Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım, bilinçdışının en karanlık dehlizlerine itmişim ki şimdi Ada’nın bahar kokularıyla birlikte o duygular da birer birer çıkıyor saklandıkları geçmiş zaman mezarlarından.
Edebiyatına eşik atlatmak için yeni bir “ses” bulma peşinde tehlikeli sulara açılan ünlü bir yazar. Hayatında yeterince bağ kuramadığı babasını ölümünden sonra anlamaya, yazdıklarının izini sürerek ardında bıraktığı gizemi aydınlatmaya çalışan bir evlat. “Büyük yazar”a hayran edebiyat tutkunu gençler. Bir zamanlar edebiyatçılara ev sahipliği yapmış ama zamanın acımasız tokadını yiyip kimliğini kaybetmeye başlamış bir ada...
Oya Baydar, gizem ve merak unsurlarıyla harmanladığı romanında yazma tutkusunu, yazarlık hevesini, yazarın “vasat”ı aşma kaygısını, günümüz dünyasında edebiyatın metalaşmasını, ses-söz-yazı ilişkisini irdeliyor.
Yazmak, yazarlık, edebiyat dünyası ve zamanın insanları da, mekânları da, edebiyatı da öğüten gücü üzerine bir roman.
bu kadar basit ve doğru düzgün ne gerilimi ne polisiye olay örgüsü olan bir romanı ben 100 sayfada yazardım. sorry. 358 sayfa boyunca alakalı alakasız yazar hezeyanları okuyoruz. yani ailesini yıllar evvel terk etmiş babasının ölümü ve yazarevi olarak işletilen evle ilgili işleri halletmek üzere gelen ceren’in bu işi sondaki tesadüfle çözmesi ayrı (yazar adı 3 ayrı ismin birleşimi filan), bir türlü güvenemediği insanlara karşı hop diye değişen fikirleri ayrı, araya sokuşturulan iktidar, alkol yasakları, marmara adasının feci rantsal değişimi, eski günler, solcu yazarlar, 80’lerde hapishane ve işkence, diyarbakır cezaevi ve joe, kürt sorunu, dengbejler, tüm bu politik muhabbetin ortasında yayıncılık endüstrisi, bestseller yazarları, yazarlık atölyeleri, mafyöz yayınevleri filan… yok yok. daha da sayabilirim yani. böyle roman yazılmaz, üzgünüm. 358 sayfa bu hezeyanlarla, birbirinin aynı sesli anlatıcılarla, sıfır doğallıkla ilerleyen bol aforizmalı yapay diyaloglarla geçiyor. üstümüze boca edilen 100 yıllık tarih de cabası. ayrıca isminden polisiye bir kurgu sanılan bu romanın en zayıf tarafı da polisiye kısmı. bence pek çok karakter de epey zorlamaydı. bewran’ın yazara yeni bir ses olması, yazarın romanın sonunda birden dengesiz birine dönüşmesi, aliço’nun zorlama kötülüğü… romanın tek güzel yanı marmara adası’nın eski ve yeni günlerini anlatmasıydı. onda da aşırı üsttenci bir bakış var. çok garip ayarı tutturamıyor bir türlü anlatıcı. araya sokuşturulan alkol yasakları için filansa anayasa değişikliği diyorum oya hanım, maalesef. yae’cileri her şeyin suçlusu olarak görenlerden değilim ama şimdi herkesten daha muhalif kesilmelerine gıcığım.
Yazarın, romanında asıl olarak edebiyat üzerine düşünmeyi ve düşündürmeyi (sf; 228) amaçladığını düşünüyorum.
Okurken, Ashgar Fahradi’nin, “Herkes Biliyor” filmini anımsadım. Kurgu mükemmeldi. Hikaye parça parça tamamlandı. Herkese, herşeye ilişkin verilmek istenen mesajın, biraz eğreti durduğunu, metni merkezden uzaklaştırdığını, geveze bir metin haline getirdiğini düşünüyorum.
Yine de beğenerek okudum.
“… edebiyat konusundaki, yazı dili, yazarlık, yazar piskolojisi üzerine düşüncelerini roman biçiminde aktarmak istemiş anladığım kadarıyla. Okutucu olması, sıradan okurun ilgisini çekmesi için de bir çeşit polisiye korkusu düşünmüş anlaşılan. Cinayet her zaman okutucu bir temadır….”, sf; 227,
“… gözler değişmez, gözleri kapatmadan tebdil gezemezsiniz…”, sf; 299.
Kitaptaki Yazar’ı kitabın yazarından ayrı düşünemedim okurken. Bir özeleştiri mi, sade dilin güzellemesi mi bilemedim. Hemen hemen tüm kitaplarını okuduğum Oya Baydar da bence aslında Yazar gibi hep benzer konuları işleyen bir yazar ama hep bir şekilde ilgi çeken , çok okunan kitaplar yazıyor. Bir röportajında “farklı karakterleri farklı dillerle konuşturmaya çalıştım , ne kadar başarılı oldum bilemiyorum “ gibi bir cümlesini okudum ; bence bu konuda başarılı olamamış, benzetmeler bile aynı , tüm karakterler aynı cümleler etrafında dönüp duruyorlar . Yine de bu cümleler güzel ve düşündürücü, kurgu sürükleyici. Özellikle yazmak , yazarlık , yayıncılık vb. konulara kafa yoranlara , ilgi duyanlara tavsiye edeceğim bir kitap .
( Kitap bende deli gibi Marmara Adası’na gidip güneş batarken rakı içme isteği uyandırdı bir de )
Belki son dönemde aklımda dönen konularla paralellik gösterdiğinden, belki ada fikrini her zaman sevdiğimden, son dönemde okuduğum en güzel kitaplardan biriydi. Türkiye edebiyat dünyasına bakış açıları, eleştirileri güzel olmuş.
Oya Baydar yine çok katmanlı çok meseleli bir romanla geldi; “Yazarlarevi Cinayeti”. İsmine bakarsanız bir polisiye roman okuyacağımız izlenimi veriyor. Gerçekten de polisiye, günümüzün adlandırmasıyla gizem-gerilim romanı olarak okumak mümkün. Oya Baydar, usta bir yazar olarak romanın isminden başlattığı gerilimi son sayfalara kadar sürdürüyor. İsteseymiş birkaç kalem darbesiyle romanını iyi bir polisiye haline getirebilirmiş. Ama kitabın adından başlayarak böyle bir izlenim yaratsa da baba-kız ilişkisi, aile, insan ilişkileri, varoluş sorunları, romana mekân seçilen ada ve yazarın romanlarına konu olan coğrafyadan yola çıkarak Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik önemli sorunları da romanın katmanlarını oluşturuyor.
Polisiye bir kitap değil. Öncelikle bunu konuşalım. Oya baydar dan beklendiği gibi bir polisiye çıkar mıydı zaten emin değilim. Daha çok Marmara adasındaki yıllar içinde değişen yaşam, Türkiye’nin 80 lerden beri siyasi profili, sağ-sol çatışmaları ve Kürt sorununu anlatmak istemiş gibi algıladım. Bunu anlatırken de yazar olmak ve yazmak arasındaki fark. Evlilik ve aile ilişkileri üzerine düşündürmüş. Ben yazarın bir çok kitabını okumuş bir okur olarak hepsini bir şekilde seviyorum. Yazarla bir bağım olduğuna inanıyorum. Bu kitabı başkası yazsa da belki de sevmedim derdim ama ona yakışmış bir şekilde. O yüzden sevmedim diyemiyorum.
Bu kitapla birlikte Oya Baydar’ı ilk kez okudum. Anlatım dili oldukça akıcı, sade ve edebi yönü güçlü bir tarzı var. Kitap genel anlamda kötü değildi; kolay okunan ve diliyle sürükleyici bir roman. Ancak polisiye sever biri olarak beni çok heyecanlandırdığını söyleyemem.
Bir bölümü bitirdikten sonra “Acaba şimdi ne olacak?” diye merak ettiğim hiç olmadı. Polisiye türünde alışık olduğum o gerilim duygusunu, merak unsurunu ve sürükleyiciliği bu romanda bulamadım. Olay örgüsü bana biraz durağan geldi.
Kısacası; okunabilir bir roman, ama bir başkasına özellikle önereceğim bir kitap değil. Daha önce okuduğum polisiye romanlar çok daha etkileyici ve sürükleyiciydi.
Adına bakıp aldanmayın. Yazarlarevi Cinayeti , bir cinayet romanı ya da polisiye değil. İstediği yazma biçimini, dilini bulmak için ailesini bırakıp bir adaya yerleşen ünlü bir Yazar'ın öyküsü. Yazmak eyleminin amacı, çoksatar bir yazarın nitelikleri, nasıl çoksatar olunduğu, bunun vasatlık olup olmadığı tartışılmış bu kitapta. Sık sık kendini sorgulayan ve acımasızca eleştiren Yazar, yeni bir dil arayışına giriyor ve bu da .... Neyse, sonunu yazmayayım. Siz okuyun en iyisi...
Oya Baydar en sevdiğim yazarlardan biri, bu kitabını da çok beğendim. Edebiyatı, romanı, yazarlık meselelerini yine ezilenlerin sesini bir kenara bırakmadan aktarıyor. Üstelik kitapta yer alan baba kız ilişkisi, adalı olma duygusu ve gizem de cabası. Son zamanlarda en hızlı bitirdigim romandı, çok şükür 'büyük yazarımız' sayesinde edebiyata yine doyduk.
Cok araliklarda derinlik yakalayabildim. Kurgusu daha iyi islenebilir, daha diplere surukleyebilirdi oysa. Bekledigim etkiyi yaratamadi, belki de Sicak Kulleri Kaldi’dan aklimda kalan renkli calkantiyi bulamadigimdan.
Çok zorlanarak okuduğum bir kitap oldu. Bir polisiye havası katılmaya çalışılıp birçok şey yarım kalmış gibi. Birçok düşünce birleştirilmeyip, amann bırak dağınık kalsın denmiş gibi olmuş maalesef…