“Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer... Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar.”
“Melih Cevdet Anday, Raziye’yle, yani çağdaş bir aşk öyküsüyle mitolojiye katkıda bulunmayı düşünmüştür ve uzun yıllar yaşayacağını düşlediği bir -sevişme- söylencesinin adını Raziye koymuştur. Bu dediklerimin gerçekle, Melih Cevdet Anday’ın yapıtına karıştırdığı mayayla ilgisi olmasa bile istek, duygu, ses, resim, düş, müzik, devinim, görünüm ve doğa betimlemeleriyle yüklü Raziye her sözcüğünde, her imgesinde nabız atışları işitilen coşkulu bir sevişmenin romanıdır.” Muzaffer Buyrukçu
Edebiyatımızın en kuvvetli kalemlerinden biri olan Melih Cevdet Anday’ın, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten sonra 1975’te yayımlanan “son romanı” Raziye’nin Sevengül Sönmez tarafından hazırlanan eleştirel basımını okura sunuyoruz. Tekrar tekrar okunması gereken romanlardan biri olan Raziye’nin tefrika sonrası Anday tarafından eklenen kısımları, okurun muhtemel sorularına yanıt verecek şekilde yayıma hazırlandı.
Melih Cevdet Anday was born in Istanbul in 1915. In 1936, he started attending the Faculty of Letters and History-Geography. In 1938, he went to Belgium to study sociology, however, upon breakout of World War II in 1940, he had to return to his homeland. Between 1942 and 1951, he worked as a publication consultant for the Department of Publications of the Turkish Ministry of National Education, and subsequently he was employed as librarian for the Ankara Library. In 1951, he returned to Istanbul and did reporting for the Aksam newspaper. During this period, he wrote short features and essays for Tercüman, Büyük Gazete, Tanin and Cumhuriyet newspapers. He was also in charge of the art and literature sections of the same papers. From 1954 onwards, he taught phonetics and diction courses in the Department of Drama of the Istanbul Municipal Conservatory. Between 1964 and 1969, Anday served as a member of the Turkish Radio Television’s Board of Directors. When he retired from his position in the Conservatory in 1977, Anday was assigned to the UNESCO Headquarters in Paris as Cultural Attaché. Later on, due to a change in government he was called back to Turkey. He wrote essays for the Cumhuriyet newspaper regularly from 1960 to 1990, and occasionally from 1990 to 2000.
daha ilk cümlesi olabilecek en güzel roman başlangıç cümlesi gibi... “sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...” büyükşehirdeki birtakım politik olayları sebebiyle saklanmak için ege’de bir köydeki dayısının yanına gitmesiyle başlıyor roman. dayısı acayip bir adam, anday’ın sakallı celal’den esinlendiği söyleniyor. dayısı ve evlatlığı vedia’yla geçirdiği ayları sonraki bir zamandan anlatıyor adını bilmediğimiz yeğen anlatıcı. yavaş yavaş usulca anlatıyor her şeyi. neler var bu romanda, hâlâ anlamakta zorlandığımız taşra var, köylülerin o kısacık ama neler ima eden müthiş cümleleri var, kentten giden toy delikanlının bu cümlelerle savaşı var çünkü vedia da cümleleriyle her şeyi anlaşılmaz bir yere taşımakta. vedia var, evlatlık kurumu var, köylünün dedikodusu var, vedia üzerinden hayal kuram “beyaz” adam var ki romanda bizim devrimci genç sık sık çatışacaktır dayısıyla. dayısının köylü üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümle ve yabancılığıyla. başka ne var? son dönem romanlarda eşine rastlamadığımız sevişmeler var, vedia’nın tamamen doğaya ait olmasıyla var olan... onun o hesapsızlığı, içinde yanan ateş, sekse her daim hazır olması ve bunun bizim gibi okumuş etmişlere, doğasına yabancılaşmışlara garip gelmesi var. erkeklik var, kıskançlık, sahiplenme duygusu, devrimcilikle bir yere kadar medenileşmiş bir yaratık var. köyde geçirdiği günlerde özüne dönmesi ve bundan utanması var. beyaz adamın köylüyü anlamaması ama anladığını sanması, onu parayla satın almaya çalışması var ki anday mükemmel bir cumhuriyet devrimleri eleştirisi yapmış. müthiş yetkin bir dil, anlatıcı, kurgu var. bir roman karakteri nasıl yaratılır, en ufak bir jest mimik romanda nasıl kullanılır, arada kalınan ikilemler nasıl çoğaltılır dersi var. melih cevdet anday’ın bu romanından öteye bir adım ilerledik mi, bilmiyorum. müge anlı programlarına bu denli şaşıyorsak işte beyazlığımızdan, ne kentli ne köylü arada kalmışlığımızdan, doğadan ve onun kurallarından bu denli uzaklaşmışlığımızdan. kendimize çağdaşlık adı altında daha dar hapishaneler yaratıp duruyoruz. ve beni en çok üzen ne yazık ki artık öyle romanlar yazılamaması oldu. ne büyük bir şair ve yazarmış anday. ruhu şad olsun.
İklimler gibiydi, ya da sevdalanmaya gidiyormuşum meğer, diyerek özetlenebilir :)
Vakti zamanında tefrika olarak yayımlamış Anday Raziye'nin bölümlerini. Sonradan kitaba çevirirken de bazı yerlerini değiştirmiş. Bendeki baskısında bu bölümleri sevgili Sevengül Sönmez düzenleyerek, harika bir iş çıkarmış.
Alışılmışın dışında bir metin, çok tanıdık gibi gelen bir konu, Goodreads dostları sağ olsun iyi ki okudum. Erkek karakterlerin hayata dair sorguları içinse oldukça özgün bir kaleme alınış.. Türk Edebiyatı gereğince ismi iyi biliniyor mu bu romanın bilmem, muhakkak okunmalı.
Sevmek nasıl anlatılabilirse öyle anlatmış, ne kadar kaç çeşit açıklanabilirse öyle yazmış Anday. Zaten muhteşem bir ilk cümleyle başlıyor: “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.”
Benim ilk Melih Cevdet Anday okumam Raziye. Büyük şehirden köye, çok da iyi bilmediği dayısının evine kaçarak dayısı ve onun hiç tanımadığı kızıyla birlikte yaşamaya başlıyor anlatıcı/ana karakter. Dayı ve kızı Vedia’nın yaşantısını ve davranışlarındaki gariplikleri çözmeye çalıştıkça onlara zaman zaman adapte oluyor, kendini tamamen koşullara bırakıyor. Çünkü ilginç şekilde çok baskın bu iki karakter. Ben bir ara Vedia gibi konuşmaya başlamak üzereydim mesela:) Ben mi? Bilmem… Nasıl konuşuyormuşum ki ben? Sen öyle konuşmuyor musun? diye gider bu sinir bozucu diyalog:)
Melih Cevdet Anday nefis tasvirleri, benzetmeleri, sadelikle süslediği edebiyatı ve “tanıtlamak, özgeçi, ansımak, örgensel, bilisiz, tapının, burgaç, tansık… vs.” gibi aşina olmadığımız kelime kullanımlarıyla Türk Edebiyatında adının daha çok anılmasını, daha çok okunmasını istediğim çok güçlü bir yazar.
Ayrıca yazarı daha da geciktirmeden okumamdaki payı için canım @ilknurrcakr’a çok kalp çok!
Anday Raziye'ye, "Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer" diye başlıyor. Ben de yorumuma sevdalanmaya okuyormuşum meğer diye başlıyorum. Ah, Vedia! Sen unutulmaz bir karaktersin. "Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer... Bunu daha önce bir kahin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, alt üst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek bir ölümlünün sabrını aşar". Bu paragrafla açılıyor kitap ve insanı içine öylesine çekiveriyor ki, Vedia ile bir kere tanışan onun büyüsünden asla kurtulamaz. "Hiç kimseyi beklemeyen bir yer"e politik sebeplerden ötürü kaçan anlatıcı dayısının evlatlığı Vedia'ya sevdalanır. Köy hayatı, dayısının daldan dala atlayan konuşmaları, Vedia'nın bir yaptığını sırtını dönünce bir daha asla hatırlamaması anlatıcıyı geri dönüşü olmayan bir yola sokar. Oysa o dayısının evini bulamasa "çevresine uymuş kabuklu bir böcek gibi" oradan oraya kendisini ve kederini taşıya taşıya gidecekti. Vedia'ya aşık olduktan sonra kendisine attığı adım sonra sonra başından geçenleri düşünüp bizimle paylaşması bu öyküyü kalbimde bambaşka bir yere koydu. Daha sonra açmak üzere Vedia'yı o çekmeceye kapatıyorum ama biliyorum ki onu zaptetmek zordur.
Anday'ın o güpgüzel cümlelerine bakın: çam ağaçları elle sevilmeyecek hayvanlara benzer... güneşin küçültemeyeceği hiçbir şey yoktur... zamanın da çukurları, kabarıklıkları vardır, bizi toprak gibi indirir, çıkarır...sonra dirensem, ille bir yanıt almaya kalksam, bakarsın öyle basit bir durumla karşılaşabilirdim ki, meraka değmez...insan geçi geçivererek gördüğü şeyler arasında hangisinin ileriki yaşamında unutulmaz bir yer tutacağını bilemiyor... Melih Cevdet Anday konuşsun ben dinleyeyim.
Böyle bir kitap nasıl bu kadar kıyıda köşede kalır, aklım almıyor.
Ülkemiz edebiyatını ne yazık ki yeni yeni tanıyoruz. Melih Cevdet Anday'ı sadece şiir dünyası ile bilirken kitap kulübümüz vasıtasıyla okuma şansım oldu; bambaşka bir dil, anlatı, erkek ağırlıklı görünürken genç bir kızın/kadının ana hikayesi çevresinde şekillenen kurgu. Gerçekten beğendiğim bir yapıt oldu. Akıcı, saf, net.
şu meşhur ve efsanevi başlangıç cümlesi; "Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer" ve "Ah canım Vedia." Melih Cevdet'in şiirlerinde görülen dahiyane becerisi romanlarına da bir Tolstoy'dan, Cervantes'ten hatta -bunu özellikle eklemek istiyorum- Flaubert'ten altta kalmayacak şekilde şahane akıcılık ile bol kültürel malzeme ve toplumsal, bireysel çözümlemeleri ile aksetmiş. Ve bu yüzden bilhassa ona da olan hayranlığım sebebiyle iki gün sürdü bu akıp giden romanı okumak. Okurken yaptığım diğer işler sırasında da Vedia'yı, dayıyı düşündüğümü inkar edemem. Kurgusal olarak çok iyi planlanmış olan hikayede 3 ana karakter var; ben kişisi olan ressam genç, dayısı ve dayısının evlatlığı Vedia. Ve kitap boyunca devam eden insanın içini kurcalayan sorular fakat sonlara doğru artık bi öneminin olmadığını yazarın bize hissettirmeyi planladığı için pat diye dökülen cevaplar. Ve yine kitap boyunca devam eden bir aşk, doyasıya cinsellik ve son cümlede 'burada acı çeken tek bir kişi var o da dayım" diyen bir aşık.
Melih Cevdet bu son eserini 1975'te tamamlayıp ilk baskısından sonra beğenmiyor.Ve 1976'da günlüğünde " dayının , yeğenin kişiliklerinde birçok memleket suretini ele alabilirmişim meğer onları karşılaştırarak" diyor. Ve gerçekten ikinci baskıya eklediği diyaloglar bu iki idealistin karakterlerini- bir toplumsal mesele olan toplumculuk ve bireycilik karşılaştırması üzerinden- çok daha gözle görünür oturtmuş. daha iyi portreler koyuyor ortaya. genç ressam kentte sol/sosyalist eylemlere katılmış ve tutuklanmamak için gizlenen toplumcu idealist bir karakter, dayı ise malını mülkünü kendi tek başına yapacağı bireysel girişimlerde " bunun absürt örneği köylüye domuz kestirip yedirip sattırmak" bulunan bireyci bir idealist. ikisinin de buluştuğu ortak payda olan faydacılık. Ve temelinde yaptıkları girişimlerle kopma düzeyinde oldukları delilere ermiş deyip onun uçtuğuna inanan köylü yani cahil ve çaresiz halk. Tıpkı Flaubert'in romanları gibi çağının ve ülkesinin aynası bir kitap değil mi?
Laf Vedia'ya gelirse Vedia Vedia dedik durduk. Ah benim gerçek olamayacak kadar saf, doğal, metaforik Vedia'm. Adı Raziye olan bu kitaba bir başlıyorsunuz ve bakıyorsunuz ki uzun süre hiç de adı geçmeyen söz edilmeyen Raziye'nin yokluğunu hiç de aramamışsınız. "şu gülün adı değişse bile kokmaz mı yine aynı güzellikte?"
Melih Cevdet cevheri daha tam da farkedilmemiş, bir farkedilse dünya çapında o saydığım yazarlar kadar beğenilecek ve tutulacak bir yazar iddia ediyorum. Benim doymaz uslanmaz edebi açlığım onun şiirleri ve romanı sayesinde birkaç gün içinde zevk ile doydu. Türk Edebiyatı'na meraklı ve açlığı olan herkese de tavsiye ederim bu zevki.
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...Daha ilk satırdan itibaren beni içine almakla kalmadı savurdu.Nakış işler gibi bir aşk nasıl anlatılır onun çok iyi bir örneği.Köy ve köylülerin ilişkileri gibi serpiştirdiği yan konuları da çok iyi anlatmış.Böyle bir aşkı yaşayan birilerinin olduğuna ,dünyada hala bir yerlerde aşk olduğuna bir kez daha inandım.Bu kadar güzel sevilmezden,sevilirse böyle sevilmeliye uzanan okuma deneyimi oldu benim için.Bir süre etkisinden çıkamayacağımı bilsem de en kısa zaman da aklımdan silinmesini istiyorum bir daha okumak için.
Kitabın bir şairin elinden çıktığı çok belli olan gürültüsüz, dingin bir anlatımı var. Konusu çok bilindik olsa da, ayrıntılarıyla farklı bir izlenim bırakıyor insanda, bittiğinde. Romanın merkezinde olan Raziye kalıpların dışında, farklı bir karakter; kendisiyle, ailesiyle, ona verilmek istenen kimlikle, cinselliğiyle, toplumda olması beklenenle, kendi olmak istediği arasında boğuşan, hayal ile gerçek arasında sizi kararsız bırakan bir kadın.
Buradaki duygu aşksa eğer; bu duyguda sahip olma dürtüsü, ait olma ihtiyacı, ne hissetmeliyim, ne hissettirmeliyim ve kıskançlığın yeriyle, miktarıyla ilgili düşünmenizi sağlayacak ilginç bir metin gerçekten.
Diğer iki karakter Dayı ve Yeğen (isimsiz anlatıcı) ise, Dayı'nın kurmak istediği idealize insan ve yaşam anlayışının kültürel yapıyla çatışmasını ve 'aydın' kişinin toplumla olan ilişkisi üzerinden dönemin toplumsal, kültürel yapısına yönelik eleştirileri yansıtıyor. Kitapla ilgili iki itirazım var; birincisi, yazar şair konu da aşk olunca iki dize şiir bekledim kitap boyunca. Diğeri de eğer yüzmeyi seviyorsanız bu kitabı kışın okumalısınız; çünkü kitapta kafası bozulan omzuna havluyu atıp denize dalmaya gidiyor... Herkese keyifli okumalar.
"Sen de, ben de masalıyız bu ülkenin. Sana da, bana da gülümseyerek bakacaklar ilerde. Bana bireyci diyorsun ya, sen de bireycisin. İkimiz biriz. Ama doğrusunu istersen, ikimiz de bireyin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Birey ilerde gelecek belki. Ne bileyim?! Her-halde kurtarıcılara gerek kalmayacak. Ama o günler gelinceye dek çok acı çekilecek, çok şey yok olup yeniden kurulacak...syf185
Zeytin ağaçların��n ve az ötede ağır ağır terlemeye başlayan denizin sessizliğinde bekledim. Beklemekle yitirdiğimiz zamanı toplasak kim bilir ne uzun tutardı! Beyin sürekli düşünür derler ya, oysa kafamın içi bomboştu benim. Belki de zamanın geçtiğini tam olarak anlayamayışımın nedeni buydu. Boşlukta yok olmamak için ellerimi, kollarımı oynatma gereksinmesini duyuyordum. Vedia, istemime hiçbir olanak bırakmamak için, sanki aklımı bir yerine, göğüslerinin arasına sıkıştırıp götürmüş, beni sadece kımıldama yetimle bırakmıştı burada. Ben de işte ancak o yetimi kullanabiliyordum. Şimdi gelecek, aklımı, anahtarımı bir yerinden çıkarıp yanıma bırakacak ve böylece beni yeniden çalışır duruma getirecekti. Kendimi kaptırışım işte o sabahtan böyle başladı.syf90
sadece oradayken bendim, çevremle yaşayan biriydim de, buraya gelince benliğimden uzaklaşmış, çevreme yabancı düşmüş değildim, keşke öyle olsaydım... Yürürken durmamıştım, bir ikiliğe düşmemiştim, kendi gerçeğini yaşayan bir adamdım, çevremle alışverişimi hiç kesmemiştim, ama oradayken bu alışveriş başka biçimde, buradayken başka biçimde göstermişti kendini. Bunlardan hangisi gerçekti? İşte gerçekçilik duygum burada sarsıntıya uğruyordu. Gerçeklik dediğim şey benim değildi, benimle eğlenen, dışımda bir şeydi sanki;syf187
"Sen her şeyi değiştirmek istediğin için hiçbir şeyi değiştiremeyeceksin. Tümü aradığından parçayı unutuyorsun. Bir yapı, taş taş üstüne konarak yapılır. Sense sadece yapıyı görüyorsun. Sana hangi somut işi önersem küçümseyerek, bana 'genel'i aradığını söyleyeceksin, biliyorum. Tembellik dediğim bu işte. Toplum değişmedikçe hiçbir şey değişmez... Peki, doğru, ama toplum dediğin de nedir ki?syf185
"Sen yüzyıl gecikmiş bir Bazarov'sun oğlum," dedi. "Benim romantikliğim yanında seninkisi daha gülünç kalır. Neden mi? Anlatayım: Ben tek başıma çalışıyorum, yengimin de, yenilgimin de sorumlusu benim, kimseye iyiliğimin dokunmadığını kabul etsem de, kimse de benim zararlı olduğumu ileri süremez. Benim paramı pulumu, bütün zamanımı böylesine romantikçe hevesler uğrunda har-cadığıma gelince, bundan bir beklediğim olmadığına göre nasıl suçlayabilirler beni? İleride yontumu dikeceklerini, yaşamımla ilgili kitaplar yazacaklarını düşünmediğimi biliyorsun. Böyle bir şey düşünseydim düpedüz aptal denirdi bana. Ben sadece böyle bir yaşam yolunu tutturmuş bir deliyim, evet deliyim. Çünkü böyle berbat bir dünyada akıllı yaşamanın olanağı yoktur. Kendimi oyalıyorum, azıcık da olsa, bir yararlı olma niyeti var içimde. Ben sana göre bir bireyciyim, kendime göre ise bir devrimci. Evet, gülme, bir devrimci... Ama kitaplarda yazılmayan türden bir devrim-ci. Kenttekilerin bencilliğinden, aptallığından, yozlaşmışlığından, hatta hatta hıyanetinden tiksinmiş biri. Ama anlıyorum ki senin için asıl düşman onlar değil, benim. Çünkü ben halkla, köylü ile ilişki kuruyorum, sizin düşündüğünüzden çok başka biçimde bir ilişki... Seni çıldırtan bu işte! Eğer ben de kentte bir kentsoylu gibi yaşayıp gitseydim, seni hiç rahatsız etmeyecektim, çünkü notumu kolayca verecektin benim. Şimdi ise ezberlediğin durumlar dışında bir durumla karşılaştığın için rahatsız oluyorsun benden. Aklını çalıştırmaktan yorulacağını düşünüyorsun. Bir türlü sezemiyorsun ki, ben de sana bakarken rahatsızlık içindeyim. Hem 'rahatsızlık'tan da çok bir şey bu, seni yadırgıyorum, bir insanın kendinden nasıl bunca habersiz olabileceğini anlayamıyorum. Sen bir yerden kalkıp bir yere gelmedin yeğen, iyi dinle beni, sen çevrenden çıkıp bir boşluğa düştün. Çevrenin içindeyken her şey yolunda gidiyordu; amaçlar, eylemler, sonuçlar, kaçmalar, saklanmalar... Ve bütün bunlar belli kuramlara göre yürüyordu ve siz o kuramları özümsemiş kahramanlardınız. Ama buraya düşüverince ne oldu? Ne eylem kaldı, ne kuram. Burada artık bir toplum içinde değilsin sen. Toplum, içine girilir ve içinden çıkılır bir şey senin için. Burada seni hiçbir şey ilgilendirmez, çünkü burası toplumdan sayılmaz. Sen 'çevre' ile 'toplum'u birbirine karıştırmışın. Arkadaşlarından ayrı düşünce bir hiç oluverdin burada. Anlıyor musun, bir hiç. Oysa ben senin gibi değilim, bak, nereye gitsem nereye yerleşsem, orada savaşacak bir şey buluyorum. Benim için dünyanın her yanı birdir. Oysa sen bir çevre'yi dünya sandın. Romantiklik değil de nedir bu? syf184
Bu yaz İzmir’deki kitaplıktan geçindim desem abartmış olmam. Raziye de senelerce gözüme çarpan ama bir türlü elimin gitmediği bir kitaptı. Sanırım isminden ve okuduğum konusundan dolayı Yaşar Kemal veya Fakir Baykurt tarzında bir köy romanı okuyacağımı düşünmüştüm, yanılmışım. Giriş cümlesi bile aslında ne kadar yanıldığımı gösteriyormuş, farkında değilmişim. “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.” Ne kadar güzel bir açılış cümlesiymiş.
İsmini öğrenemediğimiz anlatıcımız, açıkça bilmediğimiz bir nedenden dolayı saklanmak zorunda kaldığı için üvey dayısının yanına, bir Ege köyüne gidiyor ve hikaye böyle başlıyor. Köylüler, çingeneler dahil olsa da asıl hikaye üç kişi arasında geçiyor, anlatıcımız, üvey dayısı ve üvey dayının üvey kızı Vedia.
Melih Cevdet Anday’ın yazdığını bilmesem Türk edebiyatından bir hikaye olduğunu tahmin edemezdim sanırım. Hele ki yazıldığı dönemi düşündüğümde zamanının ötesinde bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Vedia unutamayacağım bir kadın oldu. Çok beğendim.
Okuduklarım içinde en güzel ve anlamlı açılış paragrafına sahip kitaplardan biri. Açılışla beraber üzerine uzun uzun düşünülecek cümleler veriyor bize anlatı.
Başlangıcı ile Masumiyet Müzesi kitabını hatırlattı bana. Orhan Pamuk'un kitabında onlarca sayfaya rağmen anlatamadığı ya da hissettiremediği ne varsa Melih Cevdet Anday berrak anlatım diliyle çok güzel bir şekilde başarıyor bunu. Anlatım dilini ne kadar övsem az. Doğaya ilişkin duyumsadığımız ama söze dökemediğimiz hisler var mesela. Metin akıcılığını hiç kaybetmiyor.
Yazar neler neler sığdırmış 248 sayfaya. Ufacık ayrıntılarla, insan ilişkileriyle Türkiye'nin binbir yüzü, siyasi ve sosyolojik tahlili var kitapta. Bir köye kurulmak istenen domuz çiftliği çevresinde oluşturulmak istenen yaşam etrafında bireyselcilik ve idealizm tartışması var. Bir kadını sevdiğini zanneden fakat sevmekten başka her şeyi yapan erkekler var.
Keşke daha önce okumuş olsaydım diye hayıflandığım kitaplardan oldu. Çok sevdim. Yazarı, külliyatı okunacaklar edebiyatçılar arasına almış bulunuyorum.
“Sen her seyi degistirmek istedigin icin hicbir seyi degistiremeyeceksin. Tumu aradigindan parcayi unutuyorsun. Bir yapi, tas tas ustune koyarak yapilir. Sense sadece yapiyi goruyorsun. Sana hangi somut isi onersem, bana ‘genel’i aradigini soyleyeceksin,biliyorum. Tembellik dedigim bu iste. Toplum degismedikce hicbir sey degismez.”
“Sen de ben de masaliyiz bu ulkenin. Sana da bana da gulumseyerek bakacaklar ilerde. Bana bireyci diyorsun ya, sen de bireycisin. Ikimiz biriz. Ama dogrusunu istersen, ikimiz de bireyin ne oldugunu bilmiyoruz. Ileride gelecek belki…”
Gulumseyerek okudum gercekten. Ilk kez 1975te tefrika edilen bu romanda, Melih Cevdet Anday hem siyasi catismayi iki kusak arasindan ele alarak anlatmis, hem de cumhuriyet sonrasi donemde yapilan degisiklikleri bunlarin koylulerdeki yansimasini ve sistemi de incelikli bir dilde elestirmis.
Tum bunlarin yaninda sehirli-koylu insan farkini, ve aslinda duygularin ne kadar yabanil ne kadar vahsi ve dogal olabilecegini, onlari dizginleyen bazi seyleri karmasiklastiranlarin da yine o egitimli bizler oldugunu gostermis.
Kitabin acilis cumlesine vurulmustum. Okumaya oyle karar vermistim. “Sevdalanmaya gidiyormusum meger”. Evet bu bir de ask hikayesi.
Yorumlarda goremedim ama kiskanclik, sahip olma, duygulari adlandirma uzerine de yazar bizi dusunduruyor kitap boyunca.
Raziye için söyleyebileceğim ilk şey sinematografik bir roman olduğu. Öyle ki her sahnesiyle her tasviriyle sanki bir film izler gibi net bir resim yerleşti gözümün önüne okurken. Tüm ağaçları, evleri, insanları, denizin rengi, güneşin batışıyla incelikle anlatılan köyün ruhuyla bütünleşmiş bir şekilde kendimi tam olarak olayların geçtiği yerde hissettim. Merak duygusuyla, akıcılığıyla, asla ortaya çıkamayacak sorularıyla bir nefeste okudum.. Ve bu kitaptan bir film uyarlaması mutlaka olmalı diye düşünüyorum😊Anday'ı çok sevdiğini bildiğim Berkun Oya örneğin, bu kitaptan şahane bir film ortaya çıkarabilir. Tekinsiz bir köy (Cici filmindeki gibi), tuhaf bir dayı (Haluk Bilginer kesinlikle),geçmişi şüpheli bir evlatlık kız ve köydeki absürt olaylar.
*Kitap 1990 yılında Yusuf Kurçenli tarafından sinemaya uyarlanmış ancak ben bir de Berkun Oya'nın gözünden izlemek isterim😊
İkinci roman da muhteşem. Melih Cevdet Anday okumak bir ayrıcalık. Okuyun, okutun. Devrimci bir genç, bireyci dayısı, gizemli bir kız, deniz kenarında bir köyde buluşuyorlar. İngilizce yazılmış olsa tüm dünya tanıyordu, filminin 15 ayrı versiyonu çekilmişti... Abarttığımı sananlar romanı okusunlar. İsa'nın Güncesi için de aynı şeyleri söyleyebilirim. İki roman tamamen farklı bir tarzda yazılmış. Çok yetenekli bir yazar MCA. Yazdiklarını baştan aşağı ezberlemek isteyebilirsiniz...
Melih Cevdet Anday denilince hep aklıma şiir gelirdi, taa ki 'Aylaklar' kitabını okuyana kadar. O kitabını okuyunca ne kadar şahane bir roman yazarı da olduğunu kendimce keşfetmiştim.
Raziye kitabı da uzun zamandır okumayı istediğim bir Anday kitabıydı. Yine beni pişman etmeyen bir okuma oldu.
Kitabı pek çok değerlendirmede dayı-yeğen çatışması merkezinde işlenen bir kurgu olduğu belirtilse de bence kitap sadece bundan ibaret değil. Hatta bu konunun merkezde olduğunu bile söyleyemem. Kendi adıma, böyle olması için uzun diyaloglar ve ideolojik ya da inanış bakımından çatışma hali beklerdim. Böyle bir durum yok. Dayı-yeğen arqsı tek paylaşılamayan şey var (ya da kişi mi demek doğru?) Vedia!
Vedia gerçekten çok güzel bir karakter sonuna kadar kendisi sonuna kadar naif, saf, doğal. İşlem görmemiş bir maden. Kadın figürünün metalaşması ve önümüzde bir arzu nesnesi haline gelişinin etnik köken vurgusu yapılarak kurguya baştacı edilmesi çok akıllıcaydı bence.
Dayı ve yeğenin birbirinden hem bihaber hem de gayet bilincinde tutkuları, gizli kalmış kavgaları, davaları ve adeta birer yurdumdan insan manzarası halleri çok çok yerinde kullanılmıştı.
İtiraf ediyorum ki beni tek tatmin etmeyen köylük yer ve köylülerin suni ve sakil duran tepki ve diyalogları oldu. Türkiye ' de hiç bir köyde evlatlık bile olsa baba kız ve kuzenlerin samimiyeti büyük bir dedikodu kazanında kaynamadan rahat edilmezdi Evet yine bikaç dedikodu çıksa da tepkiler çok yüksek değildi. Bu kısımda biaz yapay bulsam da toplamda çok sevdim.
Anday' ın güzel romancı yanından mahrum kalmayın derim.
Melih Cevdet Anday, gerçeklik algısını sürekli sorgulatan bir anlatı kuruyor. Ne olup bittiğini tam olarak kavrayamadan ilerliyorsunuz. Raziye karakteriyle birlikte okur da zaman zaman kim olduğunu, nereye ait olduğunu sorguluyor. Yer yer kafkaesk bir hava taşıyor; insanı yabancılaştıran ve düşündüren bir kitap. Kolay okunan bir roman değil ama etkisi sizde uzun süre kalacaktır.
Harika! Melih Cevdet Bey ne kadar güzel anlatmis bir köyde geçen, ilginç bir ‘aile’nin öyküsünü. Su gibi akıyor hikaye, insan karakter ve davranışlarına içkin tespitler şahane. Allı güllü kitap kapagi da kitabı tamamen okuyup bitirdikten sonra daha anlamlı geldi 😍
“Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer..” diye başlayan bir kitabı tabii ki aşkla okudum. Şiirlerinden bildigim MCA’ın ilk defa bir romanını okudum ve diline hayran kaldım.. iyi ki okudum..
Yüzünde o güne değin görmediğim bir yumuşaklık, bir yorgunluk, bir candanlık vardı. İçtendi.
- Sen de, ben de masalıyız bu ülkenin. Sana da, bana da gülümseyerek bakacaklar ilerde. Bana bireyci diyorsun ya, sen de bireycisin. Ikimiz biriz. Ama doğrusunu istersen, ikimiz de bireyin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Birey ilerde gelecek belki. Ne bileyim? Herhalde kurtarıcılara gerek kalmayacak. Ama o günler gelinceye dek çok acı çekilecek, çok şey yok olup yeniden kurulacak...
Başını arkaya attı, gözlerini kapattı. Ben susmuş, onu dinliyordum. Bir şey daha söyleyecekti, vazgeçti. Tam karşıma gelip sevgi ile yüzüme baktı. Bu öyle bir bakıştı ki, az önce onunla tartıştığımı unuttum.
Kurgusuz, olay örgüsü tutarsız, derinlikten yoksun, söz oyunlarına ve şiirselliğe yaslanma kolaylığına kaçmış bir hâtırat anlatısı. Birinci tekil şahısla anlatılan metinler ne denli uzarsa bıktırıcılığı o miktarda artıyor, ayrıca olayı istediği yere çekme, istediğini hatırlayıp anlatının seyrini değiştirme kolaycılığı metni ucuzlatıyor. Raziye’de bundan bol bol mevcut.
Edebiyatımızda Melih Cevdet Anday gibi bir yazar varmış ve ben böyle bir yazarı bunca zaman “Garip akımının temsilcilerinden birisidir” gibi bir lise edebiyat bilgisine hapsetmişim. Bu kitabı okumak için raftan seçtiğimde ben “sevdalanmaya gidiyormuşum meğer”, kitabın sonunda anladım.
Tasfirlerin mükemmelliği ve dilin akıcılığı ile roman sizi içine alıyor.
"İnsan denilen yaratık hayvan değildir ki, onu doyurmakla vicdanımız rahat etsin. Nedir vicdan?"
"Vicdanı tanımayan ilk öağ, bugünün sahteci vicdanından daha soylu insan yaratmıştı"
" aşk bir çabanın sonucu olamaz, başımıza gelir ancak"
"Düşünüyordum, izlenimlerim, gözlemlerim mi ağır basmalı yoksa doğa üstüne olan bilgilerim mi? Bir bakıma, yaprağın tanımı soyutlanmış bir bilgiyi içeriyordu; öte yandan görünüş aldatıcı ve süreksizdi. Ama ben yaprağı olduğu gibi çizmeye kalkarsam, ağaca bakmam da gereksizleşebilirdi. Doğa karşısında çalışmak, ister istemez, onun oynaklığına boyun eğmeyi zorunlu kılardı."
" nesneleri oldukları gibi yapmakla bana göründükleri gibi yapmak arasındaki karşıtlığı bir türlü çözümleyemiyordum"
" hareketle hareketsizlik, yaşamın hızlanması ile durağanlaşması arasındaki vakit geçirici ve aldatıcı bir oyalama mıydı? Böyle ise, nasıl olur da süreklilikten, daha önemlisi kişilikten söz edilebilirdi?"
"Sen de ben de masalıyız bu ülkenin. Sana da, bana da gülümseyerek bakacaklar ilerde. Bana bireyci diyorsun ya, sen de bireycisin. İkimiz biriz. Ama doğrusunu istersen, ikimizde bireyin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Birey ilerde gelecek belki.ne bileyim?! Herhalde kurtarıcılars gerek kalmayacak. Ama o günler gelinceye dek çok acı çekilecek, çok şey yok olup yeniden kurulacak..."
" atılmalarım, çabalarım hep hep bu "ben" le onu saran çevre arasında, hiçbir zaman gerçeğini tanıtlayamayacağım bir karşılaşma olup çıkıyordu"
"Düşünceler, sese dönüşmedikçe düşünce değildir belki de onun için"
" sanki sevdamı açsam, kim benimle onu paylaşabilirdi ki?"
melih cevdet anday'dan okuduğum ikinci kitaptır kendileri. ilk olarak aylaklar romanını okumuştum ve genel manada; anlatımı, o zamanlardaki yaşamı ve bu yaşamdan zuhur eden düşüncelerden pek haberdar olmayışım beni içine çekmişti ve beğenmiştim kitabı. sonrasında raziye'ye denk geldim ve meraklandım. şu anda burada kitabı dün bitirmiş biraz buruk kalbimle bir şekilde bulunuyorum. herkesler gibi bende kitabın giriş cümlesine mest oldum bu arada herkesler gibi dediğime bakmayın bu kitabın okunup çok sevildiğini kitabı bitirdikten sonra fark ettim ve sonra da bu hesabı açmaya karar verdim, neyse konumuz bu değil. başrol erkek karakterimize biraz gıcık olduğumu söyleyerek başlamak isterim çünkü genel manada kitabı okurken ne kadar gözlemlerinden ve aklından geçen düşüncelerinden etkilenmiş olsam da belki de cidden vedia'nın bir yerde 'sen okumuşsun, benden farklısın' muhabbetine kafayı takmış olabilirim. kitabın edebi yönü zaten ondan geliyor ama bazen de ne güzel yaşıyorsun eve gir merdiveni kaldır ve odanda resim yap deme ihtiyacı bir ara bana uğradı ama bu düşünceye kendimi pek kaptırmadım. vedia ise kapalı kutu aman allahım! bir ara başrol erkeğimize bu nasıl sabır bu nasıl tahammül nasıl bulunur dememek için kendimi çokça kez tuttum. ama bu akış, diyaloglar kitabı çok akıcı hale getirdiği de su götürmez bir gerçek. sonrasında dayımız... gerçek hayatta aynen dayı profilinde bir akrabam var ve düşüncesi beni gerdiği için de, dayı da dayıydı işte. kitabın olay örgüsü harikaydı ara ara bizi meraklandırması ve geleceğe atıfta bulunması hoşuma getti. son elli sayfayı kalbim ağzımda okudum. finali beni üzdü ama düşünüyorum başka bir son da pek olmazmış. sevişme sahnelerinden tutun başrolün ve dayının sinirlenip gerildikleri yerlerdeki duyguları harika bir şekilde geçirmiş yazar. ben sevdiğim bu kitabı yine bir ara görüşmek üzere mca
This entire review has been hidden because of spoilers.
Ben çocukken televizyon gündüz kuşağında sıklıkla karşıma çıkan, genellikle ortasından yakalayıp çok da anlayamadığım bir film vardı. Raziye'yi okumaya başladım ve 30-40 sayfa kadar sonra bu film aklıma geldi. Meğer bu romanın Yusuf Kurçenli yönetmenliğinde uyarlamasıymış. Dayıyı Kâmran Usluer oynuyor, yeğen Oğuz Tunç. E tabi film aklıma geldiği için romanı da bu iki oyuncuyu gözümün önüne getirmeden okuyamadım. Vedia ise başka türlü canlandı gözümde, filmdeki Vedia benim Vediam olamadı.. Şimdi kitabı bilerek filmi bir kere daha izleyeceğim, yıllar sonra. (Filmi izledim; izlediğim platformda filmin kopyası baya kesilmişti. Pek başarılı bir film olamamış, evet roman neredeyse hiç değişiklik yapmadan uyarlanmış ama bana göre seslendirme ve oyunculuk başta olmak üzere çok sıkıntılar var. Romana göre olay örgüsü çok yüzeysel. ) Romanıysa genel olarak beğendim. Batıl inançlara, kentli-köylü çatışmasına, taşra insanına, doğaya, aşka, kentli/ okumuş insanın kibrine, korkulara, kıskançlığa, özgürlüğe dair yerinde tespitleri var ve bunu göze sokmadan yapıyor. Akıcı, rahat okunan bir roman. Dayı, Yeğen ve Vedia dışında doğa ve deniz de bir karakter gibi işin içinde. Ancak ismini bilmediğimiz devrimci yeğen "sürpriz son var, hazır olun" diye sürekli kendini yineliyor. Bu yüzden kitabın sonlarına yaklaştığımda beklenmedik, hiç akla gelmeyen bir şey çıkacağına o kadar hazırdım ki...Ama yanıldım, benim için çok beklenmedik bir son değildi ama güzeldi. Bu da yazarın bir oyunu olsa gerek.
Ne garip, ben de kitabı bitirdiğimde aynı hislerle doldum. Bu kadar seveceğim, iç dünyama dokunacak, beni hem hüzünlü hem huzurlu hissettiğim yerlere götürüp bırakacak bir kitap okuyacağımı bilmiyordum doğrusu. Kitabı nerede okursam okuyayım, hep bir deniz kenarında gibi hissettim kendimi. Kumsala sürekli bir şey yazıyor ve dalgalar onu sürekli siliyor gibi. Bu umutsuzdan daha çok, hafifletici bir duygu. Taşımamız gereken bunca yük yok. Vedia gibi, sanki bakışını çevirdiğin an gördüğün şeyleri unuttuğun bir hayatın hayali... Daha doğrusu hafifliği, saydamlığı....
Bu kadar basit bir şekilde nasıl bu kadar iyi gözlem yapılır? Nasıl böyle var edilebilir karakterler, betimlenebilir? Gerçekten beni o kadar içine alıp götürdü ki... Böyle bir Türkçe okumanın heyecanı da var içimde.
İsa'nın Güncesi'nden sonra okuduğum ikinci romanı MCA'nın. Ki ondandan da gerçekten çok etkilenmiş ve romancılığının gölgede kaldığını düşünmüştüm Anday'ın. Ancak Raziye benim için onun da çok üstüne çıktı. İç dünyamda bambaşka izler bıraktı. Cümlelerin duruluğu bu sıcak yaz günlerinde bir anlamda -ne anlattığından bağımsız olarak- içimi ferahlattı.
Belli bir süre, bu romanın bıraktığı hislerle kalmak istiyorum ancak daha sonra MCA'nın diğer romanlarını da mutlaka okuyacağım.
"Bunu tam olarak anladı mı, anlamadı mı, kesin söyleyemem, ama bir gün bana baktı baktı da 'Ben senin ötelerindeyim' deyiverdi."
Güzelliğe aşık olmanın bedeli cehaleti görmezden gelmek olabilir ama cahilin tek kazancı mutlu ve dolu dolu yaşamaksa hayatı, o kişi dünyanın en zenginidir. Öykü dolu dolu, renk renk, duygu duygu, canlı canlı... Karakterleri düşündüğümde birçok esere ilham olduğundan bile şüpheleniyorum. Mesela Zeki Demirkubuz'un meşhur Masumiyet filmi orada kör bir aşkın peşinden sürüklenen adam(Haluk Bilginer) gözümde canlandı Dayı figüründe. Yine Dayı'dan örnek vermem gerekirse; beni en çok etkileyen Vedia'dan (Raziye) sonra dayı olmuştur, müslüman köyüne domuz ticaretini sokmak, dolaylı yoldan, komik yoldan sofrasına domuz eti koymak kadar geniş perspektife sahip, dediğim dedik, ilginç bir karakteri okumak çok keyifliydi.
Vedia'yı sevmek bir ressamın bile çuvallayacağı bir sanat. Vedia tanıdığım tüm kadınlardan bir iz. Ama hiçbiri tam olarak Vedia değildi. Gerçeküstü ya da beni çok yalnız bıraktılar. hah Onun iç dünyasından yazılması fikri, ihtimali sanıyorum ki imkansız. Bir Oblomov kıstasında roman bu.
Dünyadaki en güzel kadın kitaplarda tasvir edilmiştir. Hayal gücümüzün sınırı yoktur ve daima en güzeli o olacaktır. Benim için Vedia (Raziye) ise güzellik üstüdür. Ve son olarak, Aşk cesur olanların yanındadır.