Portakal yanaklı kadınlar, taş döşeli sokaklar, kalın ve kapkara, katmerli korkular, yaralı keklikler, yapraksız ağaçlar, kıpırtılar, derinlikler, cansız çıtırtılar... Zaman nereye akar?
Hasan Ali Toptaş, ustalıkla gökyüzünün griliğini anlatıyor, un ufak olmuş hayatları, fısıldayan eşyaları, merak ettiren ve inanılmayan sözcükleri... Serinliğin yaprak hışırtısı...
Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş’ın hikâyeleri... Derviş yavaşlığı... Türkçenin şahikası...
"Kaldı ki, kendi kendime bir açıklama yapsam bile, hangi kendime yapacaktım? Masanın birinde genç, birindeyse yaşlı ve yorgundum. Ben bana, ben bana bakıyordum. Daha sonra, bu bakışım sırasında, ayrı zamanların çakışmasından apayrı bir zaman mı doğdu pek bilemiyorum ama, birdenbire kendimle göz göze geldim."
Hasan Ali Toptaş, a truck driver’s son, was born in Baklan, southwest Anatolia, in 1958. After completing his military service, he survived by doing odd jobs until he found a position at the Office of Inland Revenue. He worked in various small towns as a bailiff and treasurer, and finally as a tax officer. Following the publication of a few short stories in journals and anthologies, he paid for the printing of his first volume of stories Bir Gülüşün Kimliği in 1987. He submitted his second novel Gölgesizler (1995) to the Yunus Nadi Prize jury, and won. This novel was later adapted into a feature film (2007). Toptaş has received many other awards, including the Cevdet Kudret Liteary Award for his novel Bin Hüzünlü Haz (1999) and the Orhan Kemal Award for Best Novel for Uykuların Doğusu (2005). Yalnızlıklar (1990), poetic texts he constructed as a series of encyclopedia entries, has been successfully adapted to the stage. Toptaş retired in 2005, and since then has dedicated himself fulltime to his writing. His most recent book, the novel Heba (2013), will be published in English by Bloomsbury in 2015, and is to be followed by the English translation of Gölgesizler. Toptaş’s work has been published in many languages, including Dutch, French, German and Korean.
Kitabın elimdeki ve içimdeki sıcaklığı eksilmeden yazamadım bu yorumu, o yüzden belki de etkisinden çıkmış olabilirim biraz.
Toptaş'ın cümlelerinin içime yayıldığını duyumsarım ben. Sanki o dolma kalemiyle oydukça kelimeleri kâğıda, benim içime de yayılır mürekkep. Yayılır, büyür de büyür ve göl olur sonra. Bu hisle okuyorum ben Toptaş'ı genelde ama bu kitabın içime öyle yayılamadığını hissettim nedenini çok anlayamasam da. Tür olarak öyküyü çok sevsem ve romandansa onu kendime daha yakın bulsam da öykülerde Toptaş'ın akışının kesildiğini, dizginlendiğini hissetmişimdir belki ve belki de bundandır bu yayılamayış.
Öykülerin temalarının birbirine benzer olması (ne denir bunlarınkine, "ölü zaman gezginliği" mi, bilmem) beni öyküdeki "dönüş"ü beklemeye itti hep. Neyin geleceğini biliyordum, bunun nasıl olacağını bilemesem de.
Sonsuzluğa Nokta için gönlümü sarmalıyor, kalp atışlarımla oynuyor demiştim. Ölü Zaman Gezginleri için de -öykülerdeki "dönüş"ün dolayısıyla- gönlümün yerini, yönünü değiştiriyor diyebilirim belki. Hislerimin, düşüncelerimin duruşunu değiştiriyor, beni metinde gezdiriyor, "Orada durma, bir de şuradan bak bakalım," diyordu sanki.
Öykülerin artlarında bıraktıkları hisse "vurucu" diyebilirdim sanırım eğer kelimenin olumsuz ve şiddet dolu anlamından çekinmeseydim.
Beni kendine en çok bağlayan öykü "Dünya Bir Gülnida" oldu. Aslında erkek yazarların kadın (baş)karakterler hakkında yazmasını çoğu zaman cüretkârlık addediyorum çünkü bu yazarlar yazdıklarıyla kadın'ı tanımak (veya en azından tanımaya çalışmak) bir yana dursun, insan'ı da anlamadıklarını hissettiriyorlar bana. Burada hiç öyle bir şey hissetmedim ve yapılanı cüretkârlık saymadım ama. Zamansız yazarların insan'ı ve "insan olma"yı anladığından bahsederiz hep. Öykünün son cümlesini okuduğumda Toptaş'ın da insan'ı anladığını düşündüm ben. Hatta öyle bir anlıyordu ki, bir okur olarak öyküdeki gibi benim de evimde havasız kaldığımı biliyormuşçasına cümleleriyle bana pencereler sunuyor, onları tek tek açıyor ve sırf "anladığını" sezdirerek bile içimi ferahlatıp serinletiyordu.
Kısa hikayelerden oluşan ve içinde kaybolduğunuzda zamanın nasıl akıp gittiğini anlamayacağınız bir Beni en çok şaşırtan Heba 'da okuduğumuz karakterlerden olan "Yabu"nun burada tekrar karşıma çıkmış olması oldu. Onun hikayesinde eksik kalan kısmı burada tamamlamış olduğum için kendimi şanslı hissettim.
Heba'yı okuduysanız, "Ölü Zaman Gezginleri"ni de mutlaka okumalısınız.
Yazarın şimdiye kadar okuduğum tüm eserleri gibi bu da eşsizdi.
Öykü kitapları, artarda öyküleri okumak, takip etmeye çalışmak, karakterleri karıştırıp olayları dağıtmak normal şartlarda sevdiğim bir şey değildir. Bir romanın bütünselliği her zaman daha çekici gelmiştir bana. Fakat Hasan Ali Toptaş'ın öyküleri, kısa veya uzun, her biri bir roman gibi doyurucu ve bütüncüldü. Yazar gerçek bir dil ustası, alelade olayları, karakterleri bile akla sığmayacak kelimelerle anlatıp okuyana mal ediyor. Kendini karakterin yanı başında oturur buluyor insan.
Kitapta yer alan he öykü muhteşemdi. Herkese tavsiye ederim.
"Sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer" diyor bir Alman eleştirmen gazetede.
Haklı. Birbiri içine karışan hayatlar, karmakarışık karakterler, öykü içinde öykü, ölüm-yaşam, somut-soyut, rüya-gerçek arasında giden bir kurgu.. Bu hikayeler kesinlikle çok leziz. Bir ara tam "Borges'in diline benziyor." dedim de bir paragraf sonra karşıma Borges kitabı okuyan bir karakter çıkmasın mı hikayede! :)
Borges'in yanı sıra Virginia Woolf, hatta Kafka da rahatlıkla eşlik edebilir Toptaş'ın anlatımına. Zihnimde hepsini bir araya koydum ben: Londra'dan, Prag'tan, Buenos Aires'ten ve Anadolu'dan bilinç akışı hikayeler.. Çok uyumlu oldular.
Favori seçemeyeceğim. Her hikayeyi (her ölümü/dönüşümü/yolculuğu) ayrı sevdim.
Not: Kitap odaklanma istiyor. Hakkını vermek için hikayelerin sessiz, sakin ortamda, hatta birden fazla okunmaları gerekebilir.
Kitaptaki cümleler güzel, altını çiziyorum. Mesela: ''Orada, mutfak masasının dibinde, anlamı çözülmeyen simsiyah bir sözcük gibi öylece yattı'' Öykülere gelince Toptaş'ın bahsedilen Kafkaesk dünyası bu mudur, bilmiyorum ama unuttum çoğunu. Sanki tüm öykülerin sonu Edgar Allen Poe'nun şu ünlü ikizler hikayesi gibi. Tüm öykülerin sonu aynı yere çıkıyor. Bir öyküde(Çift Çizgi) Borges'i anlatıyor, o güzeldi mesela. Şarap Lekesi, Yabu. Ama, Gündüz Güzeli ve Kupa Kızı filmlerinin havasını veren Gökyüzü Gri ya da Org'un bağlandığı metafizik yerleri anlamadım.
Sırada Gölgesizler var. Umarım dahası için sabrım olur.
"Tutkularımız bizim kulplarımızdır ne de olsa, en kolay ve en çabuk onlarla ele geçiriliriz." 4,5/5⭐️⭐️⭐️⭐️ Hasan Ali Toptaş'dan okuduğum üçüncü kitabının yorumuyla merhaba! Yazardan daha önce muhtemelen günümüz Türk edebiyatından ilk okuduğum kitaplardan biri olan Kuşlar Yasına Gider'i okumuştum ve ardından geçen aylarda Harfler ve Notalar isimli muhteşem kitabını okudum. Ölü Zaman Gezginleri'ni ise bir öneri üzerine çok merak etmiştim ama açıkçası öykü türünde bir kitap olduğunu bilmiyordum. Yazarın kısa öykülerden oluşan bu kitabında yazarın tanıdık kalemi o kadar ağır basıyor ki kendisinden okuduğum diğer kitaplarında içine girdiğim sakin, naif halime büründüm bir anda. Gerçeklik çizgisinde bu kadar ince yürümesi, yine insanı afallatan alıntılarıyla çok güzel bir kitaptı. Fakat ben bütün bir konuyu ele aldığı diğer kitabı gibi soluksuz okuyamadım. Her öykü biraz daha devam etsin istedim açıkçası. Kendi günümüz edebiyatında bu kadar kendine has bir kalemi olan çok az yazar biliyorum. Birçok okuduğum yazar var ama Toptaş ismini ne zaman duysam ya da düşünsem yüzümde oluşan naif tebessüme engel olamıyorum ki buna çok tanık olmadığımı söylemeliyim. Yazardan sırada Gölgesizler kitabını okumayı düşünüyorum, yorumuyla görüşmek üzere. Size de keyifli okumalar dilerim..
“Gerçi, sonraki günlerde de gittik Han’a, hatta bunu bir geleneğe dönüştürdük. Ama, ilk günkü gibi beyaz leblebiyle bira içmiyorduk artık, herkes kendi içkisine dönmüştü. Üstelik, garsonlar sana rakı bana şarap getirdikçe, geçmişteki biraların tadı hızla bozulmuştu. Artık biliyorduk ki, o biralar şişelenmiş birer uzlaşmaydı.
İşte, her şey bunu anlamakla başladı bence. Hiç kimsenin uzlaşma anında kendisi olamayacağını düşünerek, tanışmamızı kocaman bir yalana benzetiyordum.”
“Neredesin Gringo”, Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş, s.77-78 İletişim Yayınları, 5. Baskı.
“Onun, içi boş sözcüklerden oluşan tümceleri öfkeli bir sesle hiç düşünmeden ortalığa saçıp savurması beni kaygılandırmaya başlamıştı. Üstelik, bir insanın sözcüklere bu denli güvenmesini ve onlardan bu denli umut beklemesini ilk kez yadırgıyordum.”
“Şarap Lekesi”, Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş s. 24 İletişim Yayınları, 5. Baskı.
“Sokakta, birdenbire dilenciler görünecekti o böyle düşünürken; duvar diplerinde oturup kısık gözlerle süzeceklerdi bizi. Taşıdıkları umut, yürüyüş şeklimize göre dalgalanacaktı bir süre. Sonra, sarhoşlar geçecekti sokaktan, kaset satıcıları, domates biber taşıyan külüstür kamyonetler, simitçiler ve piyango bileti satan beyaz şapkalı adamlar geçecekti. Onların ardından da zincir şakırtılarıyla silah sesleri geçecekti kuşkusuz. Bunları görünce, biz içimizdeki sokaklara sapacaktık hemen; sanat merkezlerinin, kitapçıların tiyatro salonlarının ve çiçekçilerin önünden yürüyecektik. Hangi sokakta olduğumuzu şaşıracaktık bir an, düşte mi gerçekte mi derken, önümüze fırlatılan yumruk iriliğindeki tükrük ve onu izleyen berbat bir gırtlak temizleme sesi içimizdeki sokaktan alıp yürüdüğümüz sokağa getirecekti bizi.”
“Ölü Zaman Gezginleri”, Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş, s. 64-65 İletişim Yayınları, 5. Baskı.
“O sırada garson, her zamanki gibi üçümüzü de süzdü; iki nöbetçi kedi karşımıza çömeldi yani ve bize bakmaya başladılar. Bence, biraya olan düşkünlüğümüzü saptamıştı garson ve bunu beyninde taşıdığı hesap pusulasının bir köşesine not etmişti. Öyle ya, ne olur ne olmaz; bir gün birileri gelip tutkularımızı sorabilir ona; ve tutkularımız bizim kulplarımızdır ne de olsa, en kolay ve en çabuk onlarla ele geçiriliriz.”
“Ölü Zaman Gezginleri”, Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş, s. 69 İletişim Yayınları, 5. Baskı.
“Ben de koltuğumu pencerenin dibine iyice yaklaştırdım. Caddeden gelip geçen insanlara bakarken, hiçbir şey bitmiyor, diye mırıldandım. Hele geçmiş, hiç bitmiyor. Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli. Bunun için, akşamları birbirlerine misafirliğe gidiyorlar söz gelimi, birbirlerine, tepsiler, tabaklar ve kadehler dolusu geçmiş sunuyorlar. Bir o kadarını da hatıra defterlerinde, fotoğraf albümlerinde, çekmecelerde ve belleklerde saklıyorlar. Ben, tiksiniyorum geçmişimden. Para, buyruk ve güvence kokan bir insanla birlikte yaşamayı, çorap kokusunu, sevişmesiz geçen geceleri hiç sevmiyorum. Hatırlamak bile istemiyorum geçmişimi, diyorum kimi zaman, sanki hatırlamak fiilinin ipleri parmak uçlarıma bağlıymış gibi. Dünü yok edemeyiz, diyor Gülnida da. Çiçeklerin yaprağındaki, tenimizdeki, sesimizdeki, ağzımızın alıştığı tatlardaki, nasıldı’lardaki, kimdi’lerdeki, öyle miydi’lerdeki dünü…”
“Dünya Bir Gülnida”, Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş, s. 117 İletişim Yayınları, 5. Baskı.
İçi dışı, gerçeği düşü, geçmişi şimdisi geleceği karışmış karakterler... Kelimelerle dalga geçen bir adam Hasan Ali Toptaş. Adeta tutmuş hepsini, sıkıştırmış, top yapıp oynamış. Sakin kafayla okumak lazım.
Bazı kalemlerin mürekkebi acı, kağıdıysa gerçekler oluyor. Gerçeğin üzerine acıyla gerçek üstünü yontuyorlar sonrasında. Okurken bir çırpıda beyninizi zapt eden, yüreğinizi kıstıran kelimeler yüzünden yazara kızdığınız oluyor. En azından ben de böyle oluyor. Gözlerimi kapatayım geçsin değil tutumum lakin ciğerimi dağlayan yazarları nefeslenerek okumak gibi bir alışkanlığım var. Dostoyevski'de sıkça düştüğüm bu hâle Hasan Ali Toptaş da beni sürükledi. Durup sustuğum ardından bir başkasına anlatıp içimden atmaya çalıştığım öyküler vardı bu kitapta.
Dili 2019 yılındaki en iyi üç yazarımın içindeydi. Lezzetli ve benzersiz bir ritme sahip belli ki kalbi. Dürüst ve de duru bir tavrı var bundan ötürü ekstra sevdim. Ölmek, unutmak, unutulmak, dirilmek yaşarken kıskıvrak yok olmak, hüzne boğulup onunla yoğrulmak, kaybolmak, sınırların ardında bir başka sınırlara atıflar da bulunmak, kimliği yitirmek, benliği biraz da dışarıdan seyreylemek hepsi ve daha fazlası için birçok öykü vardı. Beni yordu, bir önceki öykü kitabı da Kanayak olunca ekstra yıprandım muhtemelen. Lakin gerçekler her daim içimizdeler.
Zihnime Kazıdıklarım: -Yabu -Ölü Zaman Gezginleri -Zaman Kimi Zaman -Karanlık Beyaz
Dip not: Sevgili İlgi'ye tanışmamızı sağladığı için çokça teşekkürler.
Hasan Ali Toptaş ile bugün tanıştım ve onu bilmeden, okumadan geçirdiğim her bir gün için ayrı ayrı üzülüyorum. Kelimelerle dans eden, duyguları adeta parmağında oynatan bu yazara daha tek kitapta hayran kaldım. Öykülerinin yazım dili, inceliği, duyguları, geçişleri, her şeyi muhteşemdi. Onu kuru kelimelerimle övmek yetmez, onun edebiyatının yanında çok sönük ve eksik kalır. Bütün kitaplarını okuyacağım. Muhteşem.
Bir kitap okurken yazarıyla empati kurmaya çalışmak bazen kitabın kendinden daha çok keyif vermeye başlıyor.. Bazı kitaplar yazarını çok iyi sakladığında ise onu daha derinlerde bulmaya uğraşmak ise ayrıca başka bir keyif oluyor. Bu kitaptaki öykülerde her ikisini de bulabiliyorsunuz. Öykülerin asıl çıkış noktası bence şu söz ile özetlenebilir ki "Zaman içinde zaman mekan içinde mekan..." Bayıldım, başucu kitaplarım arasına koymaya karar verdim. Mutlaka okumalısınız!! . . (Her sözü ayrı bir alıntı olabilecek değerde olduğundan sadece yazarı gördüğüm bu cümlesini paylaşmak isterim.) "Öykü yazma isteğimi kanepelerin altına, dolapların içine, öteki odalara ve eski dergilerle doldurulmuş karton kutuların arasına saçıp savurduktan sonra, hiç ummadığım bir yerde, yatağımda buldum yazı makinasını."
"Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular." Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ilk kitabı. Bu kitap, yazar hakkında yeterli bilgi verebilir mi, bunu yazarın diğer kitaplarını da okuyanlara sormak lazımsa da ben bu kitapla çok merak ettiğim Hasan Ali Toptaş ve öykülerini zihnimden silinmeyecek bir yere oturttum sanıyorum. Kelimelerin bu kadar sihirli biçimde kullanılışı, benim Türkçe edebiyatta sık rastlamadığım bir durum. Kelimeler kaleminden değil de zihninden dökülmüş gibi hem çok doğal hem değil. Tarifi zor öyküler ve tarifi zor bir yazar. Yabu, Karanlık Beyaz, Sümbüller Sen Kokar,Gökyüzü Gri, Zaman Kimi Zaman, Şarap Lekesi favori öykülerim.
Öyküler hep aynı beklenmedik sonla biterse, beklenmedik sonlar bir klişeye dönüşür mü? Klişeye değilse bile artık bir öykünün sonunun beklenmedik biçimde biteceğini bekler hale gelmez miyiz? Belki de bu öyküleri bir araya getirerek yapmak istediği de bu... Kendi içerisine dönen, kuyruğunu yutan yılan misali döngüsel zamanla içli dışlı zengin öyküler. Favorilerim: Gökyüzü Gri, Dünya Bir Gülnida ve Herkes Gibi Safa Bey.
"Aynanın önünde oturuyor. Kendisiyle barış denemeleri yapacak, biliyorum. Kaşlarını inceltecek yanaklarına allık sürecek, yüzüne oturttuğu iğreti anlamla tazelendiğini sanarak ortalıkta köpek leşi gibi tekmelenip duran onurunu kurtarmaya çalışacak." Dünya Bir Gülnida, Ölü Zaman Gezginleri, Hasa Ali Toptaş
Hasan Ali Toptaş'ın öyküleri alelade anlaşılabilecek gibi değil bence. Biraz oturup hazmetmek gerekiyor. Dili ise anlaşılmayı hedeflemiyor. Derinden etkiliyor. Çok başarılı bulduğum bir kitaptı. Kuşlar Yasına Gider'i okuduysanız, biraz da yazarın farklı yazma stilini tadayım derseniz tavsiyemdir.
Yazarın okuduğum ilk kitabı, çok etkilendim, hayran oldum, hep yazsın, hep okuyum istedim.. Hayal tadında, içime işleyen hikayeler, tadı damağımda kalan bir anlatım..
İlk kez bir kitabını okuyorum. Keşke daha önce karşılayaydım. Türkçe yazarlar arasında en orjinallerine en biri. Türkçenin kafkası olarak anılmakta haklı. Dili gerçekten çok iyi kullanıyor. Bu tarz bir yazın cesaret işi, yazarda bu özgüven var. Öykülerini çocuğu gibi sevdiğini biliyorum.
Hayatını memur olarak geçirmiş birinin nasıl bu kadar zengin bir gözlem gücüne, içsel zenginliğe sahip olduğuda okurken sürekli kafamda dönüp durdu.
Yazındaki iyi taraflara karşı öykülerin içeriği bana hitap etmedi. En iyi öykü şarap lekesiydi. Diğer kitaplarını da merak ediyorum.
Bu arada okurken hep orhan pamuk'un beyaz kale ve borges'in ayna meteforlarını hatırladım.
Bunun öncesinde bir iki kitap dışında öykü kitabı geçmişim yoktu ve daha önce hiç Hasan Ali Toptaş kitabı da okumamıştım, bu kitabı okumamla birlikte söyleyebilirim ki son kitabı da olmayacak. İlk defa bir kitap hakkında bir şeyler yazma ihtiyacı duydum, o kadar etkiledi beni.
Öykü okumaya başlamak için ideal bir kitap mıydı bilemiyorum fakat anlaşılması zor, öykülerin iki kere okunmaya değecek kadar güzel ve karışık olması bence bu kitabı benim için değerli yapan şeylerden.
Uzun zamandır kitap okurken ağlamamıştım ama cümlelerin insanı geçmişte bir yerlere götürmesinden midir yoksa öykülerdeki olayların insanın içinde bir yerlere dokunmasından mıdır birkaç öyküde kitabı elimden bırakmam gerekecek kadar ağladım.
En çok hoşuma giden ve beni en çok etkileyen öyküyü de şöyle bırakayım... Yabu. Öykünün diğerlerinden ayrılan ve beni etkileyen yanı da olabildiğince basit olması.
Ve son olarak bu kitap kısa zamanda tekrar okunması gereken kitaplar listeme eklendi!
Bir Hasan Ali Toptas klasiği. Var olan ile yok olanın karıştığı, real ve sürreal arasındaki müthiş geçişler. Birbirinden güzel 16 öyküyü okurken bazılarından Kafka okuyormuş izlenimi alabilirsiniz.
Okuduğum ilk Hasan Ali Toptaş kitabı. Bir kaç alıntı yapacağım unutmamak adına.
"Bir kuşluk vakti balkonda oturuyorduk. Yüzüme bakıyordu ikide bir, derime sinen geldiğim yeri arıyordu belki; ellerimin nasıl el olduğunu, kirpiklerimin nereye doğru kırıldığını öğrenmek istiyordum.
Bende büyümelerinden korkarak gözlerimi kapatmıştım. Büyülerse onlarla birlikte ben de büyüyecektim sanki. Sonra da dedelerimden kalan kelepçe ürpertisi bileklerimde ışıldamaya başlayacak, ruhuma karışan zincirlenmiş köpek ruhu zincir şakırtılarını işittikçe vahşileşecek, çobansı yanımdan yanık kaval sesleri yükselecek, ninemin erkek gölgemde kuraklaşan gözleri gelip gözlerimden dışarı bakacak ve sesime yüreğimdeki bozkırın sessizliği karışacaktı."
"Tutkularımız bizim kulplarımızdır ne de olsa, en kolay ve en çabuk onlarla ele geçebiliriz."
"Böylesine derin bir sessizliği ancak büyük gürültülere hazırlanan ruhlar taşıyabilirdi."
Yazarın okuduğum ilk kitabı "Kuşlar Yasına Gider"'den sonra dili ve anlatımına o kadar hayran kaldım ki başka bir kitabını okumak için adeta sabırsızlandım. Ancak şunu söylemeliyim ki bu kitabı okurken oldukça zor ilerledim. Dümdüz kurulmuş bir cümle bulmak oldukça zor kitapta, çok fazla mecaz ve betimleme var, bazı öyküleri okurken yoruldum. Bu olumsuz bir eleştiri olarak algılanmasın, sadece kitabı bitirdiğimde daha farklı şekilde okumuş olmam gerektiğini düşündüm. Mecazların güzelliğine kapılıp öykünün başını / gidişatını unuttuğum ve bazı sayfaları tekrar tekrar okuduğum oldu. Örnek vermek gerekirse yazar "kafasında bir sürü soru vardı" gibi basitçe kurulabilecek bir cümleyi bile "Kirpiklerinde yüzlerce soru işareti asılıydı" cümlesi ile anlatmış. Yazarın Türk dilinin güzelliğini ve sınırsızlığını temsil etme konusunda bayrak taşıyanlardan olduğunu düşünüyorum. Öykülerin sonları anlatılan hikayeyi nihayete bağlamaktan ziyade asıl anlatılmak isteneni anlamamış olduğu izlenimi veriyor insana. Üslup oldukça farklı. Özellikle kitaba adını veren Ölü Zaman Gezginleri öyküsü anlaşılması çok zor ve ağır bir öykü bana göre. Bence bu tek solukta okunması gereken bir kitaptan ziyade bir başucu kitabı olmalı. Hikayeler yavaş yavaş, sindirilerek, her bir cümlenin güzelliğinin hakkı verilerek okunmalı. Ben bu şekilde okumadığım için kitabın hakkını veremediğimi düşünüyorum.
Pek cok yerini birden fazla okumami gerektirdi. Gokyuzu Gri ve Yabu disinda aklimda kalani olmayacak. Iz birakan, uzerine uzun uzun dusunduren, okuduktan yillar sonra bile tamamini olmasa da okurkenki hislerinizi hatirlayacaginiz bir kitap degildi benim acimdan. Iyice odaklanmadan okumasi mumkun olmayan, Turkce'nin akip gittigi ve edebi lezzeti olan bir kitapti.
Bu kitap öyle bir kitap olmuş ki sadece cümleler var hikaye asla yok. Okurken ‘ne okuyorum ben şuan’ hissi yayılıyor. Her hikayede aynı benzer ‘etkileyici sanatsal cümleler’ ve yine benzer konular var. —Mesela: ‘eller’ sürekli ellere bir şeyler oluyor, bi bulanıklaşıyor bir hissedemiyor.. 2. Hikayeden sonra eller büyüsünü kaybetti bende. Sonra, ‘sen karşımda birdenbire sebepsizce büyüyordun’ tarzı cümleler.... Bunları 10 kere okuyunca etki kalmıyor. —Hikayeler hep karman çorman, kim kim belli değil, sonunda hep benzer mutsuz son, bir şizofrenlik.
Okuduğum ilk Hasan Ali Toptaş kitabı. Uzun zamandır bekliyorum sanki zamanı gelecek benim onu okumam anlam bulacak gibi. Öyle bir şey olmadı. Genelde böyle güzel edebi cümleler için okuduğum kitaplar olur. Türk yazarlarından yoktu. O yüzden çok hevesliydim kendi ana dilimde de etkileyici cümleler bulmaya. Ancak dediğim gibi hikayelerde bütünlük olmayınca, bazı şeyler çok tekrar edince, aradaki gerçekten güzel cümleler de geçip gidiyor anında. Klasik bir dille yazılıp, araya iyiler serpiştirilince daha kıymetli oluyor.
Yine de tek kitapla yargılamıcam. Asıl merak ettiğim ‘Kuşlar Yasına Gider’ kitabı. Ona da aynı hevesle başlıcam.
bu kitaptaki öyküler bir süre sonra bana optik ilüzyon resimlerinin söze dökülmüşü gibi gelmeye başladı. biraz vikipediayı karıştırdım ve bu kavramın 'penrose merdivenleri' olarak geçtiğini gördüm. tıpkı bu resimlerdeki gibi bu öykülerde de karakterler gerçek hayatta ve üç boyutta varolamayack şekilde içiçe geçmiş durumda. Bu anlamda deneysel ve özgün olduğunu kabul etmek gerekir. ancak okurken beni alıp götürmedi bu nedenle 3* verdim.
Öykülerin sıradışı bir şekilde ilerlemesi ve finallerinde hep beni şok etmesine bayıldım. Daha önce böyle okuyucu ters düşüren öyküler okumamıştım. Fakat ben okuduğum öykülerde samimiyet ve sıcaklık ararım. Kendimden bir parça bulmak isterim. Ne yazık ki Toptaş'ın kalemi beni duygusal yönden yakalayamadı.
Ölü Zaman Gezginleri: 5 yıldız Yoklar Fısıltısı: 4 yıldız Toplamda 4.5’tan 5 yıldız ;) Öykülerdeki bütünlük son derece etkileyici. İçlerinden en çok Yabu ve Org’dan etkilendim. Ellerine sağlık Hasan Ali Toptaş’ın. Öykülerin ilk yayınlanışından bu yana yaklaşık otuz yıl geçmiş. Hep daha iyiye, daha güzele giden yolculuğunda kalem tutan ellerine sağlık...
Farklı hikayler,biraz şizofronik boyutu ağır basan kahramanlardan oluşmuş. Özellikle şarap lekesi ve zaman kimi zaman hikayelerini çok sevdim. Hep başka kişiliklere bürünmeyi incelemiş olması biraz monoton yapmış.