Oğuz Atay’ın edebiyatla ilgili herkes için sürekli merak konusu olmuş günlüğünün bütünü. “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız” sözleriyle başlayan Günlük boyunca okur, yazarın son yıllarındaki yalnızlığını paylaşmakla kalmıyor, Oyunlarla Yaşayanlar’ın oluşum sürecini adım adım izliyor, bir edebiyat laboratuvarındaymış gibi.
1934'te İnebolu'da doğdu. Ankara Maarif Koleji’ni, İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirdi. 1960’ta İDMMA İnşaat -Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Tutunamayanlar’ı yayımlamasının (1971-1972) ardından, önemli bir tartışmanın odağına yer aldı. TRT 1970 Roman Ödülü’nü kazanan Tutunamayanlar’ı kısa bir süre sonra, 1973 yılında Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izledi. Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında topladı. 1911-1967 arasında yaşamış hocası Prof. Mustafa İnan’ın hayatını romanlaştırarak Bir Bilim Adamının Romanı’nı yazdı. Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eseri Devlet Tiyatrolarında sahnelendi. Atay 13 Aralık 1977’de, büyük projesi `Türkiye’nin Ruhu`nu yazamadan hayata gözlerini yumdu.
Oğuz Atay (1934–1977) was a pioneer of the modern novel in Turkey. His first novel, Tutunamayanlar (The Disconnected), appeared 1971-72. Never reprinted in his lifetime and controversial among critics, it has become a best-seller since a new edition came out in 1984. It has been described as “probably the most eminent novel of twentieth-century Turkish literature”: this reference is due to a UNESCO survey, which goes on: “it poses an earnest challenge to even the most skilled translator with its kaleidoscope of colloquialisms and sheer size.” In fact one translation has so far been published, into Dutch: Het leven in stukken, translated by Hanneke van der Heijden and Margreet Dorleijn (Athenaeum-Polak & v Gennep, 2011). It appears also that a complete English translation exists, of which an excerpt won the Dryden Translation Prize in 2008: Comparative Critical Studies, vol.V (2008) 99. His book of short stories, Korkuyu Beklerken, has appeared in a French translation by Jocelyne Burkmann and Ali Terzioglu as En guettant la peur, Paris, L'Harmattan, March 2010.
He was born October 12, 1934 in İnebolu, a small town (population less than 10,000) in the centre of the Black Sea coast, 590 km from İstanbul. His father was a judge and his mother a schoolteacher, thus both representative of the modernization of Turkey brought about by Atatürk. Although he lived most of his life in big cities this provincial background was important to his work. He was at high school in Ankara, at Ankara College until 1951, and after military service enrolled at Istanbul Technical University, where he graduated as a civil engineer in 1957. With a friend he started an enterprise as a building contractor. This failed, leaving him (as such experiences have for other novelists) valuable material for his writing. In 1960 he joined the staff of the İstanbul Academy of Engineering and Architecture, where he worked until his final illness; he was promoted to associate professorship in 1970, for which he presented as his qualification a textbook on surveying, Topoğrafya. His first creative work, Tutunamayanlar, was awarded the prize of Turkish Radio Television Institution, TRT in 1970, before it had been published. He went on to write another novel and a volume of short stories among other works.
He died in İstanbul, December 13, 1977, of a brain tumour. He spent much of his last year in London, where he had gone for treatment. He is buried in Edirnekapı Martyr's Cemetery. He married twice, and is survived by a daughter, Özge, by his first marriage.
Atay was of a generation deeply committed to the Westernising, scientific, secular culture encouraged by the revolution of the 1920s; he had no nostalgia for the corruption of the late Ottoman Empire, though he knew its literature, and was in particular well versed in Divan poetry. Yet the Western culture he saw around him was largely a form of colonialism, tending to crush what he saw was best about Turkish life. He had no patience with the traditionalists, who countered Western culture with improbable stories of early Turkish history. He soon lost patience with the underground socialists of the 1960s. And, although some good writers, such as Ahmet Hamdi Tanpınar, had written fiction dealing with the modernisation of Turkey, there were none that came near to dealing with life as he saw it lived. In fact, almost the only Turkish writer of the Republican period whose name appears in his work is the poet Nâzim Hikmet.
The solution lay in using the West for his own ends. His subject matter is frequently the detritus of Western culture — translations of tenth-rate historical novels, Hollywood fantasy films, trivialities of encyclopaedias, Turkish tangos.... — but it is plain to any reader that he had a deep knowledge of Western literature. First come the great Russians, particularly Dostoevsky, with a particular liking for Ivan Goncharov's Oblomov: he was not alone in seeing a peculiar affinity betwee
ömrünün son birkaç yılında kafasında gezen fikirleri not etmiş. kitap outlineları var, kitaba konabilecek uzunlukta pasajlar var, Türk edebiyatı ve toplum değerlendirmeleri var. okuduğu ve etkilendiği şeyler üzerine de güzel şeyler yazmış. kendinden hiç bahsetmediği direkt fikir bazlı bir not defteri aslında bu. yazıp tamamladığı kitaplara dair oldukça açıklayıcı bilgiler var, karakterlerini nasıl inşa ettiğini, neden o özellikte birilerini kitaba eklediğini anlatmış. Oğuz beyin kafasında gezmek oldukça verimli oldu. iyi ki tanıştık.
oğuz atay'ın ~eylembilim hariç~ diğer kitaplarını okuduktan sonra okumakta fayda var günlük'ü. çünkü esasen bir günlük değil, ya da insanın bir günlükten beklediği şeyleri yazmamış sayın atay. kitaplarıyla ilgili planladığı şeyler bol bol yer tutuyor, bu da halihazırda okuduğunuz kitaplarla ilgili olunca büyük keyifken, okumamış olduğunuz kitapla ilgili biraz boşlukta süzülme hissi yaratıyor. ben sadece oyunlarla yaşayanlar'ı okumamıştım bu arada. onu okuduktan sonra bu günlüğe tekrar dönmek istiyorum. bunlar dışında tabi bir de ülke meseleleri, aydın olma, sanat gibi konular üzerine fikirlerini de yazmış ki bunları dinlerken sık sık "acaba binlerce insanın okuyacağını bilse huzursuz olmaz mıydı?" diye düşündüm. bence olurdu, biraz mahcup hissettim kendimi. yine de kurguya dahil olmamış, çiğ haliyle oğuz atay'ın neler düşündüğüne, nasıl düşündüğüne şahit olmak güzeldi.
Oğuz Atay’ın çok abartıldığını düşünüyorum, gençlik hareketlerini , edebiyatı , sanatı öyle bir burun kıvırmayla yazmış ki yani yok artık dedim bu kadar da olmaz . Sadece sol kesim değil sağ kesim de Atay’ın kıyma makinasından geçmiş! Öyle ahım şahım bir edebiyatçı da değil ayrıca. Belli ki oldukça sorunlu bir yazar . Benim oldukça vasat bulduğum eserleri zaten sağlığında da pek okunmamış Ne zaman Unesco ödül vermiş o zaman millet ( sürü alkışı) vay be diyerek okuyup harika bulmuş! Eh ne diyelim. Şurası varki kim olursa olsun 68 leri yargıladığı anda minnacık oluyor gözümde açıkçası. Yanlışı ile doğrusu ile halkın davasına inanıp bu yolda can verenleri kınamak durumunda kalanların aynanın karşısına geçip kendilerine sorsunlar: peki sen ne yaptın madem onlar yanlış tı! Umarım kimse alınmaz.
Bu kitabın; Tutunamayanlar, Eylembilim ve Tehlikeli Oyunlar'ı okuduktan hemen sonra okunması gerektiğini düşünüyorum. Zira bu kitapta, bahsettiğim kitapların nasıl yazıldıklarına dair hazine niteliğinde bilgiler var. Beni en çok etkileyen ise, Oğuz Atay'ın henüz genç yaşına, üstelik akademik manada uzmanlık alanı olmamasına rağmen; Batıdan pek çok yazarı üstelik orjinal dillerinden okumuş olmasıydı. Kendisine bir defa daha imrendiğimi ifade edebilirim. Ayrıca, toplumsal hastalıklara yönelik teşhislerinin bugün yaşanan hadiselerde ne kadar isabetli olduğunu ifade etmeden geçemiyorum.
Kendisine göre yaşarken unutulan Oğuz Atay'ın kırgınlığı. Çağdaşı olan tüm "yarı aydınlar"dan, "bir edebiyat çetesine yaslanıp yıllar boyunca bir arpa boyu ilerleyemeyenler"den, "para vererek kitaplarını bastırıp ülkenin başına bela olanlardan" çok daha içtenlikle anladığını düşündüğü Türk toplumundan, ona bu kadar yakınken ve özellikle kültürel dinamiklerini bu kadar çözmüşken istediği dikkat ve geribildirimi alamamanın kırgınlığı. Tüm zekasına ve inceliğine rağmen bu kırgınlık yüzünden hayalindeki verimle çalışamamamın, planladığı eserleri ortaya koyamamanın ve ölüme yaklaştıkça yayılan umutsuzluğun ayrıntılı bir dökümü. Türkiye'nin Ruhu'nun üç cildine, Eylembilim'in geri kalanına, Geleceği Elinden Alınan Adam öyküsüne bir ağıt.
"...Belki, bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim; ben de son zamanlarda buna gittikçe daha fazla inanıyorum. Ya da bazı şeyleri kendime göre anlatmayı deniyordum. Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı daha da boşlaştırıyor..."
Oğuz Atay’ın günlüğü herhangi bir günlükten ziyade yazarın proje taslaklarını yazdığı bir notlar bütünü olarak düşünülmeli bence. Bu yüzden önce eserlerini okuyup sonra günlüğe bakmak daha doğru olabilir. Bunun dışında aralarda arkadaşlarından, yalnızlığından ve tutunamayışından da dem vurduğu yerler var yazarın. Eserlerinin üstüne bunları okuyunca Atay’a dair düşünceler daha iyi netleşiyor. 20’li yaşlarımda okuduğumda çok kibirli bulduğum duruşunun aslında büyük bir savunma mekanizması olduğunu şimdi şimdi anlıyorum mesela. Kısacası Oğuz Atay sevenlerin (ya da sevmeye yakın olanların) okumasının fena olmayacağını düşünüyorum.
YouTube kitap kanalımda Oğuz Atay'ın hayatı, bütün kitapları ve kronolojik okuma sırası hakkında bilgi edinebilirsiniz: https://youtu.be/INZw0WFskak
Keyifli ve Oğuz Atay'ın tutunamadığı şeyler arasındaki tehlikeli oyunlarınızın ihtimallerini daha çok keşfetmeye yakınlaşabileceğiniz, oyunlarla yaşadığınız ve korkularınızı beklerken bu arada kendinizi de unutmadığınız meraklı okumalar dilerim.
Ne zaman Oğuz Atay okusam aklımda şekillenen düşünce şu oluyor: Kaç tane gerçekten aydın insanı keşfetme şansımız var ki? Edebiyat külliyatıyla ilgili en büyük üzüntüm de yine ona dairdir zaten. Türkiye'nin Ruhu'nu okuyamamış ve okuyamayacak olmak.
"Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz da ayakta durma gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım."
oğuz atayın okunması gereken son kitabı. diğer eserlerini okumadan bu kitabı okumak bence anlamsız. Bu kitabı okuyunca aslında oğuz atayın kitaplarında kendini yazdığı sonucuda çıkarabiliriz. Günlüğe başlangıç şekli bile harikulade;
''Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız!''
Hep söylerim, Bence Oğuz Atay okumamak büyük kayıp..
Yazarı çok sevenler için güzel bir kitap. Benim gibi orta düzeyde olanlar içinse diğer kitaplara hazırlık gibi olmuş. Özel hayatına dair çok şey yok. Yalnızlığından, insanlardan sitem ediyor arada. Günlükten çok kitapları için hazırlık yaptığı not defteri şeklinde. Sonunda bir albüm var o da oldukça hoş. Oğuz Atay, benim için Bir Bilim Adamının Romanı'ndan sonra kıymetlenmişti. Bu kitapla da Batı-Doğu ve Türkiye'nin ruhu hakkında fikirlerini roman, hikaye dışında görmüş olduk.
''Tutunamayanlar'da Turgut'un muhallebicide oturduğu sırada aklından geçenler arasında bir söz vardı: akıl büyük diktatör aslında (ya da buna benzer bir söz). Bugün Uğur'la konuşurken, bu sözü daha başka bütünlüğe vardırdım galiba: akıl tutucu (muhafazakar) ya da gerici, sevgi ilericidir (ya da devrimcidir). Bu herhalde tesadüf değildir.''
"Bizim “ilk günah"ımız belki de budur: Kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur. Fütuhat da, herkese ve her şeye boyun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. Bir şehire kapanıp, bütün ülkenin saldırısını bekleyen sarayın korkusudur bu. Sarayı kaleye çevirenlerin korkusudur. Kardeşleri tarafından öldürülmeyi bekleyen Saray'ın korkusudur. Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden; hatta dinden korkmaktır bu. Halk Partisi'nin Köy Enstitülerinden korkmasıdır. Demokrat Parti'nin modern resimden korkmasıdır. Halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır. Korkunun sonucu yabancılaşmadır. Yeni yazarların kelimeler icat ederek azınlık olma telaşıdır, toplumsal sorunlara eğilerek kendini tanıma korkusudur. kavram kargaşası yaratarak temel kavramlardan uzaklaşma çabasıdır. Temel kavramların onu bir hiçe indireceği korkusudur. Korku ortadan kalkarsa postunu kaybedeceğinden korkan tekke şeyhinin korkusudur. Bunun için müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim 'ilk günah'ımız budur: cezalandırılmayan küçük günahların toplamı- hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Bilim bunun için tehlikelidir, felsefe bunun için tehlikelidir, 'deneme' bunun için tehlikelidir, roman ve hikâye bunun için tehlikelidir. Belirli kalıplar içinde kalan şiir bunun için tehlikesizdir. Taklitçi olmayan batıcılık bunun için tehlikelidir. Gerçeği arayan doğu bunun için tehlikelidir"
Oğuz Atay'ın içini görebileceğimiz kitap. Hayatının son 3 yılında olanları kendi kendine yazdığı bir çeşit kısa biyografi. Yazarın ne duyarlı, ne düşünceli, nasıl çekingen ve alçak gönüllü olduğunu bir kez daha anladım. Tutunamayanlar'ın yazarı, ülkemizde nadir kullanılan roman tekniklerinin deneyeni, düşünce yazarı Oğuz Atay kendini sorguluyor. Alçak gönüllülükle çok da bir şey başaramadım belki Tutunamayanlar'da diyor. Yayımlanması gibi bir amacı olmayan kendi kendine tuttuğu günlüğünde bunları söylemesi samimiyetini gösteriyor bence.
Belki çok yenilik yapamadım diyor sonlarına doğru. Geç başladım, bir şeylere geç kaldım ve erken de bırakmak zorunda kalıyorum. İnsanın geleceği elinden alınınca şimdisinin de bir anlamı kalmıyor diyor. Gözlerim dolarak okudum, bitirdiğimde kendime gelemedim sanki bir tanıdığımı kaybetmişim gibi oldum.
Yazarın kendini sorgulaması dışında tüm eserlerinde olan Türkiye çözümlemeleri de muhteşemdi. Türkiye'nin ruhunu kavramaya en yakın yazarlardan birisidir sanırım. Türkiye'nin Ruhu adıyla yazacağı büyük projesi için aldığı notları da görüyoruz günlüğünde. Bunun dışında Tehlikeli Oyunlar, Oyunlarla Yaşayanlar gibi kitaplarıyla ilgili planları, düşünceleri, fikirlerini yazma aşamasındaki sancılarını göz önüne seriyor.
Benim için yanlış sıralamaya kurban gitti. Son 3 eserini okumadım ve günlükte o eserlerinin yazım süreci yer alıyordu o yüzden bir zaman sonra tekrar döneceğim günlüğüne.
Deyəsən Günlük'ü belə gec bitirməyimin səbəbi Oğuz Atay'la başlayan birşeyin onunla bitməsi qorxusuydu. Lakin təəssüf ki insanlar kitab deyil, təəssüf ki onlar da bitməsin deyə yarıda saxlamaq olmur...
Atay’ın kitapları, yazı çalışmaları, okudukları ve hayata dair toplumsal, sanatsal, bilimsel bakış açısı ile ilgili notlar aldığı günlük, ameliyattan sonraki birkaç günün yazılmasıyla sona eriyor. Çalışmalarını, hayal ettiklerini tamamlayamadan bu kadar erken gidişi insanın içini burkuyor. Geleceği elinden alınan adam…
Ülkemiz edebiyatının ve yazarlarının içinde bulunduğu sorunlar üzerinde fikirleri ve özellikle hayata ve ülkesine bakışıyla ilgili yazdığı kısımlar çerçeveletip duvara asılacak cinsten esaslı ve ilgili çekici. Yazdığı ve yazmak istediği eserler hakkında bazı düşünceleri ve taslakları da yer alıyor bu günlükte. Böylesine değerli bir insanı genç yaşta kaybetmek çok üzücü. Türkiye'nin Ruhu yazılsaydı nasıl bir eser olurdu diye merak ediyor insan. Ve belki birkaç eser daha yazacaktı, bilinmez.
Oğuz Atay'ın, 1970-1977 arası, hayatının son yıllarında yazdığı günlüğü. Daha çok eserlerinin oluşum süreci; yapmak istedikleri, okumalarından notları ve farklı okumalarını birleştirdiği çağrışımları olarak ele almak mümkün. Kesinlikle tüm eserleri okunduktan sonra okunması gerekli bence. Ben Eylembilim ve Oyunlarla Yaşayanlar'ı okumadığım için eksiklik hissettim. Özellikle bir yazarın bir romanı ya da öyküyü kurgularken ki çatışmalarını çok iyi gözlemleme fırsatı veriyor. Ve son yılları... Hastalıkla geçen son yıllarda yazdıkları her ne kadar çok derine inmese de, yine yapıtlarıyla ilgili planlarını aktarsa da çoğunlukla, yine de çok yürek burkucu... Sağ tarafı el yazısı, sol tarafı ise dizgiden geçmiş olması da ayrı güzel. Çoğunlukla el yazısından takip etmeye çalıştım, bu imkanın verilmesi çok keyifliydi.
“Müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır, ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezasının ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ilk günahımız budur: Cezalandırılmayan küçük günahların toplamı -hoşgörümüz de- budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır.”
Günlük; bir yazarın çalışma masasına eğilip kafasının içinde yürüttüğü roman, oyun hazırlıklarına şahitlik etmek gibi. Sanıldığı gibi bir günlük değil bir çalışma-not defteri.
İlk yazı 25 Nisan 1970 tarihinde şöyle bitiyor: “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar ! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.” Günlüğün en çarpıcı yeri ise ölümünden 70 gün önce yazdığı şu bölüm: “Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz da ayakta durma gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım”
“İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar. Onları üzmek çok zor: kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında.”
Birinin günlüğünü okumak çok heyecan verici. Çünkü karşında kurgu bir karakter yok, doğrudan bir insanın kendi sesi var. Sayfaları çevirirken, onunla masa başında uzun bir sohbete oturuyorsun sanki. Hele bu kitapta olduğu gibi, doğrudan el yazısıyla tutulmuş defterlerden derlenmiş bir metinse… Edebi süsler, kurmaca mesafeler yok; yalnızca ham haliyle bir insan var.
Bu sohbette en keyif aldığım bölüm şüphesiz Türkiye analizleriydi. Doğu-Batı arasında sıkışmış Türk aydınının zamanla kendi toplumuna yabancılaşmasını, başkasının kavramlarıyla kendini ve halkını tanımlama yanılgısını, “kültür gangsterlerinin” sanata esnaf mantığıyla yaklaşarak bu alanı yozlaştırmasını bir aydın ve sanatçı olarak etkileyici bir şekilde tahlil ediyor.
Bir yazar olarak karakterlerini ve kurgularını nasıl inşa ettiğini anlatması da bence kitabın en ilginç taraflarından. Sosyoloji ve felsefe alanındaki büyük isimlerden nasıl beslendiğini, onların fikirlerini birer yapı taşı gibi kurgusuna eklediğini gösteriyor. “İyi bir yazar, aynı zamanda iyi bir sosyolog olmalıdır” sözü, Atay’ın satırlarında fazlasıyla doğrulanıyor.
Ben, Oğuz Atay’ı gerçek anlamda bu eserle tanıdım. İyi ki tanıdım.