunun sıradan bir güneş tutulması olduğunu söylemesiyle açıklığa kavuştu. Yine de Kidonyalılar o alacakaranlık öğleden sonrasını işi gücü bırakıp güneşi kaplayan karanlık daireyi, etrafındaki yüzük biçimindeki parlak halkayı izlemekle geçirdiler.”
tarihi bir roman yazan ama aslında tarihle ilgili değil insanla ilgili şeyler anlatan aysun kara’nın romanı nerdeyse bir oturuşta bitecek gibi. çünkü aslında roman boyu anlatmaya çalıştığı şeyi yapabilmiş aysun kara. hikâyesini çok güzel anlatmış. “dünyanın orta yeri” en çok hikâye anlatıcılığına dair. hani bazı insanlar olur, onları dinlemeye doyamazsınız, saatlerce anlatsa da diliniz lâl olmuş dinlersiniz… aysun kara hem romandaki karakterlerden maria ana’ya bu rolü biçiyor hem de kendisi aslında sözlü edebiyattan yazılı edebiyata farklı bir yol çizen bu anlatıcılığın öznesi oluyor. çok güzel, gerçek, mırıl mırıl alan bir dili var kara’nın. ve bu dilin üstüne epey çalışılmış. kısa ama sahibinin kim olduğunu kesinlikle belli eden diyaloglar, 1700’lerde bir rum köyünde konuşulan eksik türkçe, rum ağzında tanıdık olduğumuz soru anlamı taşıyan olumlu cümleler, rastlayınca eski bir dostla karşılaşmış gibi sevindiğimiz bazı sözcükler (kademsiz mesela 🤗), payitahtın kendine has ağdalı dili, hepsi yerli yerinde ve olması gerektiği gibi. 1700’lerde ayvalık civarında geçen bu tarihi roman size tarihi tekrar yazmayacak, gizemleri aydınlatmayacak, son moda çoksatar romanlar gibi padişaha ve haremine odaklanmayacak, osmanlı’nın politik karışıklığını, etnisite problemini açıklamayacak… küçücük bir hikâye anlatacak size. bu hikâyeye gelebilmek için 20 hanelik köyün bireylerini tanıyacak, olanı biteni bileceğiz o kadar. küçük hikâyelerin kıymetini, bu hikâyelerin anlatımının önemini anımsattı bana “dünyanın orta yeri”. çünkü günümüzde bar bar bağıran ve büyük olduğunu iddia eden romanlarla karşılaşıyoruz genelde. hele tarihiyse. maria ana, el verdiği oğlu ahmedaki, ikisinin anlattığı hikâyeler, birbirlerini yalanlamaları, her anlatılanın içinde gerçek olmayan bir şeyler taşıdığı gerçeği romanın odak noktası. bunun dışında papazı, düşlerini, saftirik ali’yi, körkütük aşık selman’ı bile kısacık bölümlerde öyle iyi tanıyoruz ki eh işte bu da iyi kurulan bir roman ve karakterler demek. bu kadar sevmemin sebepleri içinde elbette ayvalık ve canım cunda, moshinos vardır. hele ida’dan esen poyraz elbette beni duygusal olarak da etkilemiştir. zeytin, incir, çam ağaçları, anlatılan binbir ot, mandıracılık detayları ve on ay hasretini çektiğim o mis kokulu lor belki beni de büyülemiştir köyde büyülenenler gibi… kim bilir?
Dünyanın Orta Yeri"ni bitirdikten sonra yazarın anlattığı dönemde Kidonya'da (Ayvalık) yaşamak istedim. Poyraz eserken, zeytin ağaçları altında, denizin tuzlu kokusu burnuma dolarken Katya'yla, Eleni'yle, Ahmedaki'yle, Maria'yla, Lefterides'le, İkonomo'yla, Emine'yle, Ali'yle o dingin bahçelerde oturmak, kabak çiçeği dolması, ballı lokma yemek, balık çorbası içmek, onların anlattıklarını dinlemek ne güzel olurdu. Aysun Kara tarihle birleştirip öyle güzel bir dille anlatmış ki anlatacağını okumaya doyamadım. Ayvalık'tan gelen bir bahar esintisi gibi kondu yüreğime kitap...
Aysun Kara, Dünyanın Orta Yeri'nde adeta bir masal anlatmış okura. İda'yı, Assos'u Ayvalık'ı seven ve özleyenlere bir ilaç gibi gelecek bu kitap. Ayrıca sahilde okursanız da cabası :)
Tarihimizden yaşanmış bir olayın sonrasında yaşananları hikayecilik geleneği ile birleştiren çok güzel bir kitap. 1700’lerde Kidaonya’da (Ayvalık) yirmi haneli bir köy, o köyde yaşayanların hikayeleri ve Payitaht’ın Mora Ayaklanması üzerine yaşadığı sorunlar kitabın ana etmenleri. Severek okuduğum bir kitap oldu Dünyanın Orta Yeri. Yaz aylarında okunabilecek akıcı bir hikaye. İlgilenenlere tavsiye ederim.
Aysun Kara’dan okuduğum (daha doğrusu dinlediğim) ilk kitaptı. Çok akıcı çok sade sevimli bir Ege köyü hikayesiymiş. Ayrıca kendi memleketim diye hikayeye ekstra bir ilgim alakam olmasından da pişman değilim. Resmen insanın burnuna denizinin, zeytininin, rüzgarının kokusunu getirdi🖤
Sosyal medyada görüp "ben bunu okumalıyım" diye düşünerek ışık hızında sipariş ettiğim, gelir gelmez dikkatle okuduğum bir kitap...
3 yıldız vermem hoşlanmadığım anlamına gelmesin. Çok akıcı ve Homeros'tan, Dede Korkut'tan gelen hikayecilik geleceğini sürdüren anlatımıyla okuruna keyifli zamanlar Vaad ediyor.
Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve Papaz İkonomo çevresinde gelişen olayları, Ege'ye dair güzel betimlerle okumak isterseniz bu kitap tam size göre.
Yazarla tanışma kitabımdı ve diğer eserlerini okuduktan sonra buraya dönüp incelememi güncelleme ihtimalim yüksek.
Ayvalık'ın Kidonya olduğu dönemlerden bir hikaye. Fakat nedense fazla masalsı kalmış. Kitapta da yer alan hikaye anlatıcılığına merakım olsa da bir olmamışlık hissiyatı yaşattı. Yine de Kidonya'dan bir esinti gelip geçti ruhumuza diyerek bitirdim.
Masalsı, mitolojik hikayelerin derinden hissedildiği hoş bir kitap. Yazarın dili, kurgusu başarılı. Naçizane tavsiyem masalsı tadını alabilmek için ara vermeden bir iki seferde okunması. Ben de özel sebeplerden çok bölündü. Daha az etkilenme sebebim kişiseldir.
Bir eserde hikaye anlatıcısı da hikayenin içindeyse ne olur? Klasik bir yazar anlatıcıdan bahsetmiyoruz elbette; hikayeyi nesilden nesile aktarırken değiştiren ve dönüştüren anlatıcıdan bahsediyoruz. Aynı sözlü gelenek değil mi? Değişmesi yitip gitmesinden yeğdir.
1770 yılı Osmanlı topraklarında geçen eser, düşlerin hikayeye bürünmek için mekan seçtiği Ege’nin kuzeyinde bir ada olan Kidonya’nın ahalisini ve misafirlerini bizlere nahif bir dil ile sunuyor yazar.
“Gerçek dediğimizin de zaten öyle sanıldığı gibi değişmez bir yüzü yoktur. Anlatanın maharetine, anlatılanın kudretine göre değişkendir çehresi.” der yazar kitabın ilk sayfalarında sanki düşün hikayesini önceler şekilde.
Eserde denizin tuzunu, baharın kokusunu alır, insanların doğaya karşı aldıkları tavırları tecrübe edersiniz. Yazarın mekanla bütünlediği dilin samimiyeti eserin sonunda tahmin edilebilirliği çok da yüksek olmayan bir sona doğru götürür sizi.
Anlatıcının kendinden emin olmayan tavrı ve farklı karakterler üzerinden aynı olayı farklı şekillerde anlattırması kitabın büyüsünü oluşturan temel unsurlardan biri belki de. Sanki Homeros’un topraklarında ondan masallar dinliyor gibi hissediyorsunuz. Kör ozan da var üstelik.
Salgın bir düş olarak size gelirse onu kabullenip hayra yorabilir misiniz? Eseri okuyunca buna siz karar vereceksiniz.
Kazık kadar herifin, denizde zaman geçirmiş bir herifin haydi ballı lokmayı hiç tatmadığını anladım da, balıktan çorba yapıldığını bilmemesi son nokta oldu. O kadar bölük pörçük bir anlatım ki, ha şimdi bağlanacak, ha bir bölüm sonra olaylar bir araya gelecek diye diye kitap yarılandı. Postmodern desen değil, kurgu arasan yok. Bu kadar yüksek puan verenlerden farklı bir kitap mı okudum acaba? Hem de Ithaki'den...
1700lü yılların Ayvalık bölgesinde kozmopolit bir köyde kaderleri kesişen bir grup insanın büyülü gerçekçilikle bezenmiş hikayesi. Kitap bir çok farklı öyküden oluşmuş bir roman gibi hissettirdi bana. Karakter yapılandırması bu kadar kısa bir kitap için güzel olmuş, o Osmanlı kozmopolit yaşamını hissediyor insan okurken. Yazarın büyülü gerçekçiliği kullanımı da gayet yerinde ve kitaba tat veren bir anlatı oluşmasına etkili olmuş. Yazarın diğer kitaplarını da deneyeceğim.