Esir Şehir Üçlemesi'nin ikinci cildi 'Esir Şehrin Mahpusu'nda, Kâmil Bey hapistedir; kendisiyle, ailesiyle ve ait olduğu Osmanlı aristokrasisiyle derin bir hesaplaşmaya girişir. Çürümüş, işbirlikçi aileler, Anadolu'da gitgide güçlenen Kuvayı Milliye direnişi ve hapiste, korkunç bir dram içinde, yapayalnız, kendisini Kurtuluş Mücadelesi'yle yeniden yaratmaya karar veren Kâmil Bey...
"Romancının, romanını yazacağı toplumu, o toplumun insanlarını 'tarihsel gelişimi içerisinde inceleyip, meydana vuracağı özelliklerden, bugünün ve geleceğin zorluklarının çarelerine sağlam dayanaklar bulmak' zorunda olduğunu; bunun için hazır kaynaklar yoksa, bu roman dışı incelemelerin de romancı tarafından yapılması gerektiğini, bunsuz bir roman yazılamayacağını, romancı olunamayacağını da ilk vurgulayan Kemal Tahir olmuştur." - Mehmet H. Doğan
15 Nisan 1910’da İstanbul’da doğdu. 21 Nisan 1973’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Kemal Tahir Demir. Deniz yüzbaşı olan babası, Sultan II. Abdulhamid’in yaverlerinden. Babasının görevleri nedeniyle ilk eğitimini Türkiye’nin çeşitli yerlerinde tamamladı. 1923’te İstanbul Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi’nde mezun oldu. Galatasaray Lisesi’nde 10’uncu sınıftayken öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat katipliği, Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul’da Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde düzeltmenlik, röportaj yazarlığı, çevirmenlik yaptı. Yedigün, Karikatür dergilerinde sayfa sekreteri oldu. Karagöz gazetesinde başyazarlık, Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1938’de Nâzım Hikmet’le beraber Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde “askeri isyana teşvik” suçlamasıyla yargılandı. 15 yıl hapse mahkum oldu. Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya ve Nevşehir cezaevlerinde yattı. 12 yıl sonra 1950’de genel afla özgürlüğüne kavuştu.
İstanbul’a döndükten sonra bir süre İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul temsilciliğini görevinde bulundu. “Körduman”, “Bedri Eser”, “Samim Aşkın”, “F. M. İkinci”, “Nurettin Demir”, “Ali Gıcırlı” gibi takma isimlerle gazetelere tefrika aşk ve macera romanları, senaryolar yazdı. Fransızca çeviriler yaptı. 6-7 Eylül olayları sırasında tekrar gözaltına alındı. Harbiye Cezaevi’nde 6 ay yattı. Çıktıktan sonra 14 ay kadar Aziz Nesin‘le birlikte kurdukları Düşün Yayınevi’ni yönetti. Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1931’de “İçtihad” dergisinde yayınlandı. Yeni Kültür, arkadaşlarıya birlikte kurdukları “Geçit”, Var, Ses dergilerinde şiirleri çıktı. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” uzun öyküsü Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, 1955’te basıldı. Yine 1955’te basılan “Sağırdere” romanıyla adını duyurdu. İstanbul’u bir çerçeve gibi alıp Türklerin Osmanlılıktan Cumhuriyet’e geçişini incelediği “şehir romanları” dizisinin ilk kitabı “Esir Şehrin İnsanları” 1956’da yayınlandı. Bu kitapta Mütareke dönemi İstanbul’unu anlattı. Dizinin diğer kitabı olan “Esir Şehrin Mahpusu” 1961’de, “Hür Şehrin İnsanları” 1976’da basıldı.
Kemal Tahirİlk kitaplarında daha çok köy ve köylü sorunlarına eğildi. Daha sonra Türk tarihinin ve özellikle yakın tarihin olaylarını ele aldı. “Devlet Ana“da, kuruluş sürecindeki Osmanlı toplumu ve yönetim sistemini, “Kurt Kanunu”da Atatürk’e karşı düzenlenmek istenen İzmir suikastini, “Rahmet Yolları Kesti” ve “Yedi Çınar Yaylası”nda ağalık kurumu ve eşkıyalık olgusunu inceledi. “Yorgun Savaşçı”da Anadolu’daki başsız, öndersiz ulusal güçlerin birleşip Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlamasına kadar geçen dönemi anlattı. “Bozkırdaki Çekirdek”te de köy enstitüleri üzerinde durdu. Kemal Tahir’in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksist görüş ile Türkiye gerçeği arasındaki bağlantı sorunuydu. Siyasi eylemlere de katılmış bir yazar olarak, Türkiye’de kendi algıladığı siyasal, sosyal, kültürel yapı ile Marksist görüşün sunduğu çözüm arasında bir çelişki görüyordu. Türk toplum yaşamına uymadığına inandığı Batılılaşmaya ilişkin yargısı da bu Marksist çözümü yetersiz bulmasına bağlıydı. Çünkü Marksizim, “Türkiye’de 2’nci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin siyasal ve kültürel uygulamalarını bir ticaret burjuvazisi devriminin sonucu” olarak değerlendiriyordu. Kemal Tahir ise böyle bir sınıfın varlığından kuşkuluydu. Böylece hem Marksist görüşün, hem de Batılılaşmanın ürünü olan Cumhuriyet dönemi resmi tarih görüşünün aşılması düşüncelerini belirleyen temel nokta oldu.
“Devlet Ana”da Osmanlı toplumunun kölecilik ve feodalizmden çok farklı ve insancıl bir temel üzerine kurulduğunu anlatmayı amaçladı. Diğer romanlarında da “Türk insanı ve Türkiye özeli” olgusunu ortaya çıkarmaya çalıştı. Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık yaşamında eserlerinde yalın bir dil kullandı. Diyaloglarla zengileştirdi, karizmatik karakterler yarattı. En üretken romancılarımızdan biri oldu.
İlk kitap gibi bu da muhteşemdi. Kemal Tahir’in dili inanılmaz derecede güçlü, hikaye sarıp sarmalıyor. İnsanı 1921 yılında ve hapishanede hissettiriyor. Osmanlı Devleti çökmüş durumda. Hak hukuk zaten hak getire. Kimin kimden olduğu belli değil. Bütün karakterler ince ince işlenmiş. Üçüncü kitaba geçmek için sabırsızlanıyorum.
esir şehir üçlemesi'nin müthiş ilk kitabından sonra okuru hayli şaşırtacak bir ikinci kitap yazmış kemal tahir. ben canım arkadaşım uyarmış olmasa, ilk kitabın kaldığı o inanılmaz heyecanlı noktadan sonra neler oluyor diye okur/dinler ve hayli hayal kırıklığına uğrardım herhalde. bu beklentiyi sıfırladığınızda sizi kusursuz bir sınıf panoraması karşılıyor. baş karakterimiz kamil bey'in hapiste geçen günlerini okuduğumuz bu romanda, onun vesilesiyle sayısız karakterle tanışıyoruz. başka hiçbir kitapta bulamayacağınız bir çeşitlilik söz konusu. kitabın geçtiği dönemi düşününce bir nevi antoloji bile diyebiliriz. kitaptaki tek mekan hapishane olmasına rağmen koğuştan koğuşa geçişleri bile çok net bir biçimde hissettirmesiyle, adeta gözünüzün önünde duran capcanlı karakterleriyle, zerre sakil durmayan argo ve dil kullanımıyla çok çok iyi bir kitap. ve serinin ikinci kitabını da yine çok heyecanlı bir noktada bitirmiş kemal tahir. bir heves üçüncü kitabı dinlemeye başladım hemen, ama anladığım kadarıyla yine bu devamlılık beklentisini sıfırlamak lazım. ve evet, bu seriyi olayların birbirini takip ettiği bir seri gibi değil, milli mücadele ve erken cumhuriyet dönemine ait panoramalar gibi anlamak, okuru daha memnun edecek gibi görünüyor.
İlk kitap Esir Şehrin İnsanları kadar olmasa da Esir Şehrin Mahpusu'nu da sevdim. Özellikle ikinci yarıyı daha çok sevdim. Dönemin insanını, özellikle "halk" ayağını anlatan ilk yarıda sanırım karakterleri hiç sevemediğimden biraz sıkıldığımı itiraf etmem lazım. Yine de ikinciş yarı sebebiyle üçüncü kitabı da tez zamanda okuyup seriyi tamamlayacağım.
Üçlemenin ikinci kitabı. İlk kitaba yazdığım yorumda belirttiğim gibi, bunu yıllar sonra ikinci kez okudum. Ve bu sefer ciddi keyif aldım. Söylendiği üzere, aynı kitabı farklı yaşlarda okuduğunuz zaman farklı tatlar alabiliyorsunuz. Hapishanede geçen bu kitap bu yönüyle bazılarını itebilir. Ama bir hapishane klasiği, o dünyayı çok çarpıcı bir şekilde yansıtmış. Ayrıca çok zengin bir argo kullanımı var. Okurken Hulki Aktunç’un o benzersiz Büyük Argo Sözlüğü’ne epey başvurduğumu ve sözlükte birçok örnek cümlenin bu kitaptan verildiğini gördüğümü de not edeyim.
ilk kitaba göre daha zayıftı, hapishaneyi ve hapishanedekileri tariflemekle geçti bütün kitap. biraz spin-off gibi olmuş aslında. kamil bey odağından çıkıp ana hikayedeki karakterin çevresindeki yeni karakterleri tanıdık kitap boyu. üçüncü kitaba hangi karakterler kalmış göreceğiz.
Esir şehir İstanbul'un hikayesi tam gaz devam ediyor. Bu kitap ilk kitaba göre biraz daha durgun gibi görünse de aslında oldukça dengeli. Kamil Bey kendini ne yapıp esip sevdiren şeytan tüylü bir millici abimiz. Kemal Tahir ise hikaye ve özellikle anlatımıyla adeta şov yapıyor.
Kitabın ilk yarısında o kadar güzel diyalog sekansları var ki insan kendini o ortamda o insanlarla gibi hissediyor. İnanılır gibi değil. Muhteşem gerçekten. Kitabın bir noktası adeta okuyucunun oh be demesi için tasarlanmış. O noktaya kadar gerilim tırmanıyor oradan sonra ise epey düşüyor. Hatta biraz sıkıcı bile denebilir o ufak aralığa. Finali ise üçüncü kitabı merak ettirmedi desem yalan olur. İyi ve beni memnun eden bir finaldi.
En büyük sıkıntı, benim gördüğüm en azından, her karakterin hikayesini dinliyor olmamız. Gerekli gereksiz çok fazla hayata konuk oluyoruz. Evet çok başarılı detay anlatımlar olsa da art arda sahneye girip anlatıp gitmeleri insanı birazcık sıkıyor.
Kemal Tahir'in Esir Şehrin Mahpusu, Esir Şehir üçlemesinin ikinci kitabı. Kahramanımız Kamil Bey, bir kumpas sonucunda hapse düşmüştür. Anadolu'da Milli Mücadele tüm hızıyla sürmektedir. Kendini bu mücadelenin bir parçası olarak gören Kamil Bey, Anadolu'dan haber almaya çalışırken, Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşanan toplumsal yozlaşmaya da hapisten tanık olur.
Romanın büyük bölümü, Kamil Bey'in demir parmaklıklar ardındaki hayatına uyum sağlama çabasından ibarettir. Hapiste tanıştığı, konuştuğu herkes Osmanlı'nın çürümüşlüğünü temsil eder. Yolsuzluk, dincilik, ikiyüzlülük her yeri kaplamıştır. Kamil Bey, bu çürümüşlüğe teslim olmamaya çalışır.
Dönemin İstanbul'unu, direnişi, toplumsal hayatı ve siyaseti anlatan enfes bir roman 😎😎😎
Millici Kâmil abi:) Kurtuluş mücadelesi veren bir toplumun yalın gerçekleri içinde gündelik hayattaki bireysel mücadeleler. Mahpustaki hikayelerin ve üslubun gerçekliğinde, ki sosyalist görüşleri ile bir dönem hapis cezası alan Kemal Tahir’in lügatını bu dönemin etkilediği kesin, Avrupa’da büyüyüp memleket-vatan inancı, halkı anlama çabası, nezaketi, ani öfke patlamaları ve beklenmedik kararları ile Kâmil bey, aralıksız yağan yağmurun ve rüzgarın ürkütücü sesi eşliğinde ikinci kitapta da beni şaşırtmaya devam ediyordu. 350 sayfalık kitap boyunca bizatihi benim de dört duvar içinde hapsolmuşcasına arada içimi daraltan, arada heyecanlandıran, sabrımı zorlayan olayların gidişatında bile Kâmil beyin sigara içişine ihtimam edip sigaraya başlamadıysam, daha da başlamam sanıyorum:) “Ahali marka” Kış Uykusu’nda Nihal’in Aydın’a söylediği, “Halkın, ülkenin çıkarlarının en önde olması gerektiğini söyler durursun ama her karşına çıkandan hırsızmış, soyguncuymuş gibi kuşkulandığın için halktan da nefret ediyorsun.” cümlesi içimde yankılanarak ve kendimi her satırında bu açıdan sorguladığım bir yer oldu bu mahpusluk. Aydın olmanın gereği mi ki; halkı bir yandan yüceltip, haklarını savunmaya çalışmak bir yandan da halkı aşağılayarak ondan uzaklaşıp kendi sırça köşkünde anlayamamadığını ileri sürmek? Bu konu sayfalarca değil, gecelerce düşünülesi… Yol Ayrımı’na gelelim.
Memlekete ve içinde bulunduğu duruma karşı bakış açısı toptan değişen Kamil Bey’in mahpusta alt sınıfla, fakir fukurayla, serseri takımıyla tanışmasını izliyoruz bu kitapta. Statünün, gücün, hiyerarşinin, paranın çok etkili olduğu mahpus hayatı memleketin sosyal dokusuyla ilgili de çok şey anlatıyor.
Kibar ve nazik olmanın eziklik olarak algılanması: • “Bir şey vardı ki milletle kaynaşmasını önlüyordu. Galiba her lafa “Efendim” demesi, durmadan teşekkür etmesi... Geldiğinden beri kimsenin kimseye “Efendim” dediğini, teşekkür ettiğini duymamıştı.”
Güç göstermenin sadece gerçekten güçlü olanlar ya da algılananlar için işe yaraması: • “Faytoncu Osman’ı ne düşünüyorsunuz? Bırakın efendim! Herif bu dayak işinin üstünde, inanın sizin kadar durmamıştır. Paşa oğlusunuz, okumuşsunuz. Elbette döveceksiniz. Hiç utanmaz, yadırgamaz. Külhanbeyliğin birinci şartı utanmamaktır. Göreceksiniz, yumrukların yerleri biraz sağalsın, sizi yemeğe çağıracak, karşınızda el bağlayıp, ‘Bizi ezdin ama, kıymeti yok abi! Canın sağ olsun!’ diye köpekleşecek.”
Osmanlılarda sonu başı düşünülmeyen, idareten yapılan işlere dair eleştiriler: • “Köprüyü geçene kadar ayıya neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. ‘Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay,’ diyorsunuz. Girdiğiniz yolda köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Girdiğiniz yol: politika... Durmadan köprü geçeceksiniz. Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya dayı demezdiniz! Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar sizi bırakacak. Tevfik Fikret’ten kopup Ali Kemal’le kalıyorsunuz! Ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ilerde, dört yanınızı çepeçevre kuşatan ayıların istediklerini nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir.” • “‘Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler,” sözü, su katılmamış Osmanlı sözüdür... Osmanlıların, tarihleri boyunca iki karışlık köprüleri bile neden geçememiş olduklarını bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı, hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile, İstanbul’un politikacıları Ankara’yı, ayılara dayı demediği için yadırgıyorlar.”
Anadolu’da devam ettirilen savaşın miletin bir kısmında yarattığı yılgınlık ve hatta kızgınlık: • “Ankara düşmez. Düşse de savaş bitmez! Ankara’dan sonra Kayseri var, Erzurum var, daha gerileri var.” “‘Daha gerileri var’ diye bu savaş sürüp gidecek mi? ‘Bütün dünya barış istiyor da yalnız Ankara yanaşmıyor,’ sözü doğru demek... Bu Ankara neden barış istemiyor kuzum?” • “Barış istemiyor musunuz?” “Şartı bilir.” “Şartı mı bilir? Siz Madrid’teyken savaşları çok saçma bulurdunuz!” “Yanılmışım! Çünkü savaşlar birbirine benzemezmiş.”
Milletin yekpare bir bütün olmayışı ki burası bence çok önemli. Kiminin ateş hattında canını ortaya koyduğu sıralarda kiminin gündelik uğraşına devam ediyor olması: • “Kâmil Bey’in yüreğini, acımayla ilişiği olmayan bir sıkıntı kaplamıştı. 16 Mart gecesi belki bunlar kokain içmekteydiler... Mehdi Bey’in, “Kendi başıma oturup düşündüm,” dediği gün, belki de binlerce insan, İkinci İnönü Savaşı’nda düşmanla, silahsız cephanesiz boğuşuyordu.” • “Zevklerimizden, eğlencelerimizden, hiç değil, birkaç hafta için vazgeçelim. Hiç olmazsa bir iki hafta sinemalara, tiyatrolara, oyun yerlerine gitmeyelim. Madem ki büyük vatan savaşında kanımızı akıtabilmek şerefinden şimdilik yoksunuz, eğlencelere harcayacağımız paraları Anadolu Kızılayı’na verelim.”
İlk kitap için yazdığım yorumdan devamla, Kamil Bey’in yolu yalnız yürümeye kalkması ve eşini bu sorumluluğa hiç hazırlamıyor olması: • “Bu dünyada bizden daha bencil herifler yok! Biz Osmanlı erkekleri, bir bakıma metelik etmeyiz! Bencil dedimse, buradaki bencillik avanaklık anlamınadır. Biz hepimiz avanaklarız ki, örneğimiz bulunmaz. Neden mi? Yaşamamızın hiçbir dönemecinde, bize bağlı insanları düşünmediğimizden... Delikanlı oluruz, anamızı babamızı düşünmeyiz. Evleniriz, karımızı çocuklarımızı düşünmeyiz. Düşünmediğimize göre, onları bari güçlendirmeye çalışsak... Hayır, tersine... Her fırsatta, yaşayış zorluklarıyla bağlarını kesmeye uğraşırız. Onların adına, hemen unutuverdiğimiz sorumluluklar yükleniriz. Nermin Hanım hemşireme, bir gün bu dünyada kızıyla tek başına kalınca yalnızlığın üstesinden nasıl geleceğini öğrettiniz mi? Ben, kendi hesabıma, aklıma bile getirmedim. Bunu hiç aklına getirmemiş herifin Binbaşı Burhanettin denilen pislik torbasını keyfince kırbaçlayabileceği kuruntusuna kapılması maskaralık değil de nedir? Kendimizi istediğimiz gibi harcayabiliriz sanıyoruz!”
Bu düşünce evrimi o kadar çelişkili ki örneğin Balkan Savaşlarında Kamil Bey bizzat kendisi de şürekasıyla İspanya’da üst sınıflarla balolardayken bugün bu yaşayış tarzını devam ettiren eşini zihninde tereddütsüz mahkum edebiliyor, çünkü: • “Bazı insanlar, sevdiklerini, belli bir çevreyle beraber değerlendirirler. Başka bir çevrede onları hemen yadırgarlar!”
İki kitabın sonunda gördüğüm şu ki evet kahramanlar kanlı canlı, hata yapabilir canlılar. Kazanılan zaferlerin ihtişamı da buradan geliyor. Zafer, yanılmazların getirdiği bir şey değil, sen ben gibi insanların çabaları sonucunda kazanılan bir şey. Kamil Bey de İstanbul’a adım atarken belki aklında yapacaklarına dair en ufak bir fikir yoktu ama zaman, mekan ve çevre onu dönüştürdü ve sonunda ailesinden uzakta, bir mücadelenin içine attı. Bir yanda milli mücadelenin kuvvacı abisi, diğer yanda eşini ve çocuğunu istemeden de olsa bilinmezliğe savurmuş bir baba. Hangisi gerçek? Hangi sorumluluğu yerine getirmek daha zor? İnanın bilemedim. Onlarca yıldır ateşin içinde bir ulusun ferdi olarak insanların yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılmasını da gayet anlayabiliyorum. İnanç çok güçlü bir his olsa da her bedende ve her anda bulmak çok güç. Biz Çanakkale Savaşı’nı Balkan Savaşlarından kaçan askerlerle kazandık diyordu bir yerde. Ya da 10 dakika önce firar etmeyi kafasına koyan bir asker 10 dakika sonra bir pusuda hayatını kaybedince tarih onu şehit olarak yazıyor diyor. Kahramanlık ve korkaklık, sorumluluğunu yerine getirmek ya da ondan kaçmak, hele böylesi anlarda iç içe geçiyor. Keşke her şey su gibi berrak olsa. Değil. Bugünden bakıp da tarihi yorumlamak çok kolay. Bizim yaptığımız da bu.
Serinin ilk kitabının kadar aksiyon olmasa da ama Kemal Tahir'in 15 yıl mahpusluk anılarından faydalandığı hapishanenin ağalık düzenini, rüşveti, kumarı, esrarı, kavgayı anlattığı bir kitap olmuş. Dili yine harika, nehir romanlardaki aradaki kitapların kaderini yaşamış bir kitap.
Bakalım Kamil Bey Milli mücadele adına neler yapacak.
Cezaevinde 12 yıl yatmış olan Yazarın, cezaevindeki roman kahramanı ve diğer mahpuslar arasındaki hadiselere yer verdiği harika bir roman.Damdan düşenin halini damdan düşen anlar..
Esir Şehir üçlemesinin ikinci kitabı hapishanede geçiyor. İlk kitaptan tamamen farklı. Bu kadar mekan kıstı olan bir hikayede o kadar renkli karakterler girip çıkıyor ki. Sanki biz de orada o insanlarla bir aradayız. 1920’ler başları, bazıları milli mücadeleyi sürdürürken diğer bir taraftan da çökmekte olan imparatorluğun neredeyse tüm ahlaki değerlerinden sıyrılmış yoz vatandaşları o hapishanede bir araya gelmiş. İlk bölümü gerçekten sinir olarak okudum. Kitabın dönüm noktası sayılabilecek olayından sonra daha bir keyifli hale geldi. İlk kitaptaki aydın sorumluluğunun farkına varan, gelişen Kamil Bey’i bu kitapta özellikle ikinci bölümde daha da bir değişim içinde görüyoruz.
Kemal Tahir’in edebiyatı her zamanki gibi mükemmel, ancak burada bir de ilave olarak dönemin hapishane argosu kusursuz bir şekilde yer alıyor. Karakterler ve aralarındaki diyaloglar o kadar iyi kaleme alınmış ki hiçbir noktada sırıtmıyor. Serinin buraya kadar olan kısmını yıllar önce okumuştum, son kitap nedense kalmış. O yüzden Yol Ayrımı’nı büyük bir merakla okuyacağım.
Esir Şehrin İnsanları'na başladığımda daha olay odaklı bir kitap okuyacağımı sanıyordum. O dönemin atmosferini daha iyi anlarım diye düşünüyordum. Oysa Kemal Tahir insanlara yönelmeyi tercih etmiş, insanları anlatmış. Farklı tabakalardan, farklı kültürlerden insanların işgali nasıl gördüklerini, tavırlarını anlatmış. Bu ikinci kitapta ise mahkum olan Kamil'in vasıtasıyla, aydınların toplumdan ne kadar bihaber olduğunu, toplumu hiç tanımadığını, aydının topluma ait fikrinin romantik bir takım ideallerden ibaret olduğunu göstermiş. Yalnız avamın bu pespayeliği, bu yozluğu işgalle ne kadar alakalı bilemiyorum. Bazı bölümlerde Müge Anlı programı izliyormuş gibi hissettim. Neyse ki ikinci bölümde Kamil'in gözü biraz açıldı, yoksa bitmezdi bu kitap. Uzun sözün kısası Kemal Tahir'in karakter yaratma becerisi takdire şayan. Fazla romantizme kapılmadan, yer yer acımasız bir gerçekçilikle yaratılan karakterler insana rahatsızlık veriyor, lay lay lom diye okuyamıyorsunuz Esir Şehrin Mahpusu'nu.
Esir Şehir Üçlemesi'nin ikinci kitabı.. İlk kitaba göre daha durgun ilerliyor.. Hapishane jargonu ve muhabbetlerini öğrenmiş olduk.. Elbette siyasi gelişmeler değerlendiriliyor.. Kamil Bey'in zaman zaman zor durumlara da düştüğü hapishane zamanları..
İlk kitaptan çok daha iyi. Karakterler inanılmaz. Kemal Tahir bana kalırsa sinemaya uyarlanmak üzere yazmış. İçinde resmen flashbackler var. Okuyucu bu eseri, yazarın 12 yıllık mahkumiyetine borçlu. Bu yönüyle garip.
Esir Şehrin İnsanları’nda 7 yıl hapis cezası alan Kamil Beyin hapishane günleri başlamıştır. (Roman 1921 yılının Haziran – Temmuz ayları içinde geçer.) Kamil Bey’in yalnız başına kaldığı, kitap okuyup resimler yapabildiği Bekir Ağa Koğuşu’nda alınıp Sultanahmet’teki tevkifhaneye, ramazanın son gününde nakledilir. Bölüm (Hafız Ağa) “İftira”dan suçlu olduğunu söylediği için – hapishane jargonunda bu hırsızlık anlamına gelmemektedir, Kamil Bey bunu bilmediği için suçunun ne olduğu sorulduğunda herkes iftira yanıtını verir- hırsız, kumarbazların yattığı Osman ağanın koğuşuna -ikinci kısıma- alınır. Kamil Bey Osman Ağanın koğuşunda türlü rezilliklere şahit olur. Kumar, haraç, erkek çocuk mahkumların istismarı, hapishane camisinin kadın-erkek mahkumların buluşma yeri olarak kullanılması. Osman Ağa, tüm mahkumları haraca kesmiştir. Para vermeyenleri dövdürür, hapishane yönetiminin koğuşlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktur, tüm güç koğuş ağalarına bırakılmıştır. (Osman Ağa tuvalette iken kimse giremez, bayramlarda yalnızca ağa takımı camiye gidebilir, gardiyanlara rüşvet vererek istediklerini yaptırır vs) Kamil Bey, koğuşta sadece Zekeriya Hoca ile konuşur. Zekeriya, hapishanede yaşama kurallarını aktarır, bir nevi rehberlik eder. Zekeriya Hoca da Osman Ağanın sözünden çıkmayan, kendi çıkarına göre hareket eden bir mahkumdur. Osman Ağa, rum Pandeli ile birlikte. Kabadayıların, katillerin olduğu koğuşta, Kamil Bey hepsine paşa oğlu terbiyesiyle sakin, kibar davranır, onun bu hallerinden dolayı koğuşta “alık” olarak görülür, hafız ağa lakabı takılır. Kamil Bey, kendisine yatak sağlayan, zorla yemek ısmarlayan Osman Ağanın misafirperverliğinden mahcup olur. Ancak aslında bunlar Osman Ağanın haraç numaralarından biridir, daha sonradan bunları tahsil etmek için Kamil Beyin tüm parasını, çok değerli olan kol saatini alır. Osman Ağa, Kamil Beyi zorla kumar masasına oturtup tüm parasını alır. Kamil’in aklı Anadoludaki milli mücadelededir, ancak hapisteki mahkumların hiçbiri bununla ilgilenmemekte hatta Kuvayı Milliyecileri düşman, Mustafa Kemal’i padişaha karşı çıkan bir asi olarak görmektedir, “iftira”dan yatanın itibarı Kuvayı Milliyeciden fazladır. Kamil Bey’in ziyaretine eşi Nermin hanım gelmez. Sadece Hala hanımın hizmetçisi Eleniyi Kamil Beyin ihtiyaçlarını götürmesi için gönderirler. Ramiz Beyin karısı Fatma Hanım, çocuğunu da alarak ziyarete gider ve Kamil Beye destek olur. Rasim Bey Kuvayı Milliyeye katılıp, Anadoluya savaşmaya gitmiştir. Osman Ağanın, Fatma Hanımın Kamil Beye getirdiği kurabiyeleri alması ve Fatma Hanımın ardından küfretmeleri, Kamil Beyin öfke krizini tetikler. O zamana kadar, hapishane koşullarını olduğu gibi kabul etmeye çalışmıştır. Ama Fatma Hanım hakkında konuşanları yumruklar, Osman Ağayı dayaktan bayıltır ve yakasından çekerek hapishane müdürüne sürükler. O sırada gardiyanla yaptığı konuşmada, kendisinin hırsızlıktan hapiste olduklarını sandıklarını anlar, hırsız olmadığını, Selim Paşanın oğlu olduğunu söylediğinde, mahkumlardan binbaşı Arif Bey olayı anlar. I. Bölüm (Millici Abi) Kamil Bey, eniştesinin tanıdığının hapishane müdürüne yazdığı yazı sonrası, önemli kişilerin kaldığı revir bölümüne, Hatırlılar Koğuşuna alınır. Kamil Beyin Kuvayı Milliyeci olduğu anlaşılınca hapistekiler, Millici Abi diye seslenmeye başlar. I. Bölümde, Kamil Beyi ezen Osman Ağa, dayak yedikten ve Kamil’in paşa oğlu olduğunu öğrendikten sonra, ondan özür diler. Kamil Bey, aldırdığı gazetelerden ve koğuştakilerden Kuvayı Milliye-Yunan ordusu haberlerini alır. İkinci İnönü Savaşı’ndan sonra Yunanlılar tekrar saldırı düzenlemeyi planlar. Türk ordusu çeşitli şehirlerden geri çekilir. Bu haberleri korku ve endişe ile takip eder. Milli Mücadeleyi desteklemeyenler, Yunan ordusunun gelişini sevinçle bekler. Yunan ordusunun Ankara’daki direnişi bitirirse, padişahın genel bir af ilan edeceğini, serbest kalacaklarını kendilerini düşünen mahkumlar, Yunan zaferini istemektedir. Milli Mücadeleyi destekleyen binbaşı Arif Bey, Kamile yeni koğuşunda yardımcı olur. Sürekli kitap okuyan Arif Beyle siyasi, felsefi sohbetler yapar. Arif Bey, Askerlerin yemeğini çalan, hatta küflenmiş bulgurları yemeleri için askerlere göndermeye çalışan bir binbaşıyı kırbaçla döven Binbaşı Arif, daha sonra güçlenen bu binbaşı tarafından tutuklanmıştır. Kamil Bey, halk ile kendisinin de geldiği soylu sınıfı karşılaştırarak özeleştiri yapar. “'Halk' deyip geçiyoruz. 'Halk' dediğimiz şey, sanki bir kalıptan çıkıyormuş gibi... Halkları meydana getiren kişilerin ruhlarındaki ayrıntıları tanımak lazım... bu da ancak halkın çeşitli grupları içinde yaşamakla elde edilebilir.” Cinsel sapkınlıklarını yadırgadığı mahkumların, aslında yıllar boyunca severek okuduğu yazarlardan çok farklı olmadığını, insanın yalnızca kendisinden aşağıda gördüğü kişilerin “pisliklerinden” rahatsız olduğunu düşünür. (Kendi değerimizdekilerin ya da kendimizden üstün olanların pisliğini neden pislik saymıyoruz? Biz ancak kendimizden aşağı gördüklerimizin pisliklerinden iğreniyoruz. Bizim pislik anlayışımız, biraz şey... Yani biraz daha pis...) Hala hanım, Nermin ve Sabiha Kamili ziyarete gider. Burada Kamil Beyi görmeye gelen Fatma Hanımı küçümseyen konuşmalar yaparlar. (Sabriye’nin Fatma Hanım’ı gördükten sonra, Nermin Hanımla konuşurken Fatma Hanımdan “madam sankülot”, “Donsuz bayan” şeklinde bahsederek gülüşür.)Nermin, giderek Kamil Beyden uzaklaşmaya başlar, milli mücadeleyi anlayamaz, güvenli ve konforlu bir hayatı istemektedir. Kamil, Nerminin Fransa Ulusal Bayramı balosuna gittiğini, sabaha karşı eve geldiğini öğrenir. Romanın sonunda Kamil Bey, Nermin boşanma mektubu yazar. (Düşünüp dururken, şimdiye kadar hiç sezmediği ya da başka türlü olmasını aklına hiç getirmediği bir gerçekle karşılaştı. Gülümsedi. Nermin bütün hayatında, güvenlikten başka hiçbir şey istemeyen ortalama kadınlardandı.)
(Kuvayı Milliye, Ankara’nın batısındaki Sakarya Nehri’ne kadar bilinçli olarak geriler ve 1921 yılının Ağustos – Eylül aylarında buradaki Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından Yunan ordusunun Ankaraya kadar ilerlemesini durdurur.) “Yaşama sevinci dediğimiz duygu ne garip. Çıkıp gittikten sonra insanın içinde utanca benzeyen buruk bir şey bırakıyor. Bütün yalın kat sevinçler gibi.” "Böyle karışık zamanların hesapları görülürken, çok dikkatli olmak lazım... Gizli çalışmak namuslu vatanseverlerin işine yaradığı kadar, her çeşitten namussuzların da işine yarar. Bunu hiç aklından çıkarmamalı... Gizlilik, alçaklıkları, yalancılıkları, korkaklıkları, kahramanlıklardan daha kolay örtüyor. Gizli işlerde, olup bitenleri günü gününe izleyemeyeceğiniz için, namussuzlar, namusluları kolayca lekeleyebiliyorlar. Bu yüzden kaybınız katmerli oluyor." “Görüşmeye gittikleri günlerden birinde, İhsan, cezaevleri için "Burası çıplak adamlar ülkesi," demişti. "Buradaki çıplaklık, üst başla ilgili değil, insanların iç yüzleriyle ilgili... Dışarda insanı insandan saklayan çeşitli perdeler, peçeler, maskeler, burada birkaç güne varmadan sıyrılıp düşüyor. Bir araya kapatılmış olmak hiçbirimizde, olduğumuzdan başka türlü görünebilmek gücü bırakmıyor. Kendilerini olduklarından başka türlü göstermeye çabalayanlar, ancak bir iki hafta dayanabiliyorlar. Dışarda da böyle ama, ne sizin beni araştırmaya vaktiniz var, ne de benim sizi." “Mahpusluk ilk dakikasında insanın ruhunu alçaltan bir şey ...O kadar ki ayrıca ete kemiğe , akla mideye yapılan işkenceler, bunun alçaklığını arttıramıyor, araya bir boğuşma soktuğundan bir bakıma azaltıyor bile” “Bazı insanlar, sevdiklerini, belli bir çevreyle beraber değerlendirirler. Başka bir çevrede onları hemen yadırgarlar!" Bunu nerde okuduğunu bulmaya çalıştı” “Köprüyü geçene kadar ayıya neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. “Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay,” diyorsunuz. Girdiğiniz yolda köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Girdiğiniz yol: politika… Durmadan köprü geçeceksiniz. Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya dayı demezdiniz. Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar sizi bırakacak. Tevkif Fikret’ten kopup Ali Kemal’le kalıyorsunuz! Ayıların arasına büsbütün giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ileride, dört yanınızı çepeçevre kuşatan ayıların istediklerini nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir (…) “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler,” sözü, su katılmamış Osmanlı sözüdür. Osmanlıların, tarihleri boyunca iki karışlık köprüleri bile neden geçememiş olduklarını bundan iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı, hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile, İstanbul’un politikacıları Ankara’yı ayılara dayı demediği için yadırgıyorlar.” (235)
“İstibdatı anlatıyorum, hürriyeti anlatıyorum, meşruiyeti anlatıyorum. Aklım şu kadarına iyice erdi ki biz bu millete bunları öğretmezsek işler yeniden sarpa saracak Hürriyet düzeni bu vatanda temelleşmezse bize kurtuluş yok.”
"köprüyü geçene kadar ayıya neden dayı diyorsunuz? köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. 'ayıyı tepeleyip geçmek zor! dayı deyip sıyrılmak kolay,' diyorsunuz. girdiğiniz yolda köprü bir tane olsa, belki haklısınız! girdiğiniz yol: politika... durmadan köprü geçeceksiniz. güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya dayı demezdiniz! daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar sizi bırakacak. tevfik fikret'ten kopup ali kemal'e kalıyorsunuz! ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. peki biraz ilerde, dört yanınızı çepeçevre kuşatan ayıların istediklerini nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir. 'köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler.' sözü su katılmamış bir osmanlı sözüdür... osmanlıların, tarihleri boyunca iki karışlık köprüleri bile neden geçememiş olduklarını bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. osmanlı, hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. bugün bile, istanbul'un politikacıları ankara'yı, ayılara dayı demediği için yadırgıyorlar. "
Bu kitapla pek anlaşamadım, kafamı tam toplayamadığım ve çok kitap okuyamadığım bir döneme de denk geldi; o yüzden belki de kitabın hak etmediği kadar uzun sürdü okumam. İlk kitaptan çok farklı bir devam kitabı ki bu konuda kitabı okuyan arkadaşlarım uyarmışlardı zaten. Kitabın benim için en ilgi çekici kısmı, İstanbul’da milli mücadeleden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen ya da kendi hayat gailesi içerisinde savaşın tamamen teğet geçtiği envaiçeşit karakterle tanışmak oldu. Kemal Tahir, arka planda cepheden gelen doğru/yanlış haberler (ki kitabın sonuna doğru milli mücadele daha çok odağa kayıyor) arasında, bu karakterler üzerinden insanın türlü halini gösteren mahpusluk koşullarını, hikayelerini anlatıyor.
İlk kitap ne kadar heyecanlı, akıcıysa bu kitap da o kadar sıkıcıydı. Evet isminden dolayı insan ne okuyacağını tahmin ediyor ama hapishanedeki mahkumların kullandığı argo dil, çoğunun hayat hikayesi beni sürekli kopardı durdu kitaptan. Kemal Tahir o dönemin mahpuslarına ayna tutmak, hapishane hayatını göz önüne sermek istemiş besbelli ama Milli Mücadele ile ilgili bir seride bu yönü ağır basan okuma yapmak isterdim. Yine de çok etkili biçimde anlatmış istediklerini tabii, sıkmasının sebebi de budur muhtemelen.
Serinin 2. Kitabında Kamil bey zorlu bir hapishane savaşı veriyor. Ayrıca Anadolu’da sürmekte olan savaşın İstanbul’daki çevrelerce nasıl görüldüğü ve karşılandığını çok daha iyi anlıyorsunuz. Biz tarih kitaplarında her daim herkesin desteklediği imajıyla eğitildik fakat gerçek o kadar tertemiz değil İstanbul destekçiden çok padişahçı ile dolu. Bu savaşın fedakarlıklar savaşı olduğunu daha iyi anladım. Ayrıca Çerkez Ethem konusunu da açık seçik anlatıyor. Tarih dersinde ders kitabı yerine Kemal Tahir okusam daha sindirerek öğrenirmişim gerçekleri.
Sürükleyici bir dizinin bir sonraki sezonunu izliyormuşum hissi oluştu okurken, ilk sezonun iddiası yok, daha sakin ve gerçek fanlara hitap ediyor gibi:) Kemal Tahir'in akıcı anlatımı burada da mevcut, kuşkusuz bu akıcılıkta romanın önemli bir kısmının diyaloglardan oluşmasının payı var. Dönemin argo kültürünü, sokak ağzını öğrenmek de benim için keyifliydi epey. Üçlemenin son kitabını okumak için sabırsızlanıyorum.
Esir Şehrin Mahpusu serisinin ikinci kitabı, Kamil bey hapse düşmüştür, dönemin bir özeti gibi insanların olduğu koğuşta alışık olmadığı bir hayata merhaba der. Karakter analizlerinin her zaman olduğu gibi mükemmel olduğu roman dört duvar arasında geçmesine rağmen gayet sürükleyici.
Mahpusluk çok zor. Esir şehirde mahpus olmak daha zor. Her insanın nasıl bir hikayesi varsa, mahpusların da hikayeleri var. Yalan bile olsa mahpusların hikayeleri daha acıklı ve mahpuslukta daha kavurucu. Mahpushanede ceza çekenlerle beraber dışarıdakilerde ceza çekiyorlar. Yoklukla, açlıkla ve namuslarıyla sınanıyorlar. Yaşar Kemal esir şehrin insanının mahpusluğunu, hapishanenin kendine has kuralların olduğu dünyasını okuyucuya film izletir gibi tasvir ederek, adeta yaşatıyor.
Üçlemenin ikinci kitabı, hapisanede geçiyor. Kahramanımız Kamil Bey yozlaşmanın, çıkarcılığın, dolandırıcılığın, pisliğin dibini görüyor. Oğlancılardan, esrarcılara, koğuş ağalarından işbirlikçilerine birbirinden iğrenç tipler. Kamil Bey'in cinnetinden birkaç sayfa öncesinde ben şöyle bi "yeteeer be" diyip kitabı attım. Allahtan ikinci bölümde biraz rahatlıyorsunuz. Kitap ilk bölümün temposunda geçse bana fazla gelecekti, galiba devam edemeyecektim.
Hapisane gerçekliği, karakterlerin neredeyse tamamen diyaloglar üzerinden ortaya serilmesi ve sürükleyiciliği oldukça başarılı. Belki 5 yıldız vermeliydim ama, ilk bölümün sonlarına doğru boğulma hissim o bir yıldızı vermedi işte. Aslında böyle bakınca, yazar belki de vermek istediği duyguyu mükemmel şekilde vermiş de diyebiliriz.
...
"Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler", sözü, su katılmamış Osmanlı sözüdür... Osmanlıların tarihleri boyunca iki karışlık köprüleri bile neden geçememiş olduklarını bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı, hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı.
Kitabın ilk yarısı hırsızlar koğuşunda geçiyor. Kâmil Bey Şeker Bayramı arifesinde girdiği bu koğuşta bayram bitimine kadar kalıyor.
İlk kitaptaki siyasi atmosfere ne zaman dönecek ve ne zaman bu art niyetli, hilekâr insanların arasından kurtulacak diye kitabin ilk bölümünü elimden bırakamadan bitirdim.
Bu bölümdeki karakter detayları ve kurgulanışı bazen gerçekçi bir romandan çok tiyatro oyunu hissi uyandırıyor. Bitirim karakterler Fosforlu Cevriye romanındakilere benziyor. Karakterlerin düzenbaz halleri ise Hakan Günday’ın Malafa romanındaki insanları hatırlatıyor. Hani umarım hiçbir zaman karşıma çıkmaz diyeceğiniz tipler. Fakat çalışma hayatıma geriye dönüp bakınca aslında kendi hayatımda da Zekeriya Hoca ve Faytoncu Osman Ağaları tanımış olduğumu fark ettim.
İkinci bölüm çok güçlü başlıyor ve serinin ilk kitabındaki siyasi atmosfere geri döndürüyor. Genel olarak detaylı karakter tasvirleri ve hapishane argosu bazı yerlerde bana uzun gelmiş olsa da serinin ikinci kitabını da severek okudum.
“İstibdat demek eşitsizlik demektir. Alçak istibdat! İstibdat yalnız birkaç kişinin değil, bütün milletin geleceğini söndürür. İstibdat Allah’ın bir mutlu bağışı olan dillere kilit vurur. İstibdat alçaklara, yiğitleri ezdirir. ... Her kötülüğün kaynağı istibdat değil midir? Aklımız her şeye ererken bizi fenlerde bilgilerde geri bırakan istibdat değil midir? Alçakların göğüslerini nişanlarla donatan istibdat değil midir? Mahkemelerde parasızları haklıyken haksız düşüren istibdat değil midir? Öşür onda birken, mültezimlere dörtte bir aldıran istibdat değil midir? Bütün Osmanlıların kardeş gibi geçinmelerini önleyen istibdat değil midir? Millet hazinelerini şuna buna yediren istibdat değil midir? Memurlukları rüşvetle alıp satan istibdat değil midir? Köylerde köylünün ekinini zaptiyelerin, tahsildarların hayvanlarına yedirmeleri hep istibdat yüzünden değil miydi?”
kitabı iki bölüme ayırarak değerlendiriyorum: ilk bölümü: gayet sürükleyici ve kemal tahir'in cezaevi günlerinde yaptığı gözlemleri kitaba çok iyi yedirdiği kısımdı. cezaevindeki ağalar, onların yancıları ve demir parmaklıkların arkasındaki dönen oyunlar.. daha anadolu hakkında dahi fikri olmayan birinin, böylesi insanların arasında bocalamasının anlatılmasına kadar her şey iyiydi ta ki kamil beyin bu düzenden bir şekilde kurtulup, daha rahata erdiği yerler ise çok sıkıcıydı. zaten ilk kitaba göre olayı ve heyecanı az fakat kitaba giren yan karakterlerin hikayelerinin uzun uzadıya anlatıldığı bir kitap. belki de üçlemelerin kaderidir, ikinci kitapların böyle bir geçiş kitabı niteliği taşıması. yol ayrımı her iki kitabı da güzelce bir toparlıyor diyorlar, bakacağız.
This entire review has been hidden because of spoilers.