“Soğuk, soğuk, soğuk, buz altındaydı dünya; bitmek bilmez bir zemherinin ortasında. Memleket bolluk içindeydi evvel zamanda. Köyler insanla doluydu, ambarlar buğdayla. Şimdi ekinler göğermez, sular akmaz. Koyunlar melemez, küheylanlar kişnemez. Üzerinde kara bulutlar, tarlasında bozkurtlar; velhasıl sefalet alır yürür oldu kara topraklarda.”
Farklı zamanlarda, farklı mekânlarda sürüp giden, ama günü gelince aynı yörüngeye oturan bir trajedinin hikâyesi bu.
Biri Doğu Anadolu’nun soğuk, kurak ve zulüm dolu coğrafyasında, diğeri başkent İstanbul’un entrikalarla dolu keşmekeşinde.
Germakoçi Uğur Erbaş’ın olağanüstü çizgileri ve renkleriyle cisimleşen büyük bir grafik roman.
1977 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü mezunu. Aynı bölümde asistan ve öğretim görevlisi olarak çalıştı. Şu an animasyon ve görsel efekt alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Gurur, heyecan, keyifle karışık, kitabı elden bırakamadan bir okuma. Uğur Erbaş ve işleriyle geç tanışmış olmaya hayıflanmanın anlamı yok artık, şükür ki tanıştık. Gozo ve Sagre’yi çok taze okuyup beğenip, burada da incelemiştik. Germakoçi’nin yayınlanması da hemen üzerine geldi. Hem sanatçıya biraz mola vereyim, üsluptan mesafe kazanıp okuyayım hem de potansiyel hazzı öteleyeyim diyordum ama başaramadım. Şimdi bir daha böyle bir şey ne zaman okuruz diye hayıflanabiliriz. Çünkü iki kitap arasında aslında beş koca sene var.
Gozo’nun hayali dünyasından, kendi coğrafyamıza, XVII. Yüzyıl Anadolu’suna ve İstanbul’una götürüyor bizi Erbaş. Daha ilk ithaf sayfasında bir kilim motifi karşılıyor okuru. Sonra hayran bırakan tezhip desenli bir açılış. Kendine has çizgi ve renklerine artık aşina olduğumuz sanatçı, gerçek bir zemin, kültür ve tarihe yaslandığı için başka bir özen sergilemiş. Hat sanatı, tezhip, minyatürlerden (ki karakter çizimlerinde de o çağrışım var) mimari detaylara, hikaye içerisinde hikaye anlatırken bir hayaliye dönüşüp gölge oyunu kullanmasına varana dek buram buram bir emek, özenle öyküyü sarmalıyor.
Aynı özen dilde, teknik terimlerde de gösterilmiş. Çok takılmayacak okuru rahatsız etmeyecek durulukta, hızlıca anlaşılabilir şekilde ama diğer taraftan benim gibi “Bu ne ola ki?” diye merak edip sağı solu karıştıracak okuru memnun edecek düzeyde içi dolu bir biçimde. Bir kağıt kalitesi, çeşidi örneğinden, bahsinden Semerkand’ın dut ağaçlarına, Uğur Derman hocanın yazdığı bir İslam Ansiklopedisi maddesinden “mürekkep yalamak” tabirinin doğuşuna gittim, geldim mesela.
Biçimde de durum böyle, yer yer şiirsel, yer yer ağdalı, yer yer bir meddah dilinden, yer yer bir destan gibi.
***
İşlerin ters gittiği bir zamanı hikaye ediyor kitap... İşlerin ters gitmesi fenadır. Ademi adem yapan nefsinin terbiyesidir. Varlık, iyi hal de imtihandır ama işlerin ters gittiği kötü zamanlar daha büyük imtihandır. Herkesin içinde bir yerlerde bir bencil hayvan yatmakta, (yokluğu da hayatla bağdaşmaz ya) lakin kontrolü şart. Ters zamanlar terbiyesi ve zinciri zayıfları ortaya kolayca çıkarıveriyor ve o hayvani yan nizamın içine sızıveriyor, neredeyse normlaşıyor. Böyle yozlaşmış bir dönemde sadece var olma gayreti içinde bir ailenin maceraya dönüşen, Erzurum’un soğuk, yüksek platolarından, kendi güzel mi güzel ama içi siyaset ve oyun, hile dolu payitahta uzayan hikayesi bu.
Ve öyle güzel çizilmiş ki!
Ne çok sayfayı şöyle alıp assan, seyretsen yeridir diye düşündüm. Doğuda engin ufuklar, dağlar, tabiat ve bulutlar. Atlar ve savaş da var… Kurosawa’nın epik işi Ran geliyor aklıma. Selçuklu minareleri, (üç) kümbetler, Ermeni ortodoks mimarisi olduğu aşikar bir kilise arka fonda, görecek gözleri bekliyor. Sonra bir şiir gibi İstanbul. Modern zamanlarda bir Matrakçı Nasuh sanki! Minyatür sanatından beslendiği şüphesiz, gözlere şenlik detaylarda, dalgalarda, gemilerde Nusret Çolpan’ı da görüyorum ve Erbaş’ın inşa ettiği görseli hayranlıkla izliyorum. İstanbul’u çok sever(d)im. Zamanla bir sürü sebepten biraz soğudu ilişkimiz, karışık. Bu güzel çizgiler şehre aşkımı tazeliyor. Bozdoğan kemerleri, şehrin tılsımı dikilitaşlar, hazîreler, ahşap evler, görkemli Osmanlı kubbeleri ve onların öncülü Bizans kubbeleri… Bir darağacı, bir fena yangın bile bu kadar mı güzel resmedilir… İstanbul ve yangın, o dönem bu ikisini ayırmak mümkün değil. Hikayeye ustaca yerleştirilen detaylardan biri. O sahnelerde, ünlü mimar Le Corbusier’nin İstanbul seyahati notlarında geçen “ …İstanbul sıkışık bir yerleşme; fanilerin evleri ahşaptan, Allah’ın bütün evleriyse taştan… Bu kentin dört yılda bir deri değiştirdiği de söyleniyor! Hanlarla çevrili büyük camiler ayakta kalıyor yalnız. Alevler okşarken, Allah’ın yara almaz mabetleri olan camiler her zamankinden daha esrarlı birer kaymaktaşı gibi parlıyorlar.” cümlelerini hatırlıyorum.
Halihazırda gözlere neşe bu görsellerin, dijital üretim olmaları sebebiyle, içimdeki geleneksel çizgi meraklısına “Acaba (en azından bazı sayfalar) klasik şekilde çizilse nasıl olurdu?” diye sordurmasına da engel olamıyorum.
Bu kitap çok daha fazla ses getirmeliydi. Havalı lansmanları olmalıydı. (Kalsaydı, olsaydı) kültür sanat neşreden dergilere kapak konusu olmalıydı. Dergi işlerinin, tefrika işlerin derlemeleri, eski baskıların tozlarının silinmesi dışında kaç yerli grafik roman çıktı ki son yıllarda? Çok az. Sayı artsaydı bile, Germakoçi özel yerini koruyacak kalibrede bir kitap iken, hak ettiği alakayı göreceğini umuyor, gözü kapalı tavsiye ediyorum.
“İnsanın fikri iki çeşittir. Fikirleri hamurdan olanlar onlara şekil verir. Zamanla şekil değişir, gelişir, vakti geldiğinde küf tutar, bozulur. O vakit değiştirilmesi gerekir. Öte yanda fikri taştan olanlar vardır ki onlar taşa bir kez nihai şeklini verdi mi artık değiştirilemez olurlar. İlki fikirlerinin efendisi ilken diğeri onların hizmetkarı, kölesi olur.”
Gozo ve Sagre sonrası Uğur Erbaş mutlaka takip edilmesi gerekenler arasına eklenmiştim. Çizimleri, hikayeleri ve yarattığı eşsiz atmosfer ile sizi alıp götüren sanatçılardan olduğunu ilk kitabında anlamıştım. Germakoçi de aynı şekilde size hiç bitmesin devam etsin dedirten cinsden bir çalışma. Çok beğendim, çoğu sayfada çizimleri uzun uzun inceledim. Sadece çizgi roman değil, bir tablo gibi incelenmesi gereken, kendine has üslubuyla hazırlanmış sanatsal bir çalışma olmuş. Sen hep çiz Uğur Erbaş. Her çalışmanı merakla bekleriz.
“Oku ey sipahi, kitabın dediği gibi. Oku ki damdan düşmene gerek kalmadan anla damdan düşenin halini.” . Uğur Erbaş’ı öncelikle Gozo ve Sagre kitabıyla tanıdım ve emeğine hayran kaldım. Germakoçi yazarın 2. kitabı. Ben uydurma bir kelime olduğunu düşünmüştüm ancak araştırınca öğrendim ki Laz kültüründe Germakoçi bir çeşit kıllı canavarın adıymış. Uğur Erbaş’ın belki de unutulmaya yüz tutmuş kültürel bir detayı kitabının ana konusu olarak işlemesi benim çok hoşuma gitti. Bu kitabında yazar Osmanlı zamanına götürüyor ve bir ailenin hikayesini erkek çocuğun gözünden anlatıyor. Bu erkek çocuğu toprağını kaybetmemek için mecbur savaşa gidiyor bir de bakıyoruz ki çocuk büyümüş seneler sonra İstanbul’da medresede felsefeyi öğrenmek için kendine bir yol çizmekte. Zaman geçişleriyle hikayeyi yavaşça açan bir kitap. Dilsiz adem, felçli anne, geceleri meşk yazan Gülzade, miskin Sefa ve hakkı sürekli yenilen Aziz üzerinden ilerliyor hikaye. Tabii bir de araya Germakoçi giriyor. Nereden çıktığı belli olmayan, hırpani görünüşlü, zararlı mı anlaşılamayan, tavşan meraklısı bir varlık. Dili yer yer şiir gibi ama biraz ağdalı. Özellikle bazı cümlelerde sadece bağlamdan anlamı çıkarabildim. Çizimlere ise gerçekten hayran kaldım. Minyatürü anımsatan müthiş çizimlerdi, bazı sayfaları poster olarak duvara rahatlıkla asabilirsiniz. Detaylara gösterilen özen, kullanılan renklerin uyumu ve karakterlerin ruh hallerini bu kadar iyi yansıtabilmeyi herkes başaramaz. Uğur Erbaş bu çizimleri yapabilmek için sıfırdan modelleme öğrenmiş! Ki bunun üzerine Osmanlı tarihini, kültürünü, karakter derinliğini ve hikayeyi ustalıkla işleyebilmiş. Gozo ve Sagre favorilerime girmişti Germakoçi favori olmasa da büyük bir keyifle okudum. Sonlara doğru sanki biraz hızlı ilerledi neyse ki yaşadığım kafa karışıklığını son sayfalarda toparladı. Eğer özgün bir grafik roman okumak isterseniz yazarın kitaplarına mutlaka bakmanızı tavsiye ederim.
“İnsanın tabiatı varsa o da değişmektir. Bir gün karşına biri çıkar, başka biri oluverirsin.”
“Kimi yağma peşinde Kimi yaşar düşünde Kimi gözün yaşında Kalanların aklı del oldu.”
“Toprak yağmura muhtaç, balık deryaya, insan insana. Cenneti arzulayanın cehenneme çevirdiği bu cihanda kader ne değnekli çobanın sürüsü olmak ne de kalmak yabanda bir başına. Sergüzeşttir, yaslanır geçmiş zamana. İsim isme benzer, insan insana.”
“Ben de ‘miskinname’ diye bir risale yazacaktım, lakin çok üşendim. Çünkü hayat çalışmak için çok kısa.”
***Aziz, Gülzade, Sefa, Adem Sonsuz bir döngüde hala yaşamakta Bitmek bilmez bu zemherinin ortasında Evvel zamanda, insan insanda***
Her sayfa ayrı sanat eseri. Tezhip süslemeleri, o İstanbul sahneleri… Çerçevelet duvara as. Hikaye, dil ayrı güzel. Gozo ve Sagre’yi çok beğenmiştim. Germakoçi onun da üzerinde bir eser.
Aziz, Gülzade, Sefa, Adem, Cevahir. Bütün karakterler o kadar iyi oturmuş ki. Uğur Erbaş’ın sonraki eserini büyük bir merakla bekliyorum.
“Toprak yağmura muhtaç, balık deryaya, insan insana. Cenneti arzulayanın cehenneme çevirdiği bu cihanda kader ne değnekli çobanın sürüsü olmak ne de kalmak yabanda bir başına. Sergüzeşttir, yaslanır geçmiş zamana. İsim isme benzer, insan insana.”
“ Bazısınınki altından da olsa hepimiz kafesteyiz. ” “ Zorba bugün paşanın yanındaysa yarın padişahın yanında. Hepsi savaşmamızı ister durur. Hiç dost olun diyen sultana,efendiye rastlamadım. “ “ Yere batsın dünyanın bütün orduları. İnsan kanıyla karnımı doyurmaktan bıktım. Artık yalnız üzüm kanıyla dolduracağım karnımı. “
Bu kitaba kiyamadigimdan iki yildir bekletiyordum. Sonunda gectigimiz hafta iki oturusta bitirdim.
Ugur Erbas bence bu ulkeye fazla gelen bir masalci. Dili, akiciligi, butunlugu o kadar iyi ki balonlari okumaya doyulmuyor. Anadolu'nun hic duymadigim bu efsanesini sarmaladigi hikaye de onun anlatimiyla bana hic yabanci gelmedi.
Acikcasi kitabin sonlarina dogru, elimde kalan sayfalar incelmisken "Yoksa sonu baglanmayacak mi" diye endise ettim. Hatta "Acaba ikinci kitap mi var" diye merak da ettim. Ancak hic oyle degil, kitap tam olmasi gerektigi gibi bitti.
Keske, dedim, Ugur Erbas'in bu hikayeyi daha uzun anlatacak imkani olsaymis, belki 3-5 kitaplik bir seri. Ama guzel masallar hep boyle olmali, biraz da okuyucunun aklinda devam etmeli.
Sanat stilini ovmeye sira gelmedi, ama o da size kalsin.
Gozo ve Sagre'den 3 4 kat daha iyi bir kitap olmuş çizgi roman olarak tek eksiği bence ses efektlerinin çok kullanılmaması sanki fon olmadan bir şiir okuyormuşum hissi uyandırıyor onun dışında mükemmel.
İlk sayfayı çevirdiğimde gördüğüm tezhip motifi kadar beni şaşırtan çok az şey oldu okuduğum onca kitabın arasında. O İstanbul tasvirleri, o renkler, o geleneksel damarın ilmek ilmek işlenmesi... Book of kellsi anımsatan grafikler... Çok müstesna bir eser, hikaye çetrefilmiş, ne gam!
Mükemmel. İnsanı içine çeken bir hikaye, hikayeye aynı seviyede eşlik eden çizimler. Kapsamlı bir çalışma olduğunu hissettiriyor. Uğur Erbaş, "Gozo ve Sagre" kitabından sonra yine çok sevilecek bir kitap ortaya çıkarmış.
Tavsiye edilir, okuması cok zevkliydi. Aslında bu tarz dijital çizimleri çok beğenmediğim için önyargılı başladım fakat sonrasında ısındım. Özellikle İstanbul manzaraları ve Anadolu motiflerinin kullanımını çok beğendim. Hikayenin zamansal ve mekansal olarak ayrı başlayıp birleşmesi çok iyi kurgulanmış ve ince ince işlenmiş. Kültürel olarak "bizden" bir çizgi roman okuduğumu hissettim ki bana bir nebze Puslu Kıtalar Atlası'nı hatırlattı bu yönüyle. Romanın en büyük başarısının şiirsel dille çizgiyi çok ustaca birleştirmek olduğunu düşünüyorum. Tek eleştirim; belki aralarda giren kıssadan hisse hikayeler ve Aziz karakteri aracılığıyla okuduğumuz felsefe tartışmaları daha derinlikli olabilirdi.
Okuyunca gururlanıyorum bazı eserlerle çünkü bu topraklardan çıkmışlar ve bu toprakları yansıtıyorlar. Adeta buranın bağrından kopup gelmişler. Bunu hissettiren işler benim için çok değerli. Şarapta teruar neyse, kitaptaki teruar da bu his sanırım....
Germakoçi işte böyle işlerden biri. Nakış nakış işlenmiş harikulade çizimleri, güzelim hikayesi ve felsefe sevgisiyle gönlümü hemencecik çalıverdi. Son sayfayı çevirdiğimde dilimden "Vay be!" nidası kopuverdi. Uğur Erbaş adeta döktürmüş. Türkçe çizgi roman yazınında bir şaheser.
Tomm Moore’la çok yakın çizim üslubu yüzünden her karesinde dakikalarca kalmaktan alamıyor insan kendini. Hikaye kurgusu biraz çizimlerin güzelliğinin gölgesinde kalsa da çok keyifli bir kitap, Germakoçi.
Bir grafik romana ne kadar hayran olunabilirse o kadar hayran oldum! Çizimleri, dili, hikayesi muazzam. Oya gibi işlenmiş, her sayfasından emek fışkıran bir modern zaman efsanesi diye tarif etsem sanırım yanlış olmaz Germakoçi’yi. Keşke heeerkes okusa!