Başka ne vardı hayatta? Daha güzel ne vardı? Gecenin bir yarısı tren ıpıssız, karanlık bir yerde durduğunda, Hasan da Sulhi de anlamıştı: Bu dünyada, şiirden ve denize doğru giden bir trende Ritsos üzerine konuşmaktan daha güzel bir şey yoktu. Sulhi koca burnu titreyerek, Hasan yeşil gözleri dolarak biliyordu bunu.
Bir radyo programı ve cümle cümle Sulhi Saygılı’nın hayatı
Barış Bıçakçı 1966'da Adana'da doğdu. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte, Ocak 1994 ve Ekim 1997 tarihlerinde iki şiir kitabı yayımladı. İlk romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000) yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. İletişim Yayınları'nca yayımlanan diğer kitapları: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000), Veciz Sözler (2002), Aramızdaki En Kısa Mesafe (2003), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004), Baharda Yine Geliriz (2006), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (2008), Sinek Isırıklarının Müellifi (2011), Seyrek Yağmur (2016).
"Peki ama sevmek için ne gerekir? İşte tam bu noktada nedensizliğin arsız kuşları üzerinize pisler. Ciddiyim, bir de bakmışsınız, seviyorsunuz. Biri çıkar karşınıza, balkon yıkamanın çok güzel bir şey olduğunu söyler, seversiniz. Bir başkası çıkar, çocukluğundan beri bir gülümsemenin dudaklarından, yüzden nasıl silindiğini takip ettiğini söyler, seversiniz. Bütün çocukların okuldan koşarak çıktığını fark edip etmediğini sorduğunuzda, 'Evet, üstelik kışın, paltolarını giymeden yalnızca kapşonlarını başlarına geçirip öyle koşarlar.' yanıtını veren genç bir kadını, güzel domates kesen orta yaşlı bir adamı, Oktay Rifat'ın 'Bir Uykuda' şiirini çok seven birini, ispirto ocağını cezvesini ve fincanını yanından ayırmayan bir kahve tiryakisini, kızının saçlarını tarayan bir babayı, 'bal kavanozu' diyemeyip 'bal kavanözü' diyen bir anneyi, herkesi herkesi sevebilirsiniz. İnsan sevilecek bir canlıdır. Gezegenimizdeki en güzel şeydir. Yattığım yerden biliyorum bunu. Ama Pervin bilmiyordu."
Ben de bu kitabı bu kadar seveceğimi bilmiyordum açıkçası. Veciz Sözler ismi bile hiç çekmiyordu beni kendine, diğer Barış Bıçakçı kitaplarının isimlerinin aksine. Ama içimdeki kronolojik takıntı, gönlümün sırasına bunu koydu.
Uzun zamandır şahit olduğum en güzel anlatıma sahip bu kitap. O kadar köşeleri alınmış, yumuşak, sanırsınız ki overlokçu ayağımıza gelmiş. Belki de överökçüdür o ama.
Neyse. Ne demiş bak yine Sulhi: "Tanrı varsa, onu tesadüflerde aramak gerekir." Ve "Aile, televizyon karşısında gerçekleştirilen bir toplu intihardır." Ve "En az yaşanan en çok hatırlanır." Ve daha niceleri.
Harika. Neredeyse her sayfası, bir kenara not almak isteyeceğiniz güzel cümlelerle dolu. Lakin kitap, bu cümleleri kenara yazıp birilerine söyleyerek kendinizi var etmeye çabalamanızla dalga geçecek kadar da gerçek. İnsanın var olma mücadelesine dair büyük cümleler kurmuyor, tevazu gösterip dalga geçiyor. Kesinlikle okuyun. Bıçakcı ne yazıyorsa okuyun! (evet ünlem!)
"Ben de aşık oldum" [...] "Kimmiş bakalım bu yakışıklı" "Yakışıklı değil... Yürüyelim mi Sulhi?" dedi Kumru, kim inanır, daha on iki yaşında. Sınıflarındaki bir çocukmuş. Adı Can. Kumru'nun kalemlerini, defterlerini teneffüslerde çöp kutusuna atıyormuş. Kumru teneffüsten dönünce bir bakıyormuş ki sırasının üstü boş, her şeyi çöp kutusunda. Yapma, demiş birkaç kez. O zaman da Can, tebşir tozuna bulanmış silgiyi alıp yüzüne doğru üflemeye, formasının kuşağını koparmaya, tokasını saçından alıp kaçmaya başlamış. Böyle bir sürü şey. "Bu yaramaza mı aşık oldun?" "Bir tek bana yapıyor bunları ama. Yaramaz falan değil aslında. Bir tek bana..." [...] "Aşık olduğunu ona söyledin mi?" "Söylemedim" dedi Kumru, sustu... "Bütün o saçmalıkları yapmaktan vazgeçer, diye korkuyorum."
Yaklaşık dört yıl önce, ilk okuyup bitirdiğimde, hissettiğim şey beğeniden ziyade şaşkınlığa yakındı. Hasan sanki benmişim gibi gelmişti. Hadi çok farklı olsun da benim yeşil gözlü hâlim olsun. :) Daha evvel bir sürü karakterle, bir sürü hikâyeyle benzer bulmuştum kendi karakterim ve hikâyemi, fakat bu türlüsünü ilk defa görüyordum. Barış Bıçakçı ilişkilerde, yetişkinlikte, kısacası hayatta başarısız, içindeki üzgün çocuğun peşinden gidip de kaybolmuş karakterleri anlatmakta çok mahir, ihtimal kendi de böyle birisi olduğundan. O yüzden Sulhi de Cemil de Abidin de Çetin de... çok yakın geliyor gelmesine, kitapta, sayfa 58'de, Dorian Gray'in Portresi'nde geçen, "Bir de insanın tıpkı kendi soyundan olduğu gibi edebiyatta da mizaç bakımından belki de daha yakın ataları vardır." cümlesinin Sulhi'nin kalbini hızlandırması gibi, benim de kalbimi hızlandırıyor bu yakınlık, ama yalnızca yirmi bir yıl yaşadığı halde nasıl olup da binlerce yıl sevgisiz kalmış gibi hissettiğini soran Hasan'ın yeri apayrı içlerinde. :)
Dört yıl sonra Veciz Sözler'i, dünyaya hâlâ aynı yerden bakabiliyor muyum, içimde hâlâ aynı yerlere dokunabiliyor mu diye bakmak için okudum biraz, ama daha çok, bana iyi geleceğini bildiğim için. Öyle de oldu, bitirince bağrıma bastım. Barış Bıçakçı iyi ki var.
"Edebiyat böyledir işte. İnsanları hem yakınlaştıran hem de uzaklaştıran bir etkisi vardır ve yakındı uzaktı derken, bir bakmışsınız gözünüz bozulmuş, ensenizde berbat bir ağrı." "Sulhi Hasan'la birlikteyken kendini daha çok seviyordu. Büyük ümitlerin ve hayallerin, büyük çelişkilerin insanı oluyordu. Güzelleşiyordu." "Sulhi'nin gevezeliğine, keskin zekasıyla parlattığı cümlelere çok da değer vermiyordu aslında. Onunla birlikte olmak yetiyordu. Sulhi'nin anlamadığı, belki de hiç anlamayacağı şey de buydu işte. Yalnızca varlığının, nefis, hassas bir mekanizma olan çenesinin değil, yalnızca varlığının hoşa gidebileceğini anlamıyordu bizim salak!" "...onunla Ankara'nın bir denize, bir göle ya da heybetli bir dağa çıkmayan ama özleme, bir hatıraya çıkan sokaklarında el ele tutuşup dolaşıyorlar." Kelimeleri bu kadar iyi kullanan bir yazarı ve kitabını benim kısıtlı gücümle anlatmam çok zor. Edebiyata, dostluğa, aşka, hayata ve Ankara'ya dair cümleleriyle bu dünyada yalnız olmadığımı hissettirdi. Okuduklarım beni kendi güzel, kederli, gri ama capcanlı anılarımı düşünmeye itti. Ankara sokaklarında el ele, kol kola gezdiğim, beni her gün daha çok güzelleştiren herkese sonsuz teşekkürler.
Veciz Sözler bana “bir Ankara kitabı” kategorisinde tavsiye edildi. Zira Ankara mon Amour hakkında iki çift laf ederken Ankaralı hikayelerin benim için tuhaf bir cazibesi olduğundan bahsetmiştim. “O zaman” dedi tatlı bir takipçim, “Barış Bıçakçı okumalısınız. Veciz Sözler ile başlayabilirsiniz.” Başladım. Ve bayıldım. *** Geçtiğimiz aylarda Hakan Günday’la tanıştığımda ne hissettiysem, Barış Bıçakçı buluşmasında da ona benzer şeyler oldu. Anlatılan hikâyenin ve daha ziyade anlatılış biçiminin arkasındaki zekaya kapılıp gittim. Kafası çok acayip çalışan ve güzel hikâye anlatan bir ağabey olur ya bazı ortamlarda, o ağabey bir mekâna girince herkesin yüzü güler, şimdi ortam şenlenmiştir işte. Üstelik bu, o ağabeyin soytarılık yapmasıyla değil, bizzat kendisinin ilginç olmasıyla alakalı ve böyle olduğu için daha kıymetlidir. İşte iki yazarda da, ve hatta belki Barış Bıçakçı’da biraz daha yoğun olarak, böyle bir ağabey ile tanışmanın mutluluğunu hissettim. *** Yine oldukça bana ait bir tuhaflık olarak, “Veciz Sözler” kitabının bir tür aforizma kitabı olduğunu varsayıyordum. Fakat elbette bu benim yamuk bir varsayımımmış. Veciz Sözler aslında romanın merkezinde bulunan radyo programının adıymış. Programın konsepti uyarınca her program farklı bir kelime veriliyor, programı arayan dinleyiciler de bu kelimeye dair veciz tanımlamalar yapıyorlarmış. Bu dinleyicilerden biri, bizim anlatıcının özellikle dikkatini çekince, biz o dinleyicinin hayatına salça olurmuşuz. Ve kitap bu müstesna radyo programının buluşma gecesinde son bulurmuş. *** Bu radyo programı gerçekte var olsa dinlemezdim. Bu programı Barış Bıçakçı’dan dinlemek ise paha biçilemezdi. Sanırım neyi anlatsa ağzım açık dinlerim. Çok kitap yazdığı için edebiyat tanrılarına şükrediyor, kendisinin peşinden ayrılmamaya ant içiyorum. *** Sevgiler efendim ^^
Barış Bıçakçı’nın yazım tarzını çok seviyorum ve çok kıskanıyorum. Sahiden çok kıskanıyorum. Keşke ben de yazabilsem böyle, diye düşünmediğim bir sayfa olmadı.
Öncelikle Ankara’da yaşayan biri olarak Barış Bıçakçı’nın kitapları her zaman çok zevklidir benim için. Bu kitap diğerlerinden ayrı, çok daha etkileyiciydi. Mesela Sulhi’yle çocukluğumuz aynı yerde geçmiş. Aynı yerde kovalamaca oynamışız. Ben liseye giderken Sulhi okulumun önünden geçermiş Sıhhiye servisiyle. Bir ara komşu olmuşuz, çoğu zaman aynı yerlerde oturmuşuz. Sulhi Saygılı’yı kendime öyle yakın hissettim ki, bu hissi asla unutamayacağım.
Aynı zamanda yıllar önce yazılmış bu kitabı okumak beni üzdü. Mesela artık liseliler okuldan kaçıp gençlik parkında takılmıyor. Barış Bıçakçı da üzülüyor mu bu gerçeğe? Yaz akşamları tek tük arkadaş grubu oluyor, Ankara’da kış akşamı dışarı çıkılamıyor zaten. Ama hala Akköprüde kırmızıyla yazılmış “KURBANLIK KOYUN” tabelalar var mesela.
Daha öyle fazla düşünce dolup taşıyor ki aklımdan... Bana bu kitabı öneren kişiye döne döne teşekkür ediyorum. Barış Bıçakçı’dan favori kitabımı bulmuş oldum. Seni unutmayacağım Sulhi Saygılı.
Okurken keyif almaktan ziyade anlatımın düzensizliğinden, anlatıcıya yazar tarafından uygun görülmüş üsluptan ve içeriğin sürekli bir şikayet bir memnuniyetsizlikten ibaret olmasından son derece rahatsız oldum.
Üslup olarak örneğin; “Tam çıkacakken bir de ekler istedi. Tezgahtar halden anlıyordu. Elde yiyeceksiniz herhalde diyerek bir peçeteyle birlikte uzattı ekleri. Seni obur Sulhi seni! Demek heyecanını pastayla bastırmaya çalışıyorsun? Evet, diyordu midesi, evet, evet!” bu kısmı verebilirim.
Kitabın tamamında Sulhi, ‘seni obur Sulhi seniii’ üslubu ile anlatılıyor. Anlatıcının kitabın baş kahramanından sürekli bu şekilde ‘Bizim Sulhi’ olarak söz etmesi okurken bana keyif vermedi. Aksine rahatsız etti.
Kitabın içeriğinin kahramanın psikolojik çıkmazından, şikayetlerinden, memnuniyetsizliklerinden ibaret olması zaten içimi sıkan bir durum iken bunun beğenmemekten ziyade rahatsız olduğum bir üslup ile yapılıyor olması bana, kitabın okuduğum her sayfasında zaman kaybediyor olduğumu düşündürdü.
Bu kitabı tanımlamak için kullanılabilecek kelime 'naif' olabilir herhalde. Yine başladığı gibi biten, bölümsüz, kendi halinde karakterlerle örülü bir Barış Bıçakçı eseri.
Çok hoşuma gittiği için eklemeden geçemeyeceğim. Kitabın bir yerinde şöyle bir ifade geçiyor: "Böylesine ancak Oğuz Atay kahramanları katlanabilirdi". Çok hoş bir kitap olduğunu söylemiş miydim?
"Kalem bir kazı aletidir. Bir gömü gibi kazarsın kendini ve çektirdiğin dişlerin dışında tastamam duran iskeletine ulaştığın zaman anlarsın: Evrenin sonu vardır, insanın sonu vardır. Bu dünyada her şey hep aynıdır ve bunu bilmek ölesiye sıkıcıdır."
"Hayır canım, kitap bir sürgün yeridir," demişti. "Sürgünün bitmesini beklersin, sonra bir de bakarsın ki, yuva diye bir şey yok, dönülecek bir yer yok!"
Birinin yalnızca cümleleriyle değil, varlığıyla bile iyi hissettirebileceğinin farkında olmayan protagonist ve hayat boyunca ona eşlik eden hüzünlü mırıltıları.
Özellikle çok beğenmediğim kitaplardan sonra bir Barış Bıçakçı kitabı okuduğumu farkettim, panzehir niyetine. İncecik kitapları beni hiç şaşırtmıyor, neredeyse bir oturuşta okumama rağmen duygularımı altüst ediyor, bazen konusunu hatırlayamasam bile sözcükleri hep iz bırakıyor. “Sonra, Dostoyevski’yi lisedeyken, hayatının baharında okuyan biri iflah olur mu?” diye soruyor. Bir iflah olmaz olarak, neden hep farklı şekillerde ama hep kırık dökük kahramanlarını sevdiğimi biliyorum. Ne de olsa “Edebiyat insanlar arasında bir yalıtkandır.”
Hayattaki ufacık bir güzelliği en naif ve işlenmemiş haliyle aktarmayı çok güzel beceriyor Barış Bıçakçı. Öyle ki bu yazarın duyarlılığı ve ince görüşü insanı gerçek hayatın insanlarından soğutur. Zaten kendi de yazmış kitapta; "kitapların ve karşılıksız sevilen insanların hayatta kalmayı zorlaştırdığını", bu kitap da onlardan biri işte. Ben bu kitabı "ruh/iç akrabalığı"nı yoğun ama yormadan hissettirdiği için de çok sevdim.
“Artık yaşayacak bir şey kalmadı Sulhi bey, bundan sonraki günleriniz hatırlamakla geçecek.”
bu sene böyle her ay okuduğum kitaplar arasından birer tane seçip sene sonunda bu sene içinde okuduğum en iyi kitabı seçme yarışması düzenlemiştim kendime, elimde patladı, birinci belli ikinci kim çünkü artık
"Çocukluğumu kişileştirdim. çocukluğumun bir simyacı olduğunu düşünüyorum. ne zaman hayatın ya da normalin içine karışmak için hamle yapsam, hafif bir dokunuşla camdan bir adama dönüştürüyor beni. ya kesiyorum ya kırılıyorum.”
“Sırlar mücevherler gibidir; ama üzerinizde değil, midenizde taşırsınız.”
Storytel'de 3 saatlik bir zaman yolculuğu şeklinde dinlediğim Veciz Sözler beni Türkiye'nin bambaşka şehirlerindeki seslere, çocukluk an'larıma, duyguların bu denli derin betimlenmesi karşısında sık sık hüzünlü hallere götürdü. Ankara'da yaşayan kişilerin neden bu kadar Barış Bıçakçı hayranı olduklarını da bu kitapla biraz daha anladım. Kurtuluş parkı, sokaklar, Kızılay.. Kitabı okurken sanki siz de oradasınız gibi bir hissiyat yaratıyor. Oradan buradan resmen bu kitap doğrudan bizi anlatıyor. Çok güzel!
Nedense beni 'herkes herkesle dostmuş gibi' kadar etkileyemedi. Bir yazarın tüm kitaplarıyla aynı etkiyi bıraması beklenemez. Ama paralel zevki tutturduğumuzu düşündüğüm kişilerin yorumlarına bakınca, beklentim yükseldi galiba.
Sonuna doğru tahmin ettim finalini. Ve karmaşık anlatım düzeni yordu beni. Alıp götürmedi bir türlü.
Barış Bıçakçı kalemi çok güçlü bir yazarımız. Veciz sözler onun sıradışı bir eseri. Birbirlerine radyo programıyla bağlanan hayatların ve o radyo programcısının iç dünyası...
Beni çok çekmişti bu kitap. Enteresan bir konusu ve mükemmel bir anlatımı var. Barış Bıçakçı'yı tebrik ederim. Aslında ilk eseri bu değil ama ben yazara başlamak için en doğru tercihin bu kitap olduğunu düşünüyorum.
"Ne arzum, ne emelim... Yaralanmış bir elim Ben gurbette değilim, Gurbet benim içimde."
Kitap boyunca varlığını ispat etmeye çalışan, kabullenilmek, sevilmek, bir yere ait olmak ve tabii ki sahip olmak isteyen Sulhi karakterine Kemalettin Kamu'nun bu dizeleri ve Hümeyra'nın sesi ne de çok yakışıyor.
4.5 Ankara’yı sevenlere, üniversitelerinde dirsek çürütenlere, ayazında sokaklarında yürüyenlere, kitapçılarında edebiyat kovalayanlara, manzarasında rakı-şarap içenlere, en güzel dostlarını Ankara'da edinenlere göre bir kitap...