Istrati; bu romanda, bir tüccarın evinde uşaklık yaptığı yılların anılarını, o her zamanki büyüleyici sanatıyla canlandırıyor. Çalıştığı evin hanımına karşı duyduğu, maddi arzulardan uzak, tapınma duygusunu andıran aşkın yanı sıra, Istrati`nin işçi hakları için verdiği savaşımları, ideolojilerin boşluğunu ve politikacıların ikiyüzlülüğünü gördükten sonra siyasal çatışmalardan nasıl uzaklaştığını anlatan sayfalar, onun dünya görüşünü en açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Panait Istrati was a Romanian working-class writer, who wrote in French and Romanian, nicknamed The Maxim Gorky of the Balkans. Istrati was first noted for the depiction of one homosexual character in his work.
Born in Brăila, Istrati was the son of the laundress Joița Istrate and of a Greek smuggler from the village of Faraklata in Kefalonia (whom Panait never met).
His first attempts at writing date from around 1907 when he started sending pieces to the socialist periodicals in Romania, debuting with the article, Hotel Regina in România Muncitoare. Here, he later published his first short stories, Mântuitorul ("The Redeemer"), Calul lui Bălan ("Bălan's Horse"), Familia noastră ("Our Family"), 1 Mai ("May Day"). He also contributed pieces to other leftist newspapers such as Dimineața, Adevărul, and Viața Socială.
In 1910, he was involved in organizing a strike action in Brăila. He went to Bucharest, Istanbul, Cairo, Naples, Paris (1913–1914), and Switzerland (where he settled for a while, trying to cure his tuberculosis). Istrati's travels were marked by two successive unhappy marriages, a brief return to Romania in 1915 when he tried to earn his living as a hog farmer, and long periods of vagabondage.
While in the sanatorium, Istrati met Russian Jewish-Swiss Zionist writer Josué Jéhouda, who became his friend and French language tutor.
Living in misery, ill, and depressed, he attempted suicide in 1921 on his way to Nice, but his life was rescued in time. Shortly before the attempt, he had written to Romain Rolland, the French writer he admired most and with whom he had long tried to get in touch. Rolland received the letter through the Police and immediately replied. In 1923 Istrati's story Kyra Kyralina (or Chira Chiralina) was published with a preface by Rolland. It became the first in his Adrien Zograffi literary cycle. Rolland was fascinated with Istrati's adventurous life, urging him to write more and publishing parts of his work in Clarté, the magazine that he and Henri Barbusse owned. The next major work by Istrati was the novel Codine. Istrati and communism
Istrati shared the leftist ideals of Rolland, and, as much as his mentor, placed his hopes in the Bolshevik vision. In 1927 he visited the Soviet Union on the anniversary of the October Revolution, accompanied by Christian Rakovsky during the first stage of the journey (Rakovsky was Soviet ambassador to Paris, and by then already falling out of favor with Joseph Stalin). He travelled through large sections of the European part, witnessing celebrations in Moscow and Kiev. He was joined in Moscow by his future close friend, Nikos Kazantzakis; while in the city, Panait Istrati met Victor Serge and expressed his wish to become a citizen of the Soviet Union. He and Kazantzakis wrote Stalin a congratulatory letter that remained unanswered.
The political opinions Istrati expressed after his split with Bolshevism are rather ambiguous. He was still closely watched by the Romanian secret police (Siguranța Statului), and he had written an article (dated April 8, 1933) in the French magazine Les Nouvelles littéraires, aptly titled L'homme qui n'adhère à rien ("The man who will adhere to nothing").
At the same time, Istrati started publishing in Cruciada Românismului ("The Crusade of Romanianism"), the voice of a left-leaning splinter group of the ultra-nationalist Iron Guard. As such, Istrati became associated with the group's leader Mihai Stelescu, who had been elected as a member of Parliament for the Iron Guard in 1933 and whose dissidence was the reason for his brutal assassination by the Decemviri later in the same year; Istrati was himself assaulted several times by the Guard's squads.
Isolated and unprotected, Panait Istrati died at Filaret Sanatorium in Bucharest. He was buried in Bellu Cemetery.
Panait Istrati'nin alışılagelmiş tarzında, özyaşamöyküsü ve özkurmacanın iç-içe geçtiği çok yalın bir eser daha. Istrati'nin, annesi tarafından zengin bir ailenin yanına uşak; daha doğrusu çırak verildiği çocukluk ve ilkgençlik yıllarına odaklanıyor. Kalan eserlerini okumak için sabırsızlanıyorum.
Kitabın başında İstrati'nin 1932'de yazdığı bir önsöz var. Burada o dönemde yaşadıklarına belli belirsiz atıflar yapıyor. Mesela SSCB'yi eleştirdiği için sol Fransız entelektüelleri tarafından dışlanması ve Romanya'da şüphe altında yaşamak zorunda kalması. Kitap da bu arka plan çerçevesinde anlam kazanıyor zaten.
İstrati'nin hümanizm, reel sosyalizm, sanat ve kadınlar hakkındaki fikirlerini yansıttığı bir sahne gibi kitap. Kahramanımız Adrian için merkezi önemde olan sanat ve bilim, burada hala önemli, ama bir kadında kendini bulmanın yanında bunlar çok kitabi kalıyor artık Adrian için. Istrati'nin hayat sevgisi yanında, önceki kitaplarda kitabi entelektüelliğe yaptığı övgüler beni hep şaşırtıyordu. İlk defa bu kitapta bu kitabiliğin ötesinde kendini kadında tanıma, yine çok sürreel düzeyde olmakla birlikte, yer buluyor kendisine ki Adrian'a yakışan da bu.
Genel olarak bakıldığında çok güçlü bir metin değil. Adrian'ın ilişkileri zayıf ve hep bir teatrallik içeriyor. Ama zaten bir kahraman olarak böyle bir hali olduğu da söylenebilir. 1935'te ölen İstrati'nin hayatının son dönemlerinde (1932) dünya görüşü anlamında nerede durduğunu anlamak için güzel bir kitap denilebilir. En önemli özelliği bu bence.
"...Tanrım, erkeğe veba ver, cüzzam ver. Hayatın bütün felaketlerini üşüşür başına. Ama yüksek karakterli bir kadın verme ona ne olur!..." "...İnsanlara vakit geçirtmek için değil, onlara kardeşçe bir şeyler vermek için doğmuş bir insanım, çünkü hayat tecrübem çok zengindir, insanların ders almaya ihtiyaçları yok demeyin bana. Öğrenmek isterler onlar, ama örnek görerek..." "... İster ulusal, ister uluslararası olsun, eski ya da yeni efendileri ile demokrat ya da mutlakıyetçi, birbirlerini yaşatmak için başkalarını öldürenler yerin dibine batsın. Bir başkası uğruna can vermeye yanaşma. Kavuştur kollarını. Olduğun yerde kal. Kim olursa olsun o baylara her yüzyılda yarattıkları yeni yeni ülkelerin hepsinin birbirine benzediklerini söyle ve gidip kendiniz can verin de onlara. Sen çıplak adam, zavallı kollarıyla zavallı başından başka şeyi olmayan adam. Düşüncelerine de, tekniklerine de hayır de, sanatlarına da, rahat koltuklarından destekledikleri ayaklanmalara da boş ver ille de biri ya da bir şey uğruna gebermeyi çekiyorsa canın bir orospu uğruna geber. Bir dostun köpeği uğrunda ya da tembellik yüzünden geber. Yaşasın hiçbir inanca bağlanmayan kişi!..." "... Hayata hayat katan kadındır. Ademoğlu, daha bir kıvılcımdan ibaret olduğu sırada ilk ateşini aramış ve onun bağrında bulmuştu. Oraya bir uyuz biti gibi yapışıp kalmış, onun kanıyla beslenmişti. O hatıranın uyandırdığı hasretten de kendini daha kurtaramayacaktır, çünkü oradan çıktıktan, dünyaya geldikten sonra bu dünyanın hareketten ve şefkatten büsbütün yoksun olduğunu görmüştür. Güneşten payını istemeye kalkışınca da soğuğu, açlığı ve tekmeleri tanımıştır. Kadının rahmetinden o kadar ısınmış olan vücudunu güneşe dokundurmuştu..." "... Karısı sordu, -kimseden borç alamaz mısın? -Hayır cevabını verdi. -Yalnız yoksullar karınlarını doyurmak için borç alırlar, zenginler iflas ettiler mi ölmekten başka çare yoktur..." "... Adrian merak etti, gidip dinlemek istedi. Ama tıklım tıklım dolu toplantı salonunun kapısını daha yeni açmıştı ki Christian'ın cırtlak sesi şu cümle parçasıyla kulağına çarptı: - Çünkü doymak bilmeyen ve süngüleri himayesine sığınan burjuva... Adrian hemen kapıyı kapadı. - Evet, burjuvazi dediğin gibidir, ama senin bilmediğin yanları da vardır onun. Karanlığa dalarak yürüdü gitti..."
Kitap, olayın geçtiği şehirde işçi sınıfının haklarını araması ve kazanmasıyla doymak bilmeyen burjuva sınıfının haksız üstünlüklerinin bitirilimesi ve bunun sonucunda yazarın uşak olarak çalıştığı malikanenin de çöküşünü anlatmış. Kitapta geçen kısa bi cümle de bunu çok güzel özetlemiş. "insanlar yolsuz elektriksiz hatta temizlenmeden de yaşayabilirler ama ruh temizliğinden yoksun olarak yaşayamazlar"
Eski Rus klasiklerinin tadını taşıyan bir romandı. Özellikle toplumsal sınıflara dair Adrian'ın, dolayısıyla yazarın yorumlamalarını doğru ve etkili buldum. Sınıflar arası eşitlik sağlanmalı ve ezilen sınıf diye bir şey olmamalı; ancak bunu yaparken bütün burjuvazi kötü, bütün proleterya iyidir diye genellemek yanlıştır diyor özetle. Dünyaya adil gözlerle bakan ve bu yüzden hiçbir ideolojiye körü körüne bağlanamayacak bir kahramandı Adrian... Kendimle özdeşleştirdiğim özellikleri de çokçaydı, o yüzden kitabı da sevdim epey. Balkanların Gorkisi denen Istrati'nin diğer romanlarını da okumak lazım.
Înghemuit pe un scăunel, într-un colţ al acestei spaţioase bucătării de mare casă burgheză, tânărul Adrian sta nemişcat şi părea că trage cu urechea la ceva ce s-ar fi petrecut în sufletul lui. Era cu totul preocupat, de un ceas de când se afla acolo. Mamă-sa îl adusese, ca să-l bage la stăpân, „băiat de alergătură”, şi cu toată ora matinală, biata femeie începea să se neliniştească de ţinuta puţin cuviincioasă, după părerea ei, în care încremenise fiu-său, tocmai acum când trebuia să-l înfăţişeze stăpânilor. „Doamne, tare-i silnic! Gândea ea, privindu-şi odrasla şi stând smirna, lipită de perete. Băiatu' ăsta n-o s-ajungă la nimic!” Spălătoreasă în casa Thuringer, de ani de zile, mama Joiţa ştia că, dintr-o clipă într-alta, „coana Ana”, nevasta d-lui Max Thuringer, avea să năvălească în bucătărie, cu drotul în mână. Ea se va aşeza, ca de obicei, la uşa maşinei de gătit, stând chiar pe acest scăunaş pe care Adrian şi l-a însuşit fără voia nimănui. Şi acolo, guralivă ori posomorâtă, după cum îi erau toanele, coana Ana petrecea o jumătate de ceas, ca să facă trei lucruri deodată: să-şi încreţească părul, să-şi bea cafeaua cu lapte şi să întocmească, în înţelegere cu mamă-sa, bucătăreasa casei, felurile de mâncare ale zilei. Apoi, gătită, gingaşă, pleca la piaţă însoţită de un servitor. Adrian habar n-avea de toate acestea, dar simţea, din vreme în vreme, că mamă-sa nu era mulţumită de dânsul. El n-o privea. Sta cu ochii pironiţi în pământ, la picioarele lui, unde mii de amintiri, mii de simţăminte felurite, contradictorii, când vesele, când triste, se perindau ca în vis. Totuşi, el zărea picioarele mame-si, care îşi schimbau des locul, nerăbdătoare. „Te pomeneşti c-o fi vrând s-aştept şi eu ca dânsa, în picioare!” îşi zicea el. Din respect pentru cine? Stăpânii – cei doi fraţi Thuringer – nu pot veni la bucătărie. Sunt nişte „domni” prea mari; şi „ţepeni ca toţi nemţii”. Să fie din respect pentru „madam” Carolina, mama coanei Ana? Sau chiar pentru coana Ana? Ori pentru Mitzi, sora acesteia? Haida-de! Pe toate trei, astăzi stăpâne de „casă mare” şi femei cumsecade, de altfel. Adrian le ştia de mult, dar pe atunci nu le cunoscuse ca pe nişte „cucoane mari”. Cu şase ani în urmă, copil de-abia scăpat din cursul primar, locuise împreună cu ele în aceeaşi casă din Piaţa Săracă. În vremea aceea, „madam” Carolina tocmai îşi pierduse bărbatul, „domnul” Müller, fost mecanic de primele locomotive sosite în România, apoi pensionar şi paralitic. Adrian admirase mult gravitatea acestui bătrân care, înţepenit în jilţul lui, citea ziua şi noaptea Berliner Tageblatt şi Frankfurter Zeitung.
Angel Dayı'dan sonra Panait İstrati'nin okuduğum ikinci kitabı. Çok daha oturmuş, olgun bir kitap. Adrian karakteri üzerinden İstrati'nin ideolojilere, işçi mücadelesine, burjuvaziye bakışını da ortaya koyan bir eser. Bir armatörün evinde uşaklık yapan Adrian'ın İbrail Limanı işçilerinin yanında yer almaya başlamasıyla dünyası da ikiye bölünür. Burjuvazinin bir örneği olan evde kendisine saygı duyulmakta, yardımcı da olunmakta, sevilmektedir. Adrian kendisini işçi hareketinin içinde bulduğunda kendisini nerede, kimin yanında konumlandıracağı ile ilgili çıkmaza girer. O, insanları "Yüreğim yalnız şu ya da bu sınıfın değil, yeryüzünde ... acı çeken bütün yaratıkların acısından duygulanıyor. " diyerek sınıfların dışında görmektedir. Ama bu sefer de insanları iyi ve kötü gibi basit kategorilere de indirgemektedir. Her sınıfın içindeki kötülerin ayıklanmasını isterken.. Bir dönem kitabı gibi okuduğum bir kitap oldu, içselleştirmekte zorlandım.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Öncelikle genel olarak kitabı beğendiğimi söylemeliyim. Ancak sanki kitap ikiye bölünmüştü, ilk kısımda bir aşk hikayesini ve cinsel hazlarla kişisel hedefler arasındaki çatışmayı okurken sonraki kısımda İbrail'deki liman işçilerinin mücadelesine sürüklendik. Ve açıkçası bana göre bu geçiş biraz sert oldu. Adrian Zograffi'nin kişiliği ve işçiler hakkındaki düşünceleri ilk kısma daha iyi yedirilebilirdi, böylece geçiş daha yumuşak olurdu diye düşünüyorum. Ben şahsen Adrian'ı mücadeleci bir kişilik olarak nitelendirmezdim çünkü görüşleri ve davranışları çok griydi. İşçi hareketi sırasında ve sonrasında ailenin yanında kalması beni rahatsız etti mesela. Benim için genel olarak sürükleyici ancak yer yer bağlantıları kurmakta zorlandığım bir kitap oldu.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Aslında kitabın konusu kötü değildi fakat sanki iki farklı kitabın birleşimi gibiydi, ilk kısmında bambaşka bir aşk hikayesi varken son kısımda siyasi bir kitap haline geldi. Bu bağlantı oldukça zayıftı. Bunun dışında karakter analizleri zayıftı,karakter yoğunluğu da çok fazlaydı. Akıcı sayılamaz bir kitaptı. İyi yönü ise güzel mesajlar barındıran bir takım olaylara sahip olmasıydı. Okuduğum için pişman olmadım fakat okumasam da eksikliğini hissetmemiş olacağım bir kitaptı.
"Yüreğim yalnız şu ya da bu sınıfın değil, yeryüzünde, hayvanlara varıncaya kadar, acı çeken bütün yaratıkların acısından duygulanıyor. Ne yapsalar beni bu huyumdan vazgeçiremezler." Sf. 118
"Yüreğim yalnız şu ya da bu sınıfın değil, yeryüzünde, hayvanlara varıncaya kadar, acı çeken bütün yaratıkların acısından duygulanıyor. Ne yapsalar beni bu huyumdan vazgeçiremezler."