"Yazmasaydım unutup gidecektim belki, çoğunu... Oysa şimdi geviş getirip duruyorum. Şu 'aracı olmak', 'araç olmak', 'bir oyunun taşı, ya da taşları olmak'...
"...İşin tümü bir oyun belki, ama bu oyundaki taşlardan biri, yalnız biri, ben, neyi oynadığımı bilmiyorum. Oyundaki yerimi bilmek şöyle dursun, birilerinin beni oynatıp oynatmadığını da kestiremiyorum.
"Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?" –
Bilge Karasu (1930–1995) was born in Istanbul and became the pre-eminent Turkish modernist writer. Besides short stories and novels he was also a well-known translator. A graduate of the philosophy department of the Faculty of Letters of Istanbul University, Mr. Karasu worked in the foreign broadcast department of Radio Ankara until a Rockefeller University scholarship made it possible for him to continue his studies in Europe. After returning to Turkey, he went to work at Hacettepe University, where he lectured in philosophy. In 1963, Mr. Karasu won the Turkish Language Institute’s Translation Award with Olen Adam, for a translation of D. H. Lawrence’s The Man Who Died. By that time, he had begun to experiment with new forms of expression in his collection of stories entitled Troya’da Olum Vardi (Death in Troy). He won the Sait Faik Story Award eight years later with Uzun Surmus Bir Gundu Aksami (Evening of a Long Day). By the beginning of the 1980s, he had tried an abstract form of expression in Gocmus Kediler Bahcesi (The Garden of Departed Cats) and incorporated other forms of art into his writing. He attempted different uses of form and content in works he styled "texts" rather than "stories." His other works include Kismet Bufessi (Kiosk of Destiny), a collection of short stories; and Kilavuz (The Guide).
Bilge Karasu: Kitaplığımda uzun süre bekleyen başka bir yazar. Zordur deyip bekletiyordum, gün gelir layıkıyla okurum, diyordum. Bir soluk çekiverdim kitaplıktan ve bir soluk bitti.
Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener gibi farklı bir söz diziminin, farklı bir sesin yazarı. Kılavuz da garip bir kitap.
Uğur’un düşünden uyanışıyla açılıyor hikaye. Olanı biteni onun bakışından görüyoruz. Düşten uyanıp gerçekliğe gazete üzerindeki ilanları okuyarak geçiyor. Gözüne, yaşlı bir adama refakatçi arandığına dair bir ilan ilişiyor. Olur, diyor. Telefon açıp buluşuyor Yılmaz Bey ile. Yılmaz Bey, ilanı veren kişi. Bir süreliğine şehir dışına gideceği için amcası Mümtaz Bey'e arkadaşlık etmesini istiyor Uğur’dan.
Hemencecik güvenip Uğur’a terk ediyor evi Yılmaz Bey. Mümtaz Bey ertesi gün gelecek. Bir de taksici var, İhsan. Sıklıkla çağrılan bir taksici. Kendisinden beklenmeyen bir yakınlıkla Uğur’la muhabbete giriyor.
Zamanla Mümtaz Bey, Uğur ve İhsan’dan oluşan üçlü bir dostluk ortaya çıkıyor. Uğur arada bir karaladığı metinleri Mümtaz Bey'e okutuyor. O metinlerde Uğur’un düşleri ve zaman zaman bu düşlerin gerçeğe sıçrayışı var.
Güvenilmez bir anlatıcı olan Uğur'u pek anlayamıyoruz. Anlattıkları kesin olmuş mu bilemiyoruz. Geçmişinden pek bahsetmiyor, karabasan denmeyi hak eden düşlerinde ölmesi gerektiği vurgulanıyor. Uğur, Bülent adında bir arkadaşının ölümüne sebep olduğuna inanıyor. Bülent, Uğur’a bir sebepten kırılıp gitmiş ülkeden, orada kanser olmuş. Bu düşlerin verdikleri dışında nasıl bir kişiliği var ancak diyaloglardan anlıyoruz.
Aynı belirsizlik hem Mümtaz Bey hem de İhsan için var. Hepsi de hem okuyucuyu hem birbirlerini şaşırtan sözler söylüyorlar.
Kitabın geneline sirayet eden bir belirsizlik hali var. Bir yandan üç adamın arasındaki gerilimsiz ilişki bizi rahatlatırken diğer yandan sohbetlerinde ortaya çıkan ölüm, intihar gibi konular tedirginlik yaratıyor.
Tüm bunların yanında Yılmaz Bey'in gizemli tavırları da var. Eve gelişiyle birlikte üçlünün huzuru bozuluyor. Tavırlarından üçü de anlam çıkaramıyor.
Bu kadar belirsizliğe rağmen kitap kendini büyük bir hızla okutuyor. Gizemin peşinden nefes nefese gidiyorsunuz. Bilge Karasu’nun söyleyişi farklı, kelime seçimleri alışıldık değil ama bunlar hızı kesmiyor.
Hızla takip edilen gizemin ötesinde yazar var olmaya, ölmeye, yazmaya, kurguya, oyunlara dair çıkarımlar sunuyor. Kendi adıma bunların hepsini yakaladığımı sanmıyorum; ama bu benim hikâyeden ve dilden keyif almamı engellemedi.
Gelelim Karasu’nun diline:
Karasu’nun dili okurluğunuzu yeni baştan ele almanızı gerektiren yeniliklerle dolu. Örneğin, kitabı okurken fark etmesek de Karasu, çağdaşı O. Bener gibi “ve” bağlacını hiç kullanmıyor. Bunu çocukça bir karşı duruş olarak yapmıyor tabi. “Ve”nin yokluğunu anlamıyorsunuz bile.
Sonra kimi sert sessizleri kendince yumuşatması var:
“düşteki adamı görmeğe başladı.” “Yemeğini, südünü vermeğe davrandığımda yanımda bitiverir.”
Ve Vüs’at O. Bener ile Bilge Karasu’nun en sevdiğim yanı: Az bilinen Türkçe kelimeleri metinlerinde kullanmaları ve kimi sözcüklere farklı yaklaşmaları:
Karasu’nun “Savut, şıpınişi, yolak, yedmek, esenleşmek” gibi sözcükleri kullanması. Yahut “anımsamak” yerine “ansımak”, “kımıldamak” yerine “kıpışmak”, “eziyet” yerine “üzgü”, “ritim” yerine “düzün” sözcüklerini tercih etmesi dilin sıradanlığını kırıp yeni bir bakışla dilimize yaklaşmamızı sağlıyor. Bu sözcükler yazarın uydurduğu sözcükler değil, Türkçe’mizde az tercih edilenler.
Ve birkaç alıntı:
“Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.” s. 23-24
“Sözünün uzunluğundan ürkmüş gibi duruverdi.” s. 83
“İnsanların, mutlu oldukları için bu mutluluğun içindeyken canlarına kıydıkları olur mu?” s. 86
“Yarasalar, baykuşlar, kediler, gece karanlığının yaratıkları güçsüzlük anlarımızın uğursuz düşmanları, öncesiz bir korkunun kapkara ışınlarıyla çevreliyordu uyuyan adamı. 'Usun uykuya dalması...' diyordu resmin altında Goya, '... canavarlar üretir.' “ s. 99
“Ne var ki, bu durumda bile, ancak bir kez yapılabilecek bir şeyin ‘vakti gelmişliğine’ karar vermek güç olsa gerek. Kaldı ki canına kıymayanın, kıymadığı sürece de olsa, canına kıyandan uzaklığı, hiçbir zaman kapanmayacak, kapanmak ne! Hiç kısalmayacak bir aralık… Bilmemiz, olanaksız bir şey. Bildiğimizde de…” s. 125
"Biraz sonra, 'Asıl mutluluk bu olsa gerek,' dedi, 'ulaşmağa can attığımızın biraz öncesi…' " s. 131
Cem İleri, kitabında, şöyle diyormuş: "Tek konusu belki de nasıl okuduğumuzu anlamaya çalışmaktır. Okurun imgelemi nasıl çalışır, okumanın farklı zamanları nasıl işler? (…) Kılavuz’un Karasu yapıtı içindeki yeri de bundan kaynaklanmaktadır. Anlatı ‘nasıl daha iyi anlatırım’ sorusuyla ilgilenmez." --spoilers-- Kitabın bir yerinde, T. S. Eliot'ın "Little Gidding" şiirinden bahsediliyor. Şöyle yazıyor: "Ben de sana, bağlanmanın da, kopmanın da, bence, pek doğal olduğunu söylemiştim. Sesim o anda sana soğuk görünmüş olabilir. Olsa olsa acıydı belki. Bunu tartışmayacağız elbette!... Bu söylediğim benim sözümdü ama, buna pek yakın bir şeyi, Eliot benden çok önce söylemişti, There are three conditions which often look alike diye başlayan III. bölümünde Little Gidding adlı şiirinin... Kişilere, nesnelere, kendine bağlanırsın; bir gün bunlardan koparsın da. Gerekeni yapmadığını düşündüğünde haklısındır, değilsindir, bilinemez ama, o anda, kopmuşluğunu yaşıyorsundur belki. Kopmuşluk, ölüm de demektir. Bir ölümü yaşarken -ya da, beklerken bağını öldürmen, duyacağın acıyı azaltmak isteğinden ileri geliyor da olabilir."
Ben de "guiding" kelimesine de benzeyen bu veri üzerinden araştırmaya koyuldum. T. S. Eliot'ın Little Gidding şiiri, adını, dini bir topluluğun kuruluş yeri olan Little Gidding'ten alıyormuş. Şiirde, arınma, günahlardan temizlenme, suçluluktan kurtulma vs. temaları öne çıkıyormuş. Ölüm ve günahtan arınarak tekrar doğmak gibi vurguları da varmış. Bu açıdan, Uğur'un kitap (tüm yazdıkları) boyunca yansıttığı -anksiyetesi ile de bir nevi ipucu verilen- bastırılmış kabul edilebilecek suçluluk hissinden yavaş yavaş arınması, bu yolda dostluk, aşk, belki dışavurum gibi süreçlerden geçişi, bunlara rağmen bir kaza, ölüm travması yaşadıktan sonra ancak yenilenişi, kitabın sonunda temizlenişi ve yeni-ama-eski bir yaşama başlıyor oluşu şiirle de ilgili göründü. Ayrıca şiiri okuduğumuzda, "üç adam"dan bahsedildiğini, "ölüm" ile (iki yaşam arasında oluş ile) ilgili bir meditasyon gerçekleştirildiğini görüyoruz. Şiirin bahsedilen bölümünün Suphi Aytimur çevirisi (https://www.izdiham.com/t-s-eliot-lit...) şöyle ve bence hem metni zenginleştirmek hem de metinlerarasılığı derinleştirmek açısından okunabilir:
III "Üç durum vardır ki çok kez benzer görünürler Ama bambaşkadırlar, aynı çitte gelişseler de: Bağlılık kendine, şeylere ve kişilere; kopukluk Kendinden, şeylerden, kişilerden ve aralarında büyüyerek, kayıtsızlık, Ölüm nasıl benzerse hayata benzer öbürlerine, İki hayat arasında olarak – çiçeklenmeden, arasında Canlı ve ölü ısırganların. Anıların kullanımıdır bu: Kurtuluş için – aşkın azlığı değil de aşkın İstekten öte gelişmesi ve böylece kurtuluş Geçmişten de gelecekten de. Böylece bir vatan aşkı Kendi eylem ortamımıza bağlılık halinde başlar Ve sonunda o eylemi pek önemsiz bulur, Hiç de önemsiz değilken. Tarih kölelik olabilir, Tarih özgürlük olabilir. Şimdi yok oluyorlar, bak, Yüzler ve yerler, onları elbette seven benlikleriyle, Üne kavuşmak, yücelmek için, bir başka düzende. Günah gereklidir, ama Hepsi iyi olacak, ve Her türlü şey iyi olacak. Gene düşünürsem bu yeri, Ve insanları, çoğu övgüye değmez, Değil yakın hısımları ya da iyiliği, Ama kendine özgü bazı dâhileri, Hepsi etkilenmiş sıradan bir dâhiden, Bölündükleri bir çekişmede birleşmişler; Düşünürsem bir kralı gün batarken, Üç adamla nicelerini, darağacında, Ve bazılarını ki ölüp unutuldular Başka yerlerde, burada, ülke dışında, Ve birisini ki ölürken kör ve sessizdi, Ne diye övüp onurlandırmalıyız Bu ölü insanları ölenlerden daha çok? Çanları geçmişe doğru çalmak değildir bu, Ne de bir büyüdür Hayalini çağırmak için bir Gülün. Eski hizipleşmeleri canlandıramayız Eski politikaları yenileyemeyiz Ya da antik bir davulu izleyemeyiz. Bu insanlar, ve onlara karşı çıkanlar Ve onların karşı çıktıkları Onaylarlar sessizlik anayasasını Ve toplanırlar tek bir partide. Talihlilerden ne kaldıysa bizlere Biz almışızdır yenilenlerden Bırakmak zorunda olduklarını – bir simge: Bir simge, ölümde yetkinleştirilen. Ve hepsi iyi olacak, ve Her türlü şey iyi olacak Arıtılmasıyla güdülerin Bizim yakarma yerimizde."
Daha kişisel notlarımsa şöyle: Anlatıcının, okuyucuyu ikna etme uğraşı ilk anda anlamlı gelmedi (Örneğin, ""Hayır," demeğe getirdim başımı sallayarak. "Götüreyim ağabi," dedi bir daha. Tuhaflık -böylesine anımsayabilmem de ondan ya!" ya da başka bir sayfada "Usumdan bunları böyle geçirdiğimi unutmamış olmam tuhaf mı? Belki de!" gibi cümlelerle, anlatıcının detayları hatırlamasının meşrulaştırılmasına çalışılıyormuş gibi geldi). Ayrıca mantık hatası yapıyormuş gibi yapıp, birkaç satır sonra kurguda mantık hatası olmadığını vurgulaması da, yine benzer biçimde keyifsiz geldi, "okuyucuyu kurgunun gerçekliğine ikna etme çabası" gibi göründü (Örneğin, ""Peki, Teber'de, şair dostum Cengiz Mete'nin evinde nasıl buldun beni ? Yazında atlamamışsam Yılmaz ne onun adını söylemiş sana, ne de bulunduğum yeri. .. Dahası, benim adımı da söylememiş ... " "İhsan ... Teber' de Yılmaz Beyin bir iki kez gittiği bir ev olduğunu söylediydi. Oradan başlayalım dedik, bereket orada da bulduk sizi." gibi meşrulaştırmalar. İhsan'ın bir adresi bilmemesi gerekirken, aslında bilmesinin bir açıklamasının olması.). Acaba bu tip vurgulamalarla cinayet romanı tekniğini mi kullanıyor, diye düşündüm. Ayrıca, anlatıcının kaygı düzeyini okuyucuya tekrar tekrar hatırlatması açısından da işlevsel olabilir diye de düşündüm. Okumamın üzerinden biraz zaman geçmesine izin verip, başkalarının yazdıklarına da göz atınca kavradım ki, Bilge Karasu, bu reality checklerle (anlatıcının, roman sırasında sık sık saati tespit edişini bu reality check'lere katabiliriz), anlatıcının anksiyete ve kendinden şüphe ediş düzeyini okuyucuya hatırlatırken, bu anlatıyı birinci tekil şahıstan okuyan okuyucuyu da kendi gerçekliğine karşı şüpheye düşürüyor; bu "hata var mı? tamam hata yok" kontrolleri, okuyucuyu, anlatıcı ile paylaştığı "bir türlü emin olunamayan" gerçekliğe çekip, onu tedirgin etmekte işe yarıyor. Tek seferde okudum ve etkisi muhtemelen bu yüzden de yoğun oldu. Oysa ki, romanın tonu da, içindeki cinayet barındıran hikaye de bence gergin değil. Romandaki -bence- tek gergin şey, gerçeklik tespitinin bir türlü gerçekleşememesiydi. Yani, bilinmezlik, "oyun ama ne oyunu" gibi temalar bile ya da "cinayet ama katil kim" gibi meseleler -bence- / -sanki bir gerilim unsuru olarak kullanılmamış. Anlatıcının iç dünyasında (ve anlatıcının aktarımıyla karakterlerin iç dünyalarında) bir o yana bir bu yana ilerlerken, katilin kim olduğunu merak etmediğimi fark ettim. Baskın olan, romanın ilk kısımlarından itibaren başlayan "her şey rüya olabilir", "ne olursa olsun bu da rüyada görülmüş olabilir" ve hatta "belki de rüyada görülmesi için yazılmış olabilir" gibi bir etkiydi. Yani, yazılanların gerçekliğine değil de, gerçek olamayışına inanmak gibi absürt bir durum, bir inandırma söz konusu. Bu da etkileyici ve özgün geldi. Ve plot açısından gerilim hissetmesem de, yine de romanın anksiyete tetikleyici bir etkisi oldu.
Farklı web sitelerinde gözüme ilişen "en önemli Türk queer romanları" listelerinden seçip okuduğum, ismi edebiyat çevrelerinde azizler mertebesine yükselmiş Karasu'ya giriş kitabı olarak Kılavuz, queerliğinden çok Karasu edebiyatı (mimarisi de diyebilirim) açısından ilgimi çekti. Queer (ya da same sex desire) açısındansa, kitabın, sexless oluşu ilgi çekici geldi. Erotizmden yararlanmış (örneğin, bir temasla sonuçlanmayan çıplak duş sahnesi) ama bu erotizmi garip bir seviyede tutuyor ve termometreyi patlatmıyor. Karakterler "açık" ama yakınlaşmaları mahrem tutulmuş. (Karakterlerin seviştiklerine dair tek ima sanırım şu: "Saati sordu. "İki saatimiz var daha," dedi. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı."). Yani, öpüştükleri bile açıkça ifade edilmiyor. İşlevini tam olarak kestiremediğim, zaman zaman ön plana çıkan bir romantizm var. Kılavuz hakkında okuduklarımdan ve Kılavuz'u okuma tecrübemden yola çıkarak Kılavuz'un çalakalem yazılmamış, işlevi ön plana alan bir kitap olduğunu anlıyorum. Yapısal işçilik (örneğin, özgün bir kronoloji yaratıp hangi bölümün ne zaman yazıldığı meselesiyle okuyucuyu uğraştırması kadar yazıda kullanılan referanslar da) dikkat çekici. Bölümlerin kronolojisini çözmek -bence- bir emek istiyor. Ancak, örneğin, oraya buraya serptiği metaforların da altta kalır yanı yok. Örneğin, "ishakkuşu" gibi bir detay var (derin okuma yapıldığında, bir metafor halini alıyor). Neymiş bu ishakkuşu diye araştırdığım zaman ishakkuşunun "kavuşulamayan sevgili" metaforu için uygun olduğunu öğrendim (https://eksisozluk.com/entry/6266457). Romanda da, ishakkuşu hakkındaki konuşmadan hemen sonra "gurbet ele giden bir arkadaş" olarak bahsi geçen Bülent'ten bahsedilmeye başlanıyor. Gerçi Uğur ""Canavar değil, bu küçük baykuş,'' diye geçirdim içimden, "uğursuz değil... O canavarlar buradan uzakta kalmış olsa gerek. Şu anda uyumakta olan biz değiliz .... " gibi abuklasa da, İhsan ishakkuşunun ötüşüne bayılıyor, her sene özlemle anıyor. Bu arada Bülent, Yılmaz Bey'in kardeşi; İhsan, Yılmaz Bey'in şoförü olduğuna göre, Bülent ile İhsan'ın tanışmış ve yakınlaşmış olma ihtimalleri var. İhsan'ın her sene ara ara gelen, özediği "ishakkuşu" güzellemesi de bu açıdan tutarlı. Zaten Uğur ve Bülent arasındaki ölümle sonuçlanan dostluğun, aşk ile temas etmiş olduğu aşikar.
Bu, Karasu sembolizminde sadece ishakkuşundan varılabilecek alternatif yan kurgulardan biri.
Bu da en saçma notum: Bir de, benim okuma tecrübemde sonlara doğru pembe dizileşti (aslında almodovarlaştı ama kitabın 1990'da yayınlandığı düşünülürse, pembe dizi benzetmesi daha doğru geldi). Mesela, herkes birbirinin bir şeyi çıkıyor, "amca" denilen karakter, aslında Yılmaz'ın profesörüymüş ("hoca"); Yılmaz Bey, anlatıcı Uğur'un arkadaşının abisi çıkıyor, ki ilk bölümde bu zaten bize söylenmiş; İhsan, Muhittin'in önceden tanıdığı, sahilden tanışı çıkıyor, falanlar filanlar... Bu bana, ritmi hızlandırılmış bir soap opera hissi verdi. İçinde bir komik barındırıyor gibiydi. Aslında yine cinayet romanı üzerinden gidersem; maktulün kocası uşağın sevgilisiymiş ama katil, uşak değilmiş, gibi bir durum da var. Ve bence bu da komik.
Ve bu kitapta, ilk anda, en sevdiğim cümle şu bölümün son cümlesi oldu:
"İhsan durdu. Araba yolun kıyısında duruyordu. İhsan bir şeyler oldu."
"İhsan bir şeyler oldu" cümlesindeki hınzır zeka. Bir kaza, bir travma anını aktarmak için harika bir anlatım bozukluğu, müthiş bir "yanlış cümle". "İhsan'a..." bir şeyler olmuyor. Olay (kaza) o kadar hızlı, anlatılmaz ve kapsayıcı ki, İhsan bir şeyler oluyor. ...ama ne oluyor? (İhsan, en azından ölmüyor; bu hoştu.) Roman da az çok burada bitiyor zaten.
En ilgimi çeken tema ise "çalışmalar", "bilimsel çalışmalar", "gizli çalışmalar" meselesi oldu. Romanın sonunda da "İhsan da belki çalışmalarımıza katılır" gibi bir final yapıyor. Fakat, ne çalışıyorlar bilmiyorum (bilmiyoruz). Bunu da hem sevimli hem özgün buldum.
- Tüm duygu-yoğun, yaşam işçiliği yapan cümlelerine rağmen, karakterlerin işlenişinden bana duygu geçmedi (gerçeklik bağının kopuk oluşu hariç). Bu da enteresandı.
Turunçlu, Hatay'a bağlı (muhtemelen, çünkü Google öyle diyor). Turunçlu-Ankara arası arabayla 5 saat 52 dakika sürüyormuş. Bükönü adlı yerleşim yerini ise Google Maps'te bulamadım. Karasu'nun Hatay'ı, diğer yanda da başkent Ankara'yı konumlandırmış olmasının da bir manası vardır. Hatta, özellikle vurguladığı, yukarıda benim de alıntıladığım Eliot şiirinin politik, tarihsel yanı da fark edilir seviyede olduğundan, romanı, güçlenerek merkeze geri dönüş hikayesi olarak bile okumak mümkün.
Kitabı bir müzik eseri gibi kurgulamış ama sanırım, kitapta doğrudan verdiği tek müzik referansı şuydu: "Un ballo in maschera'nın uvertürü. içimden geçirdim: "Tam da Un giallo in maschera içindeyken ... "". Neyse ki YouTube var: https://www.youtube.com/watch?v=u9iqZ... Bu eserden bahsedilen bölümü, müziğin iştirakinde okumak müthiş oldu. Tansiyonu yüksek, oradan oraya savurmayan, bekleyerek gerilimi arttıran, gizemli ve alttan alta seksapeli olan "Karasu ft. Hitchcock" bir bölüm. İtalyanca "giallo" kelimesi, "gizem kurgusunu belirleyen İtalyan terimdir. Sarı demektir. Terim, post-faşist İtalya'da popüler olan sarı kapaklı bir dizi ucuz ciltsiz gizemli romandan geliyor." şeklinde. Yani, hem Eliot'un şiirinde hem de "giallo" kelimesiyle politik bir gönderme söz konusu. Diğer yandan Goya'nın tablosu da faşizm, darbe referanslı gibi geldi: “aklın uykuya dalması canavarlar üretir” sözü ile de bu benim için perçinlendi. Hasan Bülent'e göre "Goya Batı sanatının o güne kadar aklından bile geçirmediği konuları..." ele alıyor "ve bunları aynı zamanda siyasal olaylarla, iklimle..." bütünleştiriyor. "Engizisyon ve koyu bir dinsellik etkisi altında yaşayan İspanya'daki günlük hayata ve onun örgütlenişine dönük yoğun eleştiriler, hicivler, hatta tepkilerdir bu resimlerdir. Hayatı meydana getiren her unsur onun karanlık ve çoğu zaman da metaforik yaklaşımından nasibini alır. Goya resimlerini satmakta zorlanır, bir bölümünü de Engizisyondan çekindiği için ortaya çıkarmaz. Kabinenin en çok bilinen yapıtının Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur isimli gravürdür." (https://www.sabah.com.tr/yazarlar/paz...)
Yani, verdiği referanslara bakarak, ortada sadece kişisel bir buhran ve gizem öyküsü yok, bile diyebiliriz.
Ayrıksı, tuhaf, queer bir kafası var yazar olan Karasu'nun. Ve genel kanının aksine, bence tualinin ardında, satır aralarında politik ve toplumsal önermeler var. Faşizm sonrası, suçu bireyselleştiren cinayet romanlarının popülerleşmesinden, kişisel buhranların toplumsal tabularla ilgili oluşuna kadar geniş bir yelpazede meselelerle bezeli bir roman. Kolay okunan ama mesajı itibarıyla zor anlaşılan bir roman olduğu kanaatindeyim. Dil işçiliğinden ibaret değil, söylem işçiliği de var.
Bilge Karasu'nun bu eserde yaptığı şey yerli edebiyatın neden ekseriyetle bir halta benzemediğinin ilamı gibi. Vasati 100 sayfayı aşan bir hikaye kurgula, üzerine biraz gizem kat, bir karakterin ağzından hayata dair birkaç harcıalem tespit pasajı yazdın mı, tamamdır. Bu saydıklarım yerli edebiyat için epey yaygın bir reçeteyi oluşturuyor. Ben böyle eserlerden hiç hoşlanmıyorum. Böyle eserlerde herhangi bir edebi veyahut entelektüel cefa göremiyorum. Sadece haftasonları üç-beş saat yazılarak kısa sürede ortaya çıkabilecek eserler bunlar. Yalnızca ilham geldiğinde şiir yazan kısır ve melankolik şair manzumeleri gibi. Zaten bu yüzden sallasan Posta gazetesi şairine çarpıyor.
Ama şu ayırdı yapmak gerek: 100 defa zırvalasan biri güzel bir şiir olabilir. 100 kare fotoğraf çeksen biri iyi bir kompozisyon oluşturabilir. Ama roman öyle işlemiyor. 100 defa sündürülmüş hikaye anlatınca içlerinin birinin dahi iyi bir roman olma ihtimali epey düşük. Ahmet Ümit 30. romanını basmıştır ama halen iyi bir romanı yok. Muhtemelen olmayacak da.
Bir yazar okuyucusunun uzun süreli ilgisine ve okuma emeğine talipse (Romancıların trajedisi biraz da budur) 8-10 sayfalık öykülerle verilebilecek anlamdan, değerden, perspektiften fazlasını sunmalı. Dan Brown, Tom Clancy, Jean-Christophe Grange gibi ölüm anksiyetesini unutturma işlevli tabldot bir yazar değilseniz bunu unutmamanız gerekir. Bilge Karasu'nun yaptığı şey de tam olarak bu olmuş. Unutmuş, hatta belki de hiç hatırlamamış. Bugün 'Çağdaş Türk Edebiyatı' raflarındaki çoğu yazar da onunla aynı hali paylaşıyor.
Anlatım tarzı ile benim için su gibi aktı diyebileceğim bir kitaptı. Okurken içinde kaybolup sonra yazarın nerede olduğunu bulmaya çalıştığım, sade ama farklı bir anlatımdı. Bilge Karasu ilk defa okudum ve sevdim.
“Yazmasaydım unutup gidecektim belki, çoğunu... oysa şimdi geviş getirip duruyorum...” kitabı neden yazdığının nedenini açıklamış yazar, o kadar da isabetli ki “geviş getirmek” tabiri... okurken bir ileri bir geri; bir gizem bir gerçeklik içinde oradan oraya savuruyor sizi; hangi kafa ile yazıldığını hiçbir zaman anlayamayacağım roman.
rastgele bir anda başladığım ama son kısımlarını soluksuz okuduğum, iç içe geçmiş bir karmaşanın şahane çizimi. turunçlu'daki iki gün için teşekkürler bilge abi.
Kitap okuyucuyu bazı nadir sayfalarda derin düşüncelere sevk etse de, genel olarak baktığımda karakterleri ve kurguyu zayıf buldum, olay örgüsü de rüyalar ve gerçekler arasında çok kopuk ve yarı akışkan ilerlediği için tat alamadım. Kafamın çok meşgul olduğu bir dönemde okuduğumdan mıdır bilmiyorum. Yazarın dili, kullandığı kelimeler ve sade cümleleri zihnimde hoş bir tat bıraktı ancak genel anlamda keyif aldığım bir yolculuk olmadı. Yazarın ilk okuduğum kitabının şanssızlık eseri kötü bir seçim olduğunu düşünen varsa bu yazara kendimi kapatmamam adına öneride bulunabilirse memnun olurum elbette. :)
Bir rüyadan birdenbire gerçekliğe sonra yeniden rüyaya dönen bir kurgu. Anlatıcının ne ara bilinmez dinleyiciye dönüştüğü, örgüyü takip etmenin neredeyse imkansız olduğu bir kısa roman. Üstelik tüm bunlara rağmen akıcı. Bilge Karasu hep pür dikkat okunması gereken bir yazar. Şimdiye kadar okuduğum kitapları arasında iyilerden biri diyemem ama yine de okumaya değer.
Bilge Karasu'nun benim icin ozel bir yeri oldugunu her zaman dile getiriyorum ve yillar sonra yaptigim yeniden okumalarda farkli seyler kesfetmek de onu daha ozel kiliyor gozumde. Kilavuz icin favori Karasu kitabim diyemem ama bu kitapta Karasu tarzinin yine cok belirgin oldugu suphe goturmez. Karasu'nun metinlerindeki zamanlar arasi gecis, burada da anlatim sekli olarak one cikiyor. Ve bir diger Karasu ozelligi olarak, yine erkeklerin dunyasi resmediliyor. Gercek ile hayal dunyasi arasinda gidip gelen Ugur ile yollari ilginc bir sekilde kesisen uc erkek karakter arasinda geciyor kitap. Klasik Karasu tadinda bir eser oldugu icin okumak her daim keyif verdi, ancak benim icin farkli zaman donguleri olaylarin takibini zorlastiran bir etmen oldu. Karasu her zamanki gibi purdikkat okunmasi gereken bir yazar, asla bir anlik dikkatsizligi kaldirmiyor. Okuyacak olanlar ona gore uygun bir zaman ayarlayip okursa daha verimli bir okuma yapabilir :)
Karasu'nun dili, unuttuğu, onların yerine hatırladığı kelimelerle ördüğü dünya o kadar esrarengiz, çekici, öte yandan kucaklayıcı ki, bu kitabı bir kaç günde bitirmemek mümkün değil. Gece kadar yoğun değil belki ama son derece zarif.
“Aylar sürmüş bir yolculuktan dönmüş gibiyim. Her şey geride kalmış, karşı kıyıya varmışım. Evime dönmüş olmam bir şey değiştirmez. Yepyeni bir ülkeye varmış gibiyim.”
“Yepyeni ülke” eskisine ne kadar yakın! Ne kadar da uzak ondan!
This entire review has been hidden because of spoilers.
her seferinde bi şans daha veriyorum ve haksız çıkıyorum hissiyatı veriyor bana bilge karasu :/ Baya anlayarak başladım ama yine ortalarda bi yerde koptu ve bişey anlamadan bitti. Bu anlamda biraz Tutunamayanlar vibe'ı var.
Satır aralarında çok güzel şeyler var ama yakalamak zor. Aradan biraz zaman geçsin yine bi şans veririm
bilge karasuyu 2014 2015 yıllarında edebiyat sınavlarına çalışırken keşfetmiştim. diline anlatıs��na bayıldığım için kitaplarını tek tek didiklerken okuduğum "eşcinsellikten de bahsediyor" yorumuyla kılavuz ekstra ilgimi çektiği için okumuştum ama pek anlayamamıştım kitabı. en azından aklımda hiçbir şey kalmamış tutarlı. şimdiyse dönüp tekrar okuduğumda hayranlıkla bitirdim, evet gerçekten de eşcinsel kısımlar varmış(!) dedim. bu konuyla ilgili düşüncem eşcinselliğin hayatın içine yerleşmesi gerektiği ve özellikle "eşcinsellik hakkında, eşcinsellik geçiyor, eşcinsel kısımlar" diye ekstra bahsedilmesi gerekmemesi. yani bunun karşı cins iki bireyin herhangi bir ilişkisi gibi normalleşmesi olması gerektiğini düşünüyorum. kitap da biraz bu şekilde yaklaşmış bu olaya diye bakıyorum, odak noktasına almadan kendi halinde ve etrafında gezerek. hala daha tam çözemedim tam hazmedemedim kaçırdığım noktalar varmış gibi bir şüphe var içimde. ------ bitirdikten bir gün sonra gelen edit: başlarda çok karışık başlayan kitap, ikinci ve üçüncü bölümde çok daha akıcı hale geliyor. son olarak da her şeyi daha çok karıştırarak geriye bir sürü sorular bırakarak bitiyor. bilge karasunun aşırı ilgimi çekme sebeplerinden biri de aşırı kedilere düşkünlüğüydü, tekrardan kitabı elime alınca anladım ve hatırladım bunu. ne kitapsız ne kedisiz.
'Kişilere, nesnelere, kendine bağlanırsın; bir gün bunlardan koparsın da. Gerekeni yapmadığını düşündüğünde haklısındır, değilsindir, bilinmez ama, o anda, kopmuşluğunu yaşıyorsundur belki. Kopmuşluk, ölüm de demektir. Bir ölümü yaşarken –ya da, beklerken- bağını öldürmen, duyacağın acıyı azaltmak istediğinden ileri geliyor da olabilir. Senin sözündü:’İkimizle ilişkili kararlarını kendi kendine veren bir sevgili karşısında,’ öyleydi, değil mi?, ‘çekilmekten başka çıkar yol bulamadım.’ Kırıldığın, gücendiğin için yaptığını sanmış olabilirsin bunu. Bana sorarsan kendini savunuyordun, daha çok acıyı daha çok duymamak için; sevgiyi kendi elinle azaltmağa, koparıp yolmağa kalkıyordun… Bir şeyleri silerek bir geçmişin yükünü yeğnileştirmek, azaltmak… O ölçüde kim bilir, geleceğini biraz olsun özgürleştirmek… Öyle kopuşlar güçtür, izi kalır; kopmağa kalkmak kendini de parçalamaktır. Bir yanıyla…'
İhsan ve mümtaz adları ister istemez huzur'u anımsattı. Uzun süredir bir şey okumamanın üstüne çok iyi geldi açıkcası, sıcacık sardı. 3 bölümden oluşuyor kendimce şöyle adlar verdim: 1. Bölüm; düşle gerçek arası. 2. Bölüm; hatırlamak. 3. Bölüm; mutluluk mu ölüm mü? *goya'nın resmi-el sueno de lo rozon produce monstruos.
Bilge Karasu'nun kendine özgü dili, birkaç yorumda gördüğüm gibi beni zorlamadı; aksine daha da içine çekti. Kitap işlenişi, yapısı bakımıyla tam bir postmodern roman örneği. Polisiye kurgusunu bu kadar ustaca kullanması, üstkurmacanın sağlamlığı, iç içe geçen detaylar, bulanıklaşan olaylar ve hepsinin ardından üstünü örtmeyi tercih etse de Queer bakmayı bilene tüm kuvvetiyle el sallayan bir aşk hikayesi... Çözülmeyen düğümler benim için hep can sıkıcı olduğu için sonuna aşık olamadım ne yazık ki. Fakat sonunda yaşanan ortaya çıkışla bir de Moliere tarzı klasik edebiyata el salladı bence. Bunu okumuş birisiyle her cümlenin üstünden geçmek isterim.
Bilge Karasu okumak bana kendimi hep özel hissettirmiştir. Sanki gözüne girmeyi, tarafınca sevilmeyi çok istediğim biriyle ortak bir sırrı paylaşıyormuş gibi hissederim kendimi. Kılavuz sırlarla ve itiraflarla dolu bir öykü. Bu gizem nereye varacak derken her şeyin kendi içinde bütünleştiği, aydınlandığı bir kitap. Karasu’nun diğer kitapları kadar olmasa da oldukça sevdim.
Çok garip bir kitaptı. Anladım desem yalan olur, anlamadım desem de yalan olur. İhsan-Uğur-Mümtaz-Yılmaz dortgeninde bir yılın kısa günlüğü aslında. Düşünceler, çok açık verilmeyen duygular, ucu açık intiharlar... Ilginçti vesselâm; anlatılmaz okunur.
Güvenilmez anlatıcıya güvendim. Kuyularda son bulan ölülerle gerilen ortam Mümtaz Bey, İhsan ve Uğur arasındaki güvenli, sıcak, sevgi dolu ve anlayışlı ilişkiyle yumuşuyor. Bu iki tezat arasında rüyalarla gerçekler birbirine karışıyor. Anladığım kadar, anlamadıklarım olduğunu düşünüyorum ancak anladığım kadarıyla tatmin olduğumu söylemek isterim. Romanı anlamaya çalışırken aklıma takılan düşüncelere gelince, zannımca Uğur ile Bülent, yıkık dökük kalplerle ayrı düşmüş aşıklardır. Her iki taraf da ağır yaralanmış, Bülent'in kırık kalbi kansere, Uğur'un ki ağır ruhsal boğuntuya dönüşmüştür. Kanser olan gurbette hakkın rahmetine kavuşurken, biz Uğur'la karabasanla, düş arasında gidip gelen bir bilinç durumunda yüzüyoruz. Mümtaz Bey'in de İhsan'ın da Bülent'in birer temsili olduğunu (Mümtaz Bey'de bilgelik ve anlayış, İhsan'da derinlikli dostluk ve cinsel çekicilik), Yılmaz Bey'in ise bu ikilinin ilişkisinde gerginliklere yol açan yakın çevresini temsil ettiğini düşünüyorum. Belki aşırı yorum yapıyorum ama insanın gerçekleri ararken hastalanmasını, bu hastalığın bitmeyen bir kabusa dönüşmesini olağan buluyorum. Hikayenin sonunda üçünün yolculuğa çıkması, yolculuk sırasında, tatlı tatlı sohbet edip, gelecekte yapacaklarını planlarken kaza geçirmeleri, araba kullanmayı iyi bilmemesine rağmen direksiyonda Uğur’un olması ve bu kazada “İhsan’ın bir şey olması”, sizce de zannımda ne kadar haklı olduğumu kanıtlayan detaylar değil mi? İnsanın ‘kendisinin değiştiğini’ düşünmesi konusundaki bölümü de çok ilginç buldum. İnsanın değiştiğini düşünmesi aptalca değil mi diye soruyor. Bence bu herkesin zaman zaman kendisine sorduğu bir sorudur. İnsan değişir ama değiştiğini düşünmek aptalcadır. Çünkü değiştiğini düşünen ile değişmiş olan aynı insan, olamayacağına göre bu cihetteki her söz abuktur. Abuk olduğunu bile bile insan değişmiş olduğunu da hisseder. İşte Karasu, (sanırım Uğur’un ağzındandı) bu durumun insanın değişme arzusundan kaynaklandığını dile getiriyor ve ben bu yoruma kesinlikle katılıyorum. Bir başka ilginç bulduğum bölümü de alıntılayarak anmak istiyorum. Konuşan Mümtaz Bey: “Bunu dün konuştuk İhsan. Bak, şöyle anlatmağa çalışayım: Arkadaşlıklarda, dostluklarda, sevgilerde, karşısındakini ele geçirecek bir ülke gibi görenler vardır. Tedirgin eder beni böyleleri. Dedikodu gibi olmasın. Yılmaz öyledir. Onu çocukluğundan bu yana tanıyor, kendisiyle yıllardır düşünce alışverişinde bulunuyor olmaklığım, beni, başkalarıyla ilişkilerinde çok gördüğüm bu tutuma alıştırdı. Saygılı bir barış durumudur aramızdaki. Buna karşılık karşısındakini tanımak isteyen, karşılıklılık gözeterek birbirlerini birbirlerine açan, veren insanların yakınlıkları, destek görmelidir; hiç değilse, benden… Bir de pattadak çıkagelenler vardır, senden istediğini senin rızanla alan, seni kendisine bağlamasını başaranlarlar vardır… Günün birinde geldikleri gibi giderler. Ya alacaklarını aldıkları, bu da kendilerine yettiği için… Tabii, bu durumda, ilk öbektekiler gibi davranmış olurlar: Yağma bitmiştir. Ya da sen onlara, kabul etmek istemedikleri bir ölçüde bağlandığın için. Yani başkası yağmalanır ama ben, başkasının kullanabileceği bir toprak değilim, türünden bir tutum… Senden uzaklaşırken senin ne düşündüğünü merak etmezler. Bunu konuşmuştuk, değil mi Uğur?” Üçlüden bilgeliği ve olgunluğu temsil eden Mümtaz bey, başlangıçta İhsan’a yönelttiği sorusunu, bunu konuşmuştuk değil mi Uğur, diye bitiriyor. Bu tespitlerin isabetliliğinin yarattığı hayranlığın yanında, Uğur’un Bülent ile ilişkisinin sorgulaması sırasında çektiği acıya tanıklık etmemiz bana romanın gizli önermesi ile karşılaştığım satırların bunlar olduğunu düşündürdü.
Kılavuz, bir rehber arayışıyla başlıyor gibi görünüyor, ama aslında insanın kendi içindeki kaybolmuşluğunu anlatıyor. Anlatıcı –ya da anlatıcılar, çünkü sesler bazen öyle karışıyor ki kimin konuştuğunu anlayamıyorsunuz– dar sokaklarda, sisli havada bir gölgeyi takip ediyor. “Kılavuz kim?” diye soruyorsunuz, ama Karasu bunu asla netleştirmiyor. Belki bir dost, belki bir yabancı, belki de sadece bir yanılsama. Mesela bir sahnede, “Bana yol göster,” diyor biri, karşısındaki ise “Yol mu var ki göstereyim?” diye cevap veriyor. Bu cümle, romanın ruhunu öyle güzel yansıtıyor ki, insanın anlam arayışındaki çaresizliğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Karasu’nun dili ise başlı başına bir olay. Cümleler bazen upuzun, dolambaçlı, bazen de kısa ve keskin. “Ayak izlerim beni terk etti” gibi bir ifade okuduğumda durup düşündüm: Bu kadar basit kelimelerle nasıl bu kadar derin bir yalnızlık anlatılır? Karakterler arasındaki ilişkiler de öyle; birbirine el uzatan, ama o eli tutamayan insanlar… Güvenmek istiyorlar, ama hep bir mesafe var. Bu kırılganlık, hepimizin hayatından bir parça gibi.
Romanın sonu ise tam bir son değil, bir durak. Her şey havada kalıyor, ama bu eksiklik garip bir şekilde tatmin edici. Sanki Karasu bize şunu diyor: “Hayatta her sorunun cevabı yok, ama aramak bile yeter.” Kılavuz, kolay bir kitap değil; sabır istiyor, düşünce istiyor. Ama eğer bir labirentin içinde kaybolmaya hazırsanız, bu kitap size eşlik ediyor.
İlk defa okudum Bilge Karasu’yu. Çok farklı bir dili var kitabın, anlatmaya çalıştığı hikaye de öyle. Yazım dilini sevdim, akıcı ve sanki Türkçe değil de Karasu’nun kendi yarattığı bir dili okurmuşçasına bir his. Öte yandan kısa olmasına rağmen dolu dolu bir kitap sanki bir cümle birçok anlam içeriyormuş hatta satır aralarında bile farklı anlamlar var da hep bir şeyleri kaçırıyormuş tam anlayamıyormuş hissi. Hikaye de belirsizlikler etrafında dönüyor gibi geldi bana benzer şekilde. Sanki yazar direkt bu böyle demiyor da bizim yorumumuza bırakıyor gibi ve her okuyuşumuzda farklı şekilde yorumlayacakmışız gibi hikayeyi de.
Genel olarak farklı bir dili var, her şeyi tam anladım mı ya da anlamam da gerekiyor muydu emin değilim ama ben sevdim Karasu’nun yazımını, okuyun okutun efendim.
“Asıl mutluluk bu olsa gerek. Ulaşmağa can attığımızın bir an öncesi…”
Bilge Karasu okuyucuya gerçek ile simgesel arasında gelgitli bir yolculuk yaptırıyor. Kendine has bir hikâye anlatımına sahip bu eserde en çok şaşırma duygusu ve bilinmezin heyecanı, aynı zamanda gerginliğini yaşıyorsunuz. Buna katlanabilirseniz içindeki güzeli görmeye başlıyorsunuz. Diyaloglar iç ısıtmakta birlikte, kendi tahayyüllerinize de yer bıraktırıyor. Enfes. Diğer eserlerini okumaya can atıyorum!
Kitabın ilk yarısı hem güvenilmez anlatıcısı, hem de kopuk kopuk yazılan olaylarla kitabın içine girmeyi biraz zorlaştırıyor. Ama yine de kitaba bir kere girildi mi kalanı akıp gidiyor. Rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı bir anlatımı var. Ben çok sevdim, sadece kitabın sonunu biraz ani ve garip buldum. Sanki böylesine büyülü bir atmosfer ve böylesine karmaşık bir olay örgüsü bu kadar net ve kolaycı bir şekilde bitmemeliydi.
Uçsuz bucaksız hayal gücüne sahip Bilge Karasu'nun "Kılavuz" romanının LGBT edebiyatına yaptığı katkı önemli olmakla beraber esas meseleyi 39.sayfada Uğur bize söylüyor:
“Anlaşılamayacak şeyler hep kalacaktır yolumuzun orasında burasında,”
Çok ilginç Bilge Karasu'nun neredeyse tüm eserlerini okudum ama Kılavuz'un bambaşka bir yeri var bende. Sanırım okuduğum dönem ve atmosferle ilgili. Yazlıkta ve yazın bunaltıcı günlerinde yeni tanıştığım insanların arasındaki yalnızlık duygusuyla okumuştum. Çok etkileyiciydi. Öneririm.