"Esir Şehir Üçlemesi" edebiyatımızın güçlü ve klasikleşmiş ismi Kemal Tahir'in başyapıtlarındandır. Her büyük ve klasik yapıt gibi, bir ya da birden çok problematiği mükemmel bir biçimde işleyen bu nehir roman dizisinin ilk kitabı olan "Esir Şehrin İnsanları"nda Kemal Tahir, Mütareke Dönemi Osmanlı aydınının ve İstanbul'unun destansı direnişinin ve mücadelesinin benzersiz bir fotoğrafını çekmektedir.
Kurtuluş Savaşı öncesinin anlatıldığı pekçok roman yazılmıştır kuşkusuz, ama hiçbiri bu denli edebi ve ölümsüz olamamıştır.
"Türkiye'yi, Türkleri sahiden tanımak isteyen yerli yabancı herkes Kemal Tahir'i okumak, anlamak zorundadır." - Halit Refiğ
15 Nisan 1910’da İstanbul’da doğdu. 21 Nisan 1973’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Kemal Tahir Demir. Deniz yüzbaşı olan babası, Sultan II. Abdulhamid’in yaverlerinden. Babasının görevleri nedeniyle ilk eğitimini Türkiye’nin çeşitli yerlerinde tamamladı. 1923’te İstanbul Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi’nde mezun oldu. Galatasaray Lisesi’nde 10’uncu sınıftayken öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat katipliği, Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul’da Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde düzeltmenlik, röportaj yazarlığı, çevirmenlik yaptı. Yedigün, Karikatür dergilerinde sayfa sekreteri oldu. Karagöz gazetesinde başyazarlık, Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1938’de Nâzım Hikmet’le beraber Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde “askeri isyana teşvik” suçlamasıyla yargılandı. 15 yıl hapse mahkum oldu. Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya ve Nevşehir cezaevlerinde yattı. 12 yıl sonra 1950’de genel afla özgürlüğüne kavuştu.
İstanbul’a döndükten sonra bir süre İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul temsilciliğini görevinde bulundu. “Körduman”, “Bedri Eser”, “Samim Aşkın”, “F. M. İkinci”, “Nurettin Demir”, “Ali Gıcırlı” gibi takma isimlerle gazetelere tefrika aşk ve macera romanları, senaryolar yazdı. Fransızca çeviriler yaptı. 6-7 Eylül olayları sırasında tekrar gözaltına alındı. Harbiye Cezaevi’nde 6 ay yattı. Çıktıktan sonra 14 ay kadar Aziz Nesin‘le birlikte kurdukları Düşün Yayınevi’ni yönetti. Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1931’de “İçtihad” dergisinde yayınlandı. Yeni Kültür, arkadaşlarıya birlikte kurdukları “Geçit”, Var, Ses dergilerinde şiirleri çıktı. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” uzun öyküsü Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, 1955’te basıldı. Yine 1955’te basılan “Sağırdere” romanıyla adını duyurdu. İstanbul’u bir çerçeve gibi alıp Türklerin Osmanlılıktan Cumhuriyet’e geçişini incelediği “şehir romanları” dizisinin ilk kitabı “Esir Şehrin İnsanları” 1956’da yayınlandı. Bu kitapta Mütareke dönemi İstanbul’unu anlattı. Dizinin diğer kitabı olan “Esir Şehrin Mahpusu” 1961’de, “Hür Şehrin İnsanları” 1976’da basıldı.
Kemal Tahirİlk kitaplarında daha çok köy ve köylü sorunlarına eğildi. Daha sonra Türk tarihinin ve özellikle yakın tarihin olaylarını ele aldı. “Devlet Ana“da, kuruluş sürecindeki Osmanlı toplumu ve yönetim sistemini, “Kurt Kanunu”da Atatürk’e karşı düzenlenmek istenen İzmir suikastini, “Rahmet Yolları Kesti” ve “Yedi Çınar Yaylası”nda ağalık kurumu ve eşkıyalık olgusunu inceledi. “Yorgun Savaşçı”da Anadolu’daki başsız, öndersiz ulusal güçlerin birleşip Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlamasına kadar geçen dönemi anlattı. “Bozkırdaki Çekirdek”te de köy enstitüleri üzerinde durdu. Kemal Tahir’in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksist görüş ile Türkiye gerçeği arasındaki bağlantı sorunuydu. Siyasi eylemlere de katılmış bir yazar olarak, Türkiye’de kendi algıladığı siyasal, sosyal, kültürel yapı ile Marksist görüşün sunduğu çözüm arasında bir çelişki görüyordu. Türk toplum yaşamına uymadığına inandığı Batılılaşmaya ilişkin yargısı da bu Marksist çözümü yetersiz bulmasına bağlıydı. Çünkü Marksizim, “Türkiye’de 2’nci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin siyasal ve kültürel uygulamalarını bir ticaret burjuvazisi devriminin sonucu” olarak değerlendiriyordu. Kemal Tahir ise böyle bir sınıfın varlığından kuşkuluydu. Böylece hem Marksist görüşün, hem de Batılılaşmanın ürünü olan Cumhuriyet dönemi resmi tarih görüşünün aşılması düşüncelerini belirleyen temel nokta oldu.
“Devlet Ana”da Osmanlı toplumunun kölecilik ve feodalizmden çok farklı ve insancıl bir temel üzerine kurulduğunu anlatmayı amaçladı. Diğer romanlarında da “Türk insanı ve Türkiye özeli” olgusunu ortaya çıkarmaya çalıştı. Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık yaşamında eserlerinde yalın bir dil kullandı. Diyaloglarla zengileştirdi, karizmatik karakterler yarattı. En üretken romancılarımızdan biri oldu.
Eğer hasta olmasam, kitabı elime her alışımda gözlerim hastalıktan ötürü yaşarmasa elimden düşüremeyeceğim bir kitaptı Esir Şehrin İnsanları.
Bu zamana dek neredeyse hep Milli Mücadele döneminde "Anadolu"yu, Anadolu'daki mücadeleye katılanları okudum. Bu açıdan İstanbul'da bir "aydın"ın çabalarını okumak benim için ilginç bir deneyimdi. Kemal Tahir, dönemin aydın olarak nitelendirilen kesiminin Milli Mücadeleye yaklaşımını bize eleştirel bir şekilde sunuyor. Ben bunun yanı sıra umutsuzluğa düştüğümüzde, kelimenin tam anlamıyla "kaybedecek bir şeyimiz kalmadığında", iyiye ya da kötüye yönelmemizin yine tamamen kendi elimizde olduğunu göstermesi bakımından da çok sevdim kitabı. Her şey bizim elimizde, bahanelere sığınmaya hiç gerek yok.
İkinci kitabı satın almadığıma hayıflanıyorum. Esir Şehrin Mahpusu'nu alır almaz onunla devam edeceğim.
resmi tarih anlatısından farklı her içerik beni mest ediyor, bu kitabı dinlerken bunu düşündüm sık sık. üstelik kitabın tarih derslerinde öğrendiğimiz şeylerden bakış açısı olarak hiçbir farkı yok, ama ezber ezber cümlelerle, büyük laflarla dinlediğimiz şeylerin sıradan insanların hayatlarına etkilerini görmek, onların bu haberleri nasıl karşıladığına şahit olmak bile çok güzel.
bir de yine çağ farkından kaynaklı haber alamama sıkıntıları da beni bir hayli düşündürdü. biz şimdi dünyanın öbür ucunda yaşanan en ufak şeyden anında haberdar olurken, romandaki karakterlerin (ve dolayısıyla gerçekten bunu yaşayanların) 20. yüzyılın başlarında böyle bir bağımsızlık mücadelesi içinde sadece kendilerinin değil, bütün ülkenin kaderini belirleyecek şeyler esnasında en önemli haberleri bile çarpıtılmış, gecikmeli almaları, ya da almadan beklemeye dayanabilmeleri beni çok etkiledi. öte yandan bizim de bu bilginin kolaylıkla elde edilebildiği günümüzde, tarifsiz bir bilgi kirliliği içinde yaşamamız da güzel bir plot twist.
kitabın beni en çok etkileyen taraflarından biri de çağının ötesinde feminist bakış açısı. üstelik bunu körü körüne de yapmıyor. nedime hanım gibi bir kadın karakteri yaratabilmiş olması yeterince takdire şayan, ve bir karikatür gibi sadece bunu yapıp bırakmamış kemal tahir; hayran olunası başka kadın karakterler, bunları takdir ederken incileri dökülmeyen muhtelif erkek karakterler yaratmış. büyük zevkle dinledim.
velhasıl kemal tahir’le tanışmak için geç bile kalmışım. yolumuz uzun.
Kemal Tahir'in tertemiz bir dili var. lisedeyken Karılar Koğuşu'nu okumuştum ama zorlanmadan okuduğumu hatırlamak dışında bir şey kalmamış bende. Kötü eğitim sistemi yüzünden uzak durduğumuz yazarlardan sadece birisi Kemal Tahir. Olgunluk dönemimizde bu kitapları okumak daha iyidir gibi bir avuntumuz olabilir belki. Kitapla ilgili söylenecek çok bir şey yok, 1. dünya savaşı sonrası İstanbul'da neler oluyor gibi basit bir hikayesi var, bu hikayeyi küçük ölçekli bir şekilde anlatıyor. Kemal Tahir'in sürreel boyutta bir feminist olması kitabın en acayip tarafı sanırım. Gerçeklerin çok farkında olmasına rağmen özellikle birkaç sahne yazmış(uzaktan bakınca absürt duruyor aslında), aydın eleştirisi yaparken feminizme yonttuğu yerler olmuş. Yazdıklarıyla toplumda bir fark yaratma gayretinde olmasını çok iyi anlıyorum, kitaba feminist bir yön katması da bundan. Aydın olmak aslında ne sosyal sınıfa, ne coğrafyaya ne de yaşanan döneme bağlı, ben kitabı okurken en çok bunu hissettim. Aydın olmak bir var olma biçimi. Serinin ikinci kitabı elinizin altında yoksa başlamamanızı tavsiye ederim, ilki bitince hemen ikinciden devam edilecek bir seri Esir Şehir Üçlemesi.
Bu okuduğum ikinci Kemal Tahir eseriydi. Açıkcası Yorgun Savaşçı'dan aldığım tadı alamayacağımdan korkmuştum ama şimdi bunun yersiz olduğunu anlıyorum.
Kemal Tahir belli bir dönemi anlatan eserler veren Türk yazarları arasında en çok halka hitap edenlerinden biri benim gözümde. Bunun nedeni toplumsal gerçekçi olmasına ek olarak yalın anlatımı ve siyasi çözümlemelerini karakterlerin ağzından terimsel kalabalıktan arındırılmış bir şekilde okuyucuya sunması.
Eser eski maddi kuvvetini kaybetmiş bir paşazadenin Avrupa'dan İstanbul'a dönüşü ile başlayıp bu paşazadenin yani Kamil Bey'in kuva-yı milliye dayanışmasına katılış süreci ve bu süreçteki gözlemlerini aktarıyor. İlk göze çarpan şeylerden birisi Kemal Tahir'in diğer dönem eserlerinde de değindiği zaferi kazanan Anadolu insanının tasviri. Eser boyunca bilindik kahraman asker profili dışına çıkan karakterler üzerine yoğunlaşmış ve karakterleri mitleştirmekten uzak durmaya çalışmıştır. " Bir çok sanatçılar zaferleri, insanlardan aşırıp, yorulmaz, ağlamaz, ölmez devlere mal etme alçaklığını neden yapagelmişlerdir? Yorulmayan, ağlamayan, ölmeyen olduktan sonra zaferin ne değeri kalır?" sözü bunu özetler bir biçimde eserde yerini almıştır.
Mücadele sürecinde İstanbul halkının tutumları üzerine yoğunlaşan ve Anadolu insanından farklılıklarına değinen Kemal Tahir ara ara Kamil Bey'in düşünceleri aracılığı ile zenginlik ve fakirlik ayrımından yola çıkarak mücadele gücüne ve bilincine sahip olmayan soylu İstanbul zenginlerinin böyle olmasının sebebini aslında zengin olmalarına kulağa tuhaf gelen ama oldukça mantıklı bir şekilde bağladığını söyleyebiliriz.
Yine aynı dönemde ittihatçıların örgütü olan Karakol örgütü ve Müdafaa-i hukuk cemiyeti sürtüşmesinin mücadelenin en çetin zamanlarında bile devam ettiğini ve hatta çoğu zaman bu çatışmanın memleketin kurtuluşuna zarar verdiği hususuna değinildiği geniş bir bölüm de bulunmakta eserde.
Kemal Tahir'in olay örgüsünü hikayenin geçtiği dönemin fonu ile doldurması ve bunu yapmaktaki kabiliyeti zaman zaman kurgu bir eser okuduğunu unutturabiliyor insana ve kitabı okuduktan sonra bile etkisinden kurtulamama problemi yaşatabiliyor. Açıkçası bu yıl okuduğum en iyi kitaplar arasında diyebilirim. Serinin diğer eserini en kısa zamanda, 2013'e bırakmadan okumak istiyorum.
Bu yıl benim Kemal Tahir’i epey bir gecikmeyle keşfettiğim bir yıl oldu. Epey bir kitabını, çoğunluğu sahaflardan ilk baskılar olmak üzere edindim. Daha önce üniversite yıllarımda, Fethi Naci’nin zamanında en büyük Türk romanlarından biri olarak göstermesinin verdiği teşvikle Esir Şehrin Mahpusu’nu (Esir Şehir üçlemesinin ikinci kitabı) okumuştum. Pek etkilememişti o zaman, aklımda da pek yer etmemiş. Geçen yıl da Rahmet Yolları Kesti’sini yarıda bırakmıştım. Şimdi üçlemeyi sırasıyla okudum. Bence serinin en iyi kitabı. İşgali dönemi İstanbul’un havasını, hem milli mücadele taraftarları hem de karşıtları bakımından, bireysel dünyalarına da ışık tutarak çok iyi vermiş. Şahsen beni zaman zaman çok heyecanlandıran bir kitap oldu. Çok geç kalmışım bunu okumakta ama zararın neresinden dönersek kardır diyelim.
Ben çok beğendim. Kurtuluş savaşı dönemindeyiz. Bir yanda Anadolu'da Mustafa Kemal önderliğinde bir ordu ilerliyor. İnönü muharebeleri kazanılıyor. Bir yanda saltanat İtilaf devletlerine ülkeyi peşkeş çekme pahasına varlığını koruma peşinde. Kamil Bey. Osmanlı devletinin İspanya büyükelçisi. Tabi büyük elçi deyince öyle göz nünzde büyütmeyin. Çöken, dağılan bir imparatorluğun büyük elçisi. Dolayısıyla bir forsu kalmamış durumda. Hatta zaten ülkesine dönüyor. Dolayısıyla Kamil Beyinde durumu çok iyi sayılmaz. Eşi ve 6 yaşında ki küçük kızı ile beraber İstanbul'a dönüyor.Yoksulluk çok büyük problem. Derken Galatasaray Lisesi'nden arkadaşı vasıtasıyla bir dergide iş buluyor. Karadayı Dergisi. Muhalif bir dergi. Mustafa Kemal yanlısı. Burada çalışmaya başladıktan sonar uzun süredir ayrı kaldığı ülkesine ve İstanbul'a yeniden adapte olmaya çalışıyor. Hem kendisi yabancı ellerde çok değişmiş hem de ülke onun yokluğunda çok çok değişmiş. Her yanda savaşlar devam etmekte. Ülke içerisinde türlü çeşit insan asker millet cirit atmakta. Kim dost kim düşman belli değil. Tarafsız kalmak hiç mümkün değil. Üstelik Kamil Bey vatanını mişlletini seven biri. Bir şekilde taşın altına elini de koymak istiyor ancak çok sünepe. Kimse bununla önemli işleri paylaşmak istemiyor. Çocuk gibi davranıyor güvenmiyorlar. Derken ilk sınavını Anadolu'ya gidecek olan mühimmat dolu bir geminin yola çıkmasında önemli rol oynayarak veriyor. İstanbulda 650 ton mühimmat bir gemiye gizlice yükleniyor ama Rozalti adındaki çakal gemici 50 bin lira istiyor fazladan. Burda devreye giren Kamil Bey, eski bir tanıdığı olan gemi sahibini buluyor ve onunla konuşup işi bağlıyor. Her ne kadar işin payesini dergi sahibi Nedime hanım toplasa da Kamil Bey durumdan memnun. Kimseye de gidip "ulan kadının alakası yok ben bağladım işi" demiyor. Varsın Nedime yaptı desinler. Vatan sağ olsun. İkinci işi çok gizli planları Anadolu'ya gtmek üzere Nedime Hanım'dan aldığı talimatla Ramiz efendiye vermek oluyor. Ama maalesef yakalanıyor. Günlerce zindanda kalıyor. Tabiri caizse ötmüyor. Emniyet bundan Nedime Hanımı istiyor ancak Kamil Bey yine dava arkadaşını satmıyor. Ve sonunda 7 yıl kürek cezası alıyor. Kitap aslında o yılların çökmekte olan Osmanlısının bir tablosu. Her sayfada tabloya farklı bir açıdan bakıyoruz. Kemal Tahir bizi o dönemin insanlarıyle tek tek tanıştırmış. Dincisi, solcusu, muhalifi, mandacısı.... Hepsiyle tanışıyoruz. Bu açıdan çok güzel bir kitap olmuş.
“ -İşte benim harp ederken sırtımı dayandığım aşılmaz dağ, demin gördüğünüz o küçücük kadındır. Kadir’in annesi... -Kadın falan değilmiş kardeşim, adeta bir ‘millet’miş. “ . Kâmil Bey eşi ve kızıyla, Avrupa’dan İstanbul’a geliyor. Bir yangın yeri İstanbul, işgal altında ülke. Bir yan diyor ki falanca ülkenin kanatlarının altına girelim, diğer yan elimizdeki kurtaralım. Kâmil Bey hiç savaşmamış, hiç zorluk çekmemiş, paşa oğlu, eğitimli. İçi içini yiyor. Avrupa’da yaşamak bu kadar mı kör-sağır etmişti onu? Bu kadar mı yabancılaşmıştı kendi toprağına, insanına? Bir şeyler yapmalı, yapmalı da nasıl etmeli? . Son sayfalarda haber geliyor ve ben ağlıyorum. Sanki o hapishane hücresinde ben de varım, çay damağımı yakmış ama o dört duvar uçsuz bucaksız bir bahçeye dönmüş. İç çekiyorum, sonra derin bir rahatlama. Esir Şehrin İnsanları’nı bağrıma basıyorum… . Daha önce sadece Nazım Hikmet’e mektuplarını okuduğum Kemal Tahir ile çok geç bir tanışma. Ama bu tanışmanın Esir Şehir üçlemesinin ilk kitabı Esir Şehrin İnsanları ile olması, tam da bu zamanda -ümitsizliğe yaklaştığım günlerde olmasının da bir sebebi vardır elbet. O nasıl bir duygu yoğunluğudur? Nasıl bir resmetme kabiliyetidir? Düşmanı da haini de dostu da aynı güzellikte anlatabilmek nasıl bir yetenektir? Öyle sevdim öyle etkilendim ki... Storytel üzerinde dinlemeye başladım önce, Mazlum Kiper’in muazzam seslendirmesiyle, yetmedi bir de baskısını okudum. Yine yeniden okurum biliyorum… Şimdi sırada üçlemenin diğer kitaplarında~
Vay be! Bu kadar beğeneceğimi hiç zannetmiyordum. Kemal Tahir mütareke dönemini Kamil Bey vasıtasıyla bana an be an yaşattı. Onun peşi sıra bütün olaylara tanık oldum. Kesinlikle okuyun. Şimdi işin kötü tarafı 2.ve 3. kitabı hemen bulup almak da :D
Kemal Tahir bu kitabında anlattığı dönemde ancak 9 yaşlarında bir çocuktu. Bu romanın, Mütareke yıllarını İstanbul'da "sahnenin dışında" geçiren babasıyla Kemal Tahir'in bir şahsi hesaplaşması olduğu evvelce iddia edilmiş midir bilmem ama babasının Milli Mücadele yıllarındaki yaşının aşağı yukarı bu kitabın kahramanı Kâmil Bey’le aynı olması gerekir. Nitekim bir anda kendini kurtuluş mücadelesinin içinde bulan Kâmil Bey’e şöyle söyletir bir yerde: “Sonraları Ayşe’nin yüzüne nasıl bakardım. Bütün Ayşelerin yüzüne? ‘Babacığım, Kurtuluş Harbi sırasında siz nerede bulunuyordunuz?’ diye sorsa… İnsanlık, vatandaşlık ve babalık şerefimin lekelendiğini hiç fark etmeyebilirdim.” (s.220) Ne de olsa Kemal Tahir’in Abdülhamid’e yaverlik etmiş ve Çanakkale’de savaşmış babası kurtuluş mücadelesini İstanbul’da pas geçmiştir. Ne olursa olsun Sigmund Freud'un da vurguladığı bir husus, Kral Oidipus, Hamlet, Karamazov Kardeşler gibi örneklerden de görüleceği üzere baba-oğul çekişmesinin büyük edebiyatın önemli bir kaynağı olduğudur.
Daha önce şuraya da çiziktirmiştim: Yakın tarihimizde birçok ilginç olaylara tanık olunan ve büyük değişimlerin habercisi olan zaman dilimleri az değil diye. Bunların en önemlilerinden biri de elbette Mütareke Dönemidir.
Esasen "ateşkes" anlamında "terk" kökünden gelen "Mütareke" bizim tarihimiz açısından aslında bir edebikelâm, "euphemism"dir. Bir diğer deyişle, söylenmeye dili varmayan şeyi insanın midesinin ve vicdanının kaldıracağı bir şekle sokmasıdır. Zira “mütareke" denen şey aslında İstanbul'un düşman işgali altına girmesinden başka bir şey değildir. Umumi vicdan ve efkar bu büyük "işgal" yumrusunu ancak "mütareke" kalıbında kursağından geçirebilmiş, o günden bugüne de şanına ve haysiyetine yakıştırmadığı bu kara dönemi millet bu şekilde adlandırmıştır.
Türk edebiyatında Sahnenin Dışındakiler (Ahmet Hamdi Tanpınar), Üç İstanbul (Mithat Cemal Kuntay) ve (yanlış hatırlamıyorsam) Kozmopolitler (Nahid Sırrı Örik) Mütareke İstanbulunu anlatan eserler arasında ilk aklıma gelenler. Bütün bu kitaplarda iki husus dikkat çeker: Savaş ve işgalle birlikte gelen fakirlik ve yıkım nedeniyle İstanbul'un değişen çehresi; yine aynı nedenin insan doğası üzerindeki bozucu/dejenere edici etkisi: “Yenik memleketlerde, af buyurun, patlamış bir lağım gibi alçaklığın nasıl orta yerde akıp gittiğini bilirsiniz.” (s.365) Ama bu dejenerasyon, Kâmil Bey gibi kendi kahramanlarını da üretecek mümbit bir ortam yaratır: “Yorulmayan, ağlamayan, ölmeyen olduktan sonra zaferin ne değeri kalır?” (s.426) İhanet olmadan sadakat nasıl bilinir? Üstüne üstlük Kâmil Bey, bir yandan tüm insanca düşüncelerini sahiplenen, bir yandan da kendini sürekli sorguya çekerek yaptığı fedakarlıkları Anadolu'da yapılan fedakarlıklarla tartan, bunun sonucunda hep borçlu çıkan samimi ve alçakgönüllü bir kahramandır. Yazarın özellikle Kâmil Bey'i kanlı, canlı bir kişilik olarak ortaya koyması hayranlık vericidir.
Kadın karakterler ise genellikle zayıf kalmaktadır. Kadın bir yandan erkekleşebildiği öte yandan kadınlığının alçakgönüllülükle kabul ettiği ölçüde dikkate alınmaya ve anlatılmaya değer hale geliyor. Öte yandan, bunun Kemal Tahir’in şahsi tercihi değil, dönemin ruhu olduğunu düşünüyorum. Yoksa Halide Edib sayılmazsa kadının milli mücadelede oynadığı rolün önemini daha iyi anlatan yazar var mıdır? Bir itiraf gibi kahramanını konuşturur: “‘Edebiyatımız neden böyle yavan?’ diye düşünürdüm. Meğer sebebi harem-selamlık belasıymış.” (s.182) Ancak bu kitapta öne çıkan, Türk kadınının özgürleşmesi veya Frenkçesiyle “émancipation”u. Batıda Birinci Dünya Savaşı sırasında kadınların üretime ve ekonomiye geniş katılımı nasıl meşhur “suffragette” gibi hareketleri yarattıysa, Anadolu kadınının Milli Mücadeleye katılımının da Türk kadınının özgürleşmesinin önünü açtığı iddiasıdır bu kitapta kaleme getirilen. Gerçekten de, Halide Edib ve Şükûfe Nihal önderliğinde meşhur Sultanahmet mitingleriyle şahlanışı ve Milli Mücadele’de Nene Hatunların, Kara Fatmaların katkıları sayesinde, kurtuluştan sonra kadınların bir “kılıç hakkı” olduğu düşüncesi kurucuların tamamınca paylaşılıyor gibidir. Verilmiş değil; tanınmış, alınmış, hak edilmiş bir hak!
Anadolu’da mücadele ne kadar fiziki ve maddiyse İstanbul’da o derece manevidir. Sahnenin dışında adeta kavganın büyüğü ümitsizliğe karşı verilmekte ve kaybedilmekte gibidir. Filhakika, son on yılı savaşlarda geçmiş ve nihayet yedi düvele kaybetmiş, Mondros’la mahvedilmiş bir milletin, işgal güçlerine hem de ordusu olmaksızın nasıl olup da kafa tuttuğu şaşırtıcıdır. Milletin de seçkininin de ümitsizliğe kapılması işten bile değildir. Ancak şartlar öyle seyretmektedir ki işgal altında ümitsizlik çoğu zaman sadece ataleti değil, ihaneti de beraberinde getirmektedir.
Kemal Tahir’in olay örgüsü özellikle çok başarılıdır. Anlatı dönemeçleri ve felsefi monologlar sürükleyici ve zengindir. Şartların mükemmelen elverdiği entrikayı üstat çok zekice zerk etmiştir hikayeye. Bununla beraber, zaman zaman kitabın Milli Mücadele döneminden ziyade sanki yazıldığı yılın (1950’ler) gündem ve söylemiyle fazla mı ilgili olduğunu, anakronik olma yanılgısına mı düştüğünü sorgulama ihtiyacı hissettiğimi de belirteyim.
Elbette Kemal Tahir’in sanat ve siyaset anlayışına değinmeden olmaz. Bir derdi vardır yazarın. Kahramanına şöyle söyletmektedir: “‘Sanat sanat için’ demek ‘Sanat kuvvetlinin emrinde’ demek…” Kemal Tahir’in kendine has, milliyetçi bir sol anlayışı vardır. Bu uğurda 15 yıl da hüküm giymiştir. (Eğer hüküm giyme nedeni, Vikipedi’de yazdığı gibi, bahriyeli kardeşine bir Sabahattin Ali kitabı vermek idiyse vay ki ne vay!) Bu anlayış, Türk’ün kendine has karakterini sosyalizmle buluşturmaya çalışır. Sol düşüncenin ana damarından kopan bu yaklaşım, toplumun yapısına bağlı olarak bir başka ve tehlikeli devrim tahayyülünü getirir: Köylü, küçük burjuva ve daha da dikkat çekicisi ordu eliyle devrim. “Asya Tipi Üretim Tarzı” modeliyle nüanslanan bu sol yaklaşım bir dönem Türkiye’de aralarında Tahir’in de olduğu bir grubun ilgisini çekmiştir. Bu düşüncede, Türk’ün karakterini belirleyen hususlar öne çıkar: Mesela komünizmin ortodoks yorumunda alt edilmesi gereken bir sömürü mekanizmasını yeniden üreten bir aygıt olan devlet, Kemal Tahir’de “ana” olur; yokluğu devrim değil, anarşidir. Aydınlara değil, milletin sezgilerine ve hikmetine dayanır ve güvenir. Sağ cenahta Kemal Tahir biraz da bu nedenle beğenilir; tabiri caizse “gidiş yolundan” artı puan verilir. Yine bu nedenle, sadece sosyalizmin “bilimsel” ve genel geçer olduğu iddiasındakiler değil, Türkiye’de sosyalist devrimi geciktirenin bizzat devlet olduğundan şekvacı Mehmet Ali Aybar gibi birçok başka türlü solcunun da eleştirilerini üzerine çekmiştir. Hatta iddia odur ki, Peyâm-ı Sabah yazarı Mehmet Barlas’ın evinde kalp krizi geçirmesine neden olan olay Mete Tunçay’ın kendisine “kitaplarının yasaklanması gerektiğini” söylemesidir.
Hülasa-i kelam, devamından da büyük keyif alacağım, bugüne dek ertelediğim için hayıflandığım bir okuma oldu.
Hamiş: İthaki'nin editörlüğü zayıf. Son iki yüz sayfayı hiç mi okumadınız? Dipnot numarası var; dipnotun kendisi yok. Mürettip ve imla hatasından geçilmiyor. Öyleyse sözü yazarımıza bırakalım. Bu kadar yanlışın aşağıdaki diyalogun olduğu kitapta geçmesi kaderin garip bir cilvesi değilse nedir: "Gâvurlar binlerce sahifede bir tek yanlış yapmıyorlar. Buna ne dersiniz?" "Gâvurlar parayı yanlışsız işten kazanır..."
Üçlemenin diğer kitapları "Esir Şehrin Mahpusu" ve "Yol Ayrımı". Kemal Tahir Anadolu insanını hapislerde tanıdı. Tıpkı Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi. 12 yıl hapis yattı. Marksizm'i Türk toplum yapısına uyarlamak için toplumu anlamaya çalıştı. Kemal Tahir sosyoloji okuyan öğrencilerin zorunlu olarak okuması gereken bir yazardır. Şu ana kadar en sevdiğim romanı "Çorum Üçlemesi"ne ait "Köyün Kamburu" oldu.
Bu dönem ile ilgili okuduğum nadir kitaplardan birisi idi. İlk başladığımda çok büyük beklentilerim yoktu ancak ilk başladığım andan itibaren gerçekten etkilendim kitaptan.
Kurgu 1920 yılının Mart ayında İngiliz işgali altında İstanbul'da geçmekte. Savaş sırasında yurt dışında bulunan, Osmanlı'nın önemli ailelerinden bir erkeğin yurduna dönüşü sonrasında milli mücadeleye katılışını, ailesi ile olan ve kendi iç mücadelesini görmekteyiz.
Güzel bir dönem romanı olduğunu düşünüyorum. İngiliz işgali altındaki İstanbul'da, insanların hangi tarafları nasıl tuttuklarını ve tepkilerini görebiliyoruz.
Uzaktan bir karakter olarak, Mustafa Kemal'in Anadolu'daki zaferleri ve İstanbul'daki Türklerin bu zaferlere olan olumlu, olumsuz ve baze her ikisini de barındıran tepkilerini görmekteyiz. Köylü, saraylı, paşa ve çevresindekilerin farklı tepkileri ve bir çok şeyi bu kitapta bulmak mümkün.
Her ne kadar yüz sene öncesi anlatılıyor olsa da, ben nedense kişisel olarak bahsedilen konular ile güncel olaylar arasında benzerlikler buldum.
In English
The story starts in Istanbul which is under military occupation of United Kingdom at March 1920. At war time main character is outside of his country and he could not defend his country agaist his countries enemies. After returning to his country, he has started helping his country by fighting the enemy.
It's really a great historical fiction. It's showing Istanbul society's thoughts about occupation and fight for independency.
Even though the story tells one hundred year earlier, there are many similarities with current time.
Bir benzetme vardı, aklımda kaldığı kadar yazıyorum: kafese kapatılmış bir kuşla, odaya kilitlenmiş bir kuşun farkı yoktur. Önemli bir zamanı hatırlatan nacizane kitaplardan.
Kitabı, bitene kadar elimden bırakamadım. Kemal Tahir, okuru avucunda tutan bir yazar, ilk sayfadan son sayfaya kadar hiç sıkılmadım okurken. Köklü bir aileden gelen Kamil Bey çok düzgün adam öncelikle, aldığı eğitimlerden ve birkaç dil bilmesinden ayrı, karakter sahibi, dürüst ve eşine, kızına sadık biri. Ayrıca sanatsever, ressam, ince ruhlu, yakışıklı... Mükemmel bir portre yani:) Osmanlı'nın son dönemlerinde çareyi bu topraklardan gitmekte bulmuş. Fakat dönüşü de muhteşem olmuyor. Kendisine harabe bir köşk kalıyor, üstelik işsiz ve ne yapacağını bilemez halde... Tam o zaman karşısına çıkan okul arkadaşları vesilesiyle bir gazetede çalışmaya başlıyor. Bu kısım bence çok tatlıydı, çocuk gibi heyecanlanmıştı gazetede çalışacak diye. Neyse. Gazetenin sahibesi Nedime Hanım Milli Mücadele yanlısı cesur, zeki bir kadın, onunla geçen zamanlarda kendisine de cesaret bulaşıyor ve memleket meselelerini kendi ailesinin önüne koyduğu bir değişim yaşıyor. Haliyle hem ailesiyle çatışıyor hem de padişah taraftarları ile. Üstelik ona, İngilizlerle çalışıp bir eli yağda bir eli balda yaşama şansı sunulmuşken inadıyla, neredeyse vatan haini konumuna düşüyor... Özellikle sorgu hakimin karşısına çıktığı kısımları, oradaki diyalogları çok beğendim. Serinin ikinci ve üçüncü kitaplarını da okuyacağım. (Uyarlanan diziyi de izlerim sanki, merak ettim.)
Vay vay vay! Harika bir anlatım. Esir düşmüş bir şehri ve o şehirdeki birkaç insan üzerinden bir milleti, ülkeyi okudum. İşgal edilmiş İstanbul’u ve bu işgale karşı çıkan insanları okudum. Dillere destan Anadolu direnişinin esir başkentteki yansımalarını okudum. Müthiş bir kitap okudum ben!
Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’daki sosyal ve düşünsel atmosferi anlatan bu üçleme aynı zamanda benim ilk Kemal Tahir okumam. Su gibi akıp gidiyor, maşallah. Kemal Tahir üç kitap boyunca argoya ve sokak ağzına hakimiyetini o kadar iyi yansıtmış ki okurken bu adam kesin sokaklarda ya da hapishanede uzun bir süre geçirmiş diyorsunuz.
Bu kitap özelinde benim izlenimim ise şunlar. Kitapta, düşünsel olarak -bence oldukça ani- bir dönüşüm geçiren Kamil Bey’in milli mücadele saflarına katılmasını ve bunun sonuçlarını izliyoruz. Bunca zaman, bunca kanlı boğuşmada rahatından bir an olsun vazgeçmemiş Kamil Bey’in sonunda işlerinin de bozulmasının etkisiyle memlekete dönmesi, bireyselliğini ve özel hayatını bir kenara koyup büyük mücadeleye atılması kitap boyunca bende soru işareti uyandırdı. Bu işin gerçekliğinden şüphe ettim. Gerçekten onda bir düşünsel uyanış mı gerçekleşti, yoksa arkadaşlarının gözünde işe yaramaz paşa çocuğu etiketini silmek için mi bu işe girdi, uzun süre emin olamadım. Keza Nedime Hanım’ı gözünde yücelttikçe yüceltip, onu kendi eşiyle vatanseverlik başlığında kıyas eder hale gelmesi de garibime gitti. Kamil Bey bu vatan kurtarma işlerine girişirken bence eşini de kendi zihinsel dönüşümünün bir parçası yapabilirdi. En azından deneyebilirdi. Anlatsam dahi Nermin anlamaz kafasında takıldı. Öyle olunca zaman ilerledikçe kafa olarak gitgide ayrıldılar.
Mücadelenin kendisine, Türk milletinin karakterine ve Osmanlı’ya dair de bazen bilindik bazen ilginç anekdotlar var: • “Bizim millet ıstıraba katlanmasını iyi beceriyor da ona karşı gelmesini bilmiyor.” • “Her milletin kendine göre davranışı olur. Bizim millet her zaman kuvvete tapmıştır. Eşkıyadan başka muhalif görmemiş bir memlekette Avrupa metotlarıyla çalışılır mı?” • “Huyumuzu bilmez misiniz? Yukardan, ‘Bir şamar vur!’ deseler, biz aşağıda öldürür de leşini parça parça ederiz.” • “Eskiden zengin olduğu için her aklına eseni yapabilirmiş de herkesler onu ayıplamazmış... Ya şimdi? Şimdi ise parası olmadığından, dünyanın en namuslu, en şerefli işine girmesi cinayet sayılıyor”
Aydınlarımız ve onların aksiyona geçmeye takati olmayan, kendi içine sinmiş yol göstericiliği: • “İçinde yaşadıkları toplumla bir kez ayrı düşmüşler. Hayatımızı, insanlarımızı beğenmiyorlar. İstedikleri gibi değiştirmeye güçleri yetmiyor. Böylece bir boğuşmayı göze alamıyorlar. Üstelik yenilgi de çöktü. Geçmişe saklanıyorlar, sembole saklanıyorlar. Hiçbirinde işe yarar, yol gösterir aydınlık yok...” • “Asıl ödevinizi yapmıyorsunuz... Bundan kaçıyorsunuz... Karışık, karanlık, maskara lafların arkasına sinmeniz bundan... Hem bu memleket ahalisini en büyük tehlike karşısında yalnız bırakıyorsunuz hem de o ahalinin sanatınız önünde secde etmesini istiyorsunuz.” • “Doğuda aydınlar, davranış ihtiyaçlarını çoğu sözle doyururlar. Yeri gelince, kendilerini astıracak kadar tehlikeli bir espriyi söylemekten çekinmezler de, ellerindeki bastonu birisinin kafasına indirmek icap ederse korkudan, şaşkınlıktan donakalırlar.”
Ve zafer sonrasına dair bir yozlaşma tahmini: • “Adamın kazanmışını aldatmak kolaydır beyim. ‘Kazandım!’ diye sevinir de, sevinçten sırıtakalır. ‘Var, yürü... Seni bağışladım!’ deyiverir.” “Sanmam.” “Görürsün... Burhan Bey Ankara’dakilerden ileri geçmezse, nah ben şu bıyıkları İngiliz gibi kazıtırım. Suyu getiren de bir, testiyi kıran da... Sen bu işi başka türlü mü sandın, hay beyim?””
Bir zamanlar İtilaf devletleri işgali altındaki İstanbul’da neler olup bittiğini, askerin, polisin, esnafın, sıradan insanların yaşadıklarını merak etmiş; tarih kitaplarında yer alan basma kalıp ifadelerin gündelik hayatın içine yeterince nüfuz edemediğini düşünmüştüm. Üçlemenin ilk cildini bu düşünce ve ilgi çerçevesinde okudum.
1.Dünya Savaşını tarafsız bir ülkede geçirmek durumunda kalan Kamil Bey ve ailesinin mütareke İstanbul’una dönüşüyle başlayan roman, cephe gerisinden insanların durumuna odaklanacağının sinyallerini veriyor. Alınan bu ağır mağlubiyet halk arasında da en çok konuşulan konu haline geliyor, yenilginin faturası ittihatçılara ve özellikle subaylara çıkarılıyor; yeni bir maceranın beyhude olacağından, İngilizlerle başa çıkmanın imkansızlığından bahsediliyor. İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin onur kırıcı tutumlarına isyan edenler kınanıyor ve yedi düvele karşı durmanın saflığın ta kendisi olduğu düşünülüyor.
Yukarıda belirtilen kaotik ortamda Kamil Bey yeni bir yuva kurmaya, ailesinin geçimini sağlamaya, etrafındaki insanları ve gelişmeleri anlamaya çalışır. Kaynayan bir kazana benzeyen İstanbul ile Millicilerin Ankara’sı arasındaki çekişmeye dair karşıt tezleri dinler, işbirlikçi ve işgalcilerin gerçek niyetlerini öğrenmek ister. Silahlı direnişin ivme kazandığı günlere denk gelen bu tanıklığı onu düşünmeye iter. Eski dostları vasıtasıyla kendisi için yeni sayılabilecek bir maceranın içine sürüklenmesi çok uzun sürmez. Yeni girdiği bu yolda aydın ve varsılların adam sendeci tavrı, umarsızlığı yine karşısına çıkar. Bu süreçte çok farklı çevrelerden çok ilginç insanlarla karşılaşır, ummadığı fedakarlıkları ve ihanetleri görür. Ailesinin ve yakınlarının kendisine sırt dönmesine, kimi asker ve paşaların da şahsi ikballeri uğruna Anadolu’yu küçümsemesine üzülerek şahit olur.
İki savaş arası karışık dönemin ilk senelerindeki kaosa ilişkin verilen ipuçları romanın hakikatlerle olan bağını güçlendiriyor. Müttefiklerin çıkarları uğruna birbirlerine kazık atmaları, eski dostların düşman olmaları, aynı coğrafyanın insanlarının maşa olarak kullanılmaları, yeni ortaya çıkan rejim ve yapıların şeytanlaştırılmaları kurgunun içine başarıyla harmanlanıyor.
Takriben Yunan işgalinin Anadolu içlerine doğru adım adım yayıldığı, kim dost kim düşman ayırmanın zorlaştığı günlerle 2.İnönü Savaşı arasındaki dönemin anlatıldığı süreçte İstanbul’daki bir avuç vatanperver insanın cefakarlığı oldukça dokunaklı bir biçimde resmediliyor. İlk kitabın en önemli özelliği, Kamil Bey üzerinden insanın kendini onun yerine koyarak neyin doğru neyin yanlış olduğunun o günlerin karanlığının tam olarak aydınlanmadığı bir zamanda hangi yola gireceğini kestirip kestiremeyeceğini düşünmeye sevk etmesidir. Retrospektif bakışla bunu yorumlamak çok basit olmakla birlikte o dönemin ruhunu ve reel politiği es geçerek yapılacak bir tercih olacağından okuyucuyu kolaycılık tuzağına düşürecektir. Fakat bu zorluklar, eserin tarihsel olayları ve şartları canlandırmadaki başarısı ile romandaki karakter dağılımı ve yan hikayelerin gücüyle ve okuyucuya o havayı soluma imkanı vermesiyle aşılıyor. Kaldığı yer itibari ile ikinci kitaba çabucak başlama isteği uyandırıyor.
Benim çok beğendiğim kitaplar için iki okuma şeklim var. Biraz garip biliyorum, ya yemeden içmeden kesilip bir solukta bitiriyorum, ya da hemen bitecek diye okumaya kıyamayıp araya kitaplar alıyorum, kitap bitmesin istiyorum. Bu biraz ikincisi gibi başladı, bir noktadan sonra kendimi durduramayıp bitiriverdim. Yazarın bu seri dışındaki başka bir kitabını, "Devlet Ana"kütüphanede bulmam da etkili oldu sanırım. Ama şimdi kitabın devamını okumak için yanıp kıvranıyorum.
Bu arada utançla itiraf ediyorum ki, bu okuduğum ilk Kemal Tahir kitabı. Niye hiç okumamışım ki acaba diye durup düşünüp üzüldüğüm bir yazar oldu, şükür geç de olsa tanıştım.
Bence karakterler, kurgu, anlatım ve konu mükemmel.
Romanda işgal İstanbulunda memlekete yeni geri dönmüş bir paşazadenin gözünden ülke ve milli mücadele dönemi anlatılıyor. Dönemin umutsuzluğu ve karanlığına rağmen insanların doğru olana, onurlu olana yönelmeleri, her şeyin çıkar olmaması, ki yöneticilerin gaflet, delalet ve hiyanet içinde olmalarına rağmen kahramanımız Kamil Bey'in minik dürüst kendi çapında onurlu veya gerekli bulduğu adımlarla geldiği nokta, içinizi umutla dolduruyor.
21.yy Türkiye'sinde, kitabın bende bıraktığı duygu, "benzer şeyleri daha önce de yaşamışız", "belki hala bir yerlerde umut var", "elimizdeki insan malzemesi bu" oldu. Bence kitaptaki bütün karakterler muhteşem seçilmiş. Göreviniden memnun cebini dolduran memurlardan, iş bağlantılarını kaybetmek istemeyen işadamlarına, fakir düşmüş zenginlerden, sıkıtı çeken aydın onurlu insanlara, herşeyi "allahın hikmeti"ne bağlayan saf ama aynı zamanda kurnaz köylülere, işkencecilerden döneklere, içleri kan ağlarken bile olayları dalgaya/maskaralığa vurabilenlere..
Bence bu yorumları okumayı bırakın, hemen kitaba başlayın.
Kitabı bitirip, kim ne demiş diye bakıyorsanız da bırakın hemen ikinci cildi bulun. Eğer kitabı beğenmediyseniz, millet nesini beğenmiş diye bakıyorsanız, lütfen ama bana lütfen yorum yazın gerçekten neyini beğenmediniz. :)
Kemal Tahir Esir Şehrin İnsanları adlı romanında, İstanbul’un işgali sırasında Türklerin ve Türk aydınlarının tutumlarını anlatmaktadır.Bu dönemde;İstanbul Hükümetinin tarafını tutanlar, Kuvayi Milliyeciler ve hiçbir şeye karışmayan vurdumduymaz tipler bulunmaktadır.
Kemal Tahir roman kahramanı Kamil Bey'in şahsında ideal Türk aydınında bulunması gereken özellikleri anlatmaya çalışmış. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmış Türk insanının ve Padişahlık yönetiminin İstanbul’un işgali sırasındaki tutum ve davranışlarını dile getirmiştir.Bu romanda ayrıca her devrin adamı yalaka ve hain, aydın görünümlü gazetecileri konu edinmiştir.
Ben bu kitabı okuyup da romanda geçen olayları günümüzle karşılaştırdığımda Türk toplumunun genel yapısında çoğu şeyin değişmediğini,hatta bazı değerlerin daha aşınarak bozulduğunu görmekteyim.
Çok yalın bir dille yazılan bu romanın her Türk tarafından okunması gerektiğini düşünmekteyim.Bu roman bir üçlemenin başlangıcı olduğu için bu romandan sonra,Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı kitaplarını da okuyacağım. İyi okumalar dilerim.
yazarın dili yalın ama devrik cümleleri beni bir türlü romanın içine alamadı. konu kopuk ve eksik geldi ama 300 sayfa ve sonrası benim için başka bir kitap oldu. duygulan sinirlendim ağladım demek ki sonu beklemek lazım.
Gerçekten tek kelimeyle muazzam bir eser. Külliyat bitirme yolculuğuna girdiğim için yıllar sonra ikinci okuyuşum oldu ve bu bilinçle çok daha farklı bir okuma oldu benim için. İyi eğitim almış, birkaç yabancı dil konuşan bir paşazade olan Kamil Bey’in ülkesine dönüşü maalesef işgal dönemine denk gelir. Ve bu süreçte bir ‘aydın’ profili çizen Kamil Bey’in milli mücadele konusunda sorumluluğu üzerine alarak değişimini, gelişimini izleriz. Bir tarafta bu sorumluluğu yerine getirenler diğer tarafta saltanat ve işgal kuvvetleri yanlıları.. Mustafa Kemal’in Anadolu’da mücadele etmesi, İnönü Zaferi’nin kazanılması gibi tarihi gerçeklikler çerçevesinde harika bir kurgu okuyoruz. Kurgu karakterler arasında öyle güçlü kadın karakterlere yer veriyor ki Kemal Tahir. Nedime Hanım gibi bir karakteri oluşturarak onun nezdinde milli mücadelede yer alan güçlü kadınlara adeta bir saygı duruşunda bulunuyor.
Milli Mücadele yılları Anadolu’sundan ziyade döneme İstanbul’dan bir bakış sunan Türk Edebiyatının en önemli eserlerinden. Muhakkak okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyor ve hızla serinin ikinci kitabına koşuyorum.
Harika bir Kemal Tahir eseri daha.. Olayları olduğu gibi aktaran.. Sansürsüz.. Aman şuna buna dokunmayayım demeyen bir kişilik.. Dosdoğru ve müthiş bir anlatım.. Milli mücadele dönemini İstanbul olarak aktarmış Kemal Tahir bu eserinde.. İşgal zamanı İstanbul'u ve Anadolu'yu da değerlendirmiş.. Her zaman dediğim gibi.. Film senaryosu gibi yazılmış müthiş bir eser..
Kemal Tahir'in Türk edebiyatında hakettiği değeri neden görmediğini bir kez daha sorguladım kitabı okurken. Dili temiz sular gibi duru. Karakterlerin ruh hallerini, yaşadığı ikilemleri, mutluluğunu ve huzursuzluğunu muazzam aktarıyor. Kendi fikirlerini ve ahlaki değerlerini karakterlerin üstünden anlatışı da doğal ve zorlama olmaktan uzak. İnsan Türkçe bildiğine seviniyor okurken.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Anadolu’da çalıştığı, İnönü Muharebelerinin yapıldığı ve bir devrin gözdesi İstanbul’un galip devletler tarafından işgal altında olduğu günlerin inanılmaz duru ve güzel dile sahip kitabı. Serinin devamını da heyecanla okuyacağıma eminim.
Kemal Tahir'in dili istediği gibi kullanabilmesine övgüden başka söyleyebilecek bir şey yok. Türkçeyi o kadar büyük bir ustalıkla kullanıyor ki, kitaplar içinde bir İstanbul kabadayısını da, bir paşa oğlunu da bir Çorumlu şoförü de zahmetsizce konuşturuyor. Zaten üçlemenin bence en can alıcı taraflarından birisi burası. Dünya Savaşı bitmiş, mütareke dönemindeyiz. Anadolu'da kurtuluş mücadelesi her an daha şiddetli bir mücadeleye dönüyor. Bu mücadele döneminde geçen bir hikaye anlatırken çok da aşina olmadığımız yerler ve kişileri kullanıyor Kemal Tahir. İstanbul'u anlatıyor. Ahlaki bataklıklara çıkmamacasına girmiş kabadayısından, milli mücadeleci mahalleliye sıradan insanları; İspanya'dan yeni gelmiş paşa oğlu Millici Kamil Bey'den işgalcilerle iş tutan zengin Enişte Beye kadar toplumsal katmanları dikey olarak kesiyor roman.
İlk iki kitapta İstanbul'daki İttihatçı-İtilafçı kavgasının Milli Mücadele ve İstanbul ekseninde nasıl konumlandığını bir çok karakter üzerinden anlıyoruz. İki dünya savaşı arasında Avrupa'yı kasıp kavuran "Geri dönen askerleri ne yapmalı?" sorununun bizim tarihimizde nasıl işlemiş olabileceğine dair ipuçlarını Kemal Tahir'de görmek mümkün. Nadiren konuştuğumuz bu mesele aslında savaşa giden askerlere, komutanlar ve meçhul askerler güzellemelerinin ötesinde tarihteki yerlerini azıcık da olsa iade edebilmek için çok önemli.
Ana karakter, Kamil Bey, bir yandan çok itici bir karakter. Dünya Savaşını Avrupa'da rahat rahat geçirmiş, İstanbul'a gelip neredeyse öylesine Milli Mücadele'ye katılıyor. Hapse düşüp, en kötü durumlarına düştüğünde bile rahat sayılabilecek bir şekilde yaşıyor. Enişte Bey ve diğerleri ise daha da beter. İşgalcilerle beraber çalışıp, Cumhuriyete hiç bir şeylerini kaybetmeden geçebiliyorlar. Üçlemede işlenen sorunlardan birisi de bu oluyor böylece: Milli Mücadele'ye katılan insanlara Cumhuriyet'ten sonra ne oldu?
Üçüncü kitap bu soruyu Serbest Fırka dönemi üzerinden ele alıyor. Bir bakıma, Türkiye'nin bitmek bilmeyen demokrasi mücadelesinin ilk adımları. Bu kitapta Ahmet Ağaoğlu'nun Serbest Fırka hatıralarından bolca yararlanılmış ve bu döneme insani bir kıyafet giydirilmiş. İttihatçılığın artık tamamen tasfiye edildiği, kimin ne tarafta olacağını, ne düşüneceğini bilemediği ama Serbest Fırkanın bir anda her türlü bastırılmış muhalefetin odağı olup çok kısa sürede kapatıldığı bu dönem Kemal Tahir'in kaleminde bir trajediye de dönüşüyor. Eski Milli Mücadeleciler, savaşsız kalmış şaşkın birer insan haline gelmişler (Ramiz Efendi). Çocukları onların hiç anlayamadığı bambaşka görüşlerin ve işlerin peşinde koşturuyorlar (Kadir ve Murat). Devletin çok aşina olduğumuz manasız baskısı da kendisini bu kitapta göstermeye başlıyor (Selim Nuri). Kemal Tahir'in üçlemede en çok siyasi yoruma girdiği kitap da bu kitap olmuş. Özellikle son iki bölümde karakterlerin hikayeleri üzerinden çok farklı bakış açılarını çok derin bir şekilde aktarıyor.
Yine de üçüncü kitap diğer ikisinden biraz kopuk. Aradaki zaman dilimi, eski ana karakterin birden kenarda kalması okuyucu için geçişi zorlaştırabiliyor. Kamil Bey karakteri de biraz zorlama gibi geldi bana. Hem pısırık, şimdi "enayi" diyebileceğimiz bir karakter. Hem Avrupa görmüş, çok okumuş, kültürlü. Hem iri yapılı, boksör, kavgaya girdiği tek seferde bir koğuşu ölümüne dövebiliyor. Hem elit, ama asker değil; açık fikirleri yok ama direkt olarak mücadeleye girebiliyor. Sanki Kemal Tahir, toplumsal katmanları bir arada anlatmak için özel olarak Kamil Bey'i yaratmış. Bu da biraz suni birisi hissi verdi bana.
Genel olarak, hem bir edebi eser olarak hem de Cumhuriyet tarihimizin başlangıcına bir bakış geliştirebilmek için çok önemli bir üçleme. Kısa süren birinci Meşrutiyet ile başlayıp, bugün bile bitmeyen hürriyet mücadelesinin devamlılığını ve zorluğunu hatırlamak için okunması gereken bir roman.
Kurtuluş mücadelemizin tüm hızıyla devam ettiği sırada "esir şehir" İstanbul'daki eğitimli ve aydın kesimin başından geçenler hakkında inanılması güç çarpıcılıkta bir klasik. Evet Türk milleti Anadolu'da var gücüyle çarpışıyordu fakat esir düşmüş şehirlerde bürokrasi nasıl işliyordu? Mim-mim benzeri cemiyetler ve milli mücadele yanlısı gazeteler ne şartlarda faaliyet gösteriyordu? O insanlar neler çekiyordu? Anadolu'nun silah ve mühimmat kanalları ne fedakârlıklarla canlı tutuluyordu...
Kemal Tahir, arkadaşlarıyla birlikte döneminde Rus’lardan etkilenmiş, komünist bir yazardı. Bu yüzden insanlar ona önyargıyla yaklaşmaya alışmış durumda fakat onu böyle özel bir yazar yapan, anlatılarındaki gerçekçilik ve kurgunun bizi can evimizden vurabiliyor olması. Bunu nasıl başarıyor, yarattığı karakterlerin görüşü neyse onun fikirlerine en uygun dille diyaloglar kurguluyor. Örneğin hikâyedeki ittihatçılar, saltanat yanlıları, cemiyetçiler, İngiliz ya da Amerikan muhipleri, hepsi kendi görüşüne son derece uygun davranıp konuşuyor. Yazar kendi fikirlerini karakterlerin hamuruna katmak yerine, safi gerçekçilikle inanılmaz bir şekilde olayları örüyor.
Hayran olmamak mümkün değil gerçekten. Kitabı elden bırakmak da öyle. Bu bir üçlemenin ilk kitabıydı. Hatta bu üçlemeden sonra bazı karakterlerin hikâyelerini genişlettiği tekil kitaplar da mevcut. Bir an önce seriye dalıp okumak şart. Tavsiye ediyorum.
#29 Kahırlı sonuna rağmen karamsar değil Esir Şehrin İnsanları... Kemal Tahir, edebiyat eserlerinde, iyimserlikle 'happy end'i birbirinden ayırabilmiş... Bir destan havası bütün kitap boyunce sürüp gidiyor. Çağımızda aydın kişinin, kendinden verdiği ölçüde, mutluluğa, huzura kavuşacağınıbütün kitap boyunca görüyoruz. Romanı bitirdikten sonra ünlü bir Fransız yazarının bir sözünü hatırladım, sanki Esir Şehrin İnsanları için söylenmiş: "Bir kitabı okuyup bitirince sizde ruhça bir yükselme olmuşsa, hiç çekinmeyin, o kitabın büyük bir eser olduğunu söyleyebilirsiniz."
Bugün de en sevdiğim Kemal Tahir romanı Esir Şehrin İnsanları'dır, daha doğrusu bu romanın birinci baskısıdır...
Kemal Tahir, 1956'da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları'nda yarattığı Kamil Bey'in kişiliğini 1971'de yayımlanan Yol Ayrımı'nda -Nermin Hanım'a yaptırdığı açıklamalarla- değiştirmiş; bunu yapabilmek için de Esir Şehrin İnsanları'nın 1969'da yayımlanan ikinci baskısında birçok değişiklikler yapmış, romanı neredeyse yeniden yazmıştır.
Türk edebiyatı için muhteşem bir eser. Kemal Tahir'le, Nazım Hikmet'in mektuplarında tanıştım. Bkz: Kemal Tahir, Mahpushaneden Mektuplar. Açıkçası Nazım Hikmet'in güçlü anlatımına ve övgülerine rağmen Kemal Tahir'in, bu eserini okumadan bu büyüklükte olduğunu bu derece anlamamıştım. Üçlemenin diğer 2 kitabını da ve umarım bu sene içinde bir diğer kitabı 'devlet ana'yı da elime alacağım. Onurlu ve vatanperver duruşun anıtı Kamil Bey, selam olsun. Ve bu kitabı okurken bir ara, aşağıdaki şiirim döküldü dizelere nacizane.
Küçük hayatlar yaşayan Büyük hayaller sahibi insanlar Kabiliyetleri var halbuki sahici Sorsan kullanamadiklarindan şikayetçi Talih onlara gülmediginden Tarihin onları yazamadigi insanlar Nispeten rahat -siradan- hayatlarında Sessizce bu dünyadan geçen Mücadeleden korktuklarından değil Talih onlara gülmediginden! Küçük hayatlar yaşayan Büyük hayaller sahibi insanlar Ziyan hayatlar
Kitabın adı çok şey söylüyor. Bu roman hakikaten savaştan çok insanları anlatıyor. Bize ait sandığımız kişilik özellikleri, düşünme şekli, davranışlar, yaşama biçiminin ne kadarı çevre ve koşullara ait? Savaş ortamında hayatta kalma, yaşam koşullarını sürdürme, sevdiklerini koruma kaygısı ile yüksek ideallerin insanı olma çatışmaları farklı özellik ve gerçekliklerle yaşayan insanların her birinin dilinden ustaca anlatılmış. Yazarın çok iyi bir gözlemci yanı sıra zamanın ilerisinde bir düşünme adamı olduğunun tespitleri, benzersiz 'o an hissedileni anlatma' örnekleri yıldızlar gibi ışıldıyor. Üslupta yer yer kopukluklar ile taraflı bakış rahatsız etse de hiç çoşkun bir çağlayana senin suyun yer yer bulanık akıyor denilir mi?