Balıkçılar, sünger avcıları, dalgıçlar, gemiciler...Halikarnas Balıkçısı'nın hikaye ve romanlarıyla gelen bu tipler, sadece edebiyata ilk kez geldikleri için ilginç değildirler. Balıkçı, denize bağlı olarak, güzelliği, özgürlüğü, başkaldırıyı, insanoğlunun geçmişteki ve gelecekteki arayışlarını kayıplarını, bunalımlarını, korkularını, ışığı kırar gibi kendiliğinden alabildiğine etkin bir anlatımla ortaya koyarak, çağdaş insancıl bakışla eski uygarlıklar arasındaki bağları göstermiştir.
Balıkçı'nın ilk romanı olan Agata Burina Burinata, yazarın şiirli ve müzikli dilinin, doğa ve insan sevgisinin, tanıtım ve duygusal gücünün en güzel örneklerinden biridir.
Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Balıkçı 17 Nisan 1890'da doğdu. İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi'nde, ortaöğrenimini Robert Koleji'nde yaptı (1904). Oxford Üniversitesi'nde dört yıl Yakın Çağlar Tarihi okudu, üniversiteyi orada bitirdi. İstanbul'a dönünce Resimli Ay, İnci vb. dergilerde yazılar yazdı, kapak resimleri ve süslemeler yaptı, karikatürler çizdi (1910-1925). Cumhuriyetten sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden üç yıl kalebentlikle Bodrum'a sürüldü. Cezasının son yarısını İstanbul'da çektikten sonra yeniden döndüğü Bodrum'da kaldı; Anadolu ve Akdeniz kültürünün tanınması için çalıştı, kapsamlı araştırmalar yaptı. Araştırma sonuçlarını denemeleriyle dünya okuruna sundu. Serveti Fünun, Cumhuriyet ve daha sonra Demokrat İzmir gibi dergi ve gazetelerde yazdığı yazı, hikâye ve romanlarla uluslararası bir üne ulaştı. Hedefi Yunan uygarlığının kökeninin Anadolu uygarlığı olduğu düşüncesini yaygınlaştırmaktı. Bodrum’un uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı. Neredeyse Bodrum’la özdeşleşti; bu nedenle, Bodrum’un eski adı Halikarnassos’tan kaynaklı, “Halikarnas Balıkçısı” adıyla anıldı. 1947'de İzmir'e yerleşen Halikarnas Balıkçısı, 13 Ekim 1973'te bu kentte öldü. Çok sevdiği Bodrum'a gömüldü.
yazar, hem anlattığı şeyi her ayrıntısıyla bilerek, hem de tam anlamıyla hissederek yazınca, anlattığı konunun ne olduğunun hiçbir önemi kalmıyor aslında. en sevdiğiniz şeyden de bahsetse, hiç bilmediğiniz bir şeyden de; sonsuz bir zevk alarak okuyorsunuz. yaşar kemal'i de, john steinbeck'i de, sabahattin ali'yi de, orhan pamuk'u da niye çok severek okuyorsam bu kitabı da o yüzden o kadar sevdim. burnuna deniz kokusu geliyor insanın.
bi de, bu yaşa kadar okumamış olmak da benim ayıbım olsun. tekrar okuyacak yaştayız aslında.
Özetle Mahmut isimli bir çocuğun denize olan ilgisi ile başlayıp onun yetişkinlik zamanlarına kadar uzanan deniz-kara çekişmesinin bir romanıdır "Aganta Burina Burinata". Anlatımı sade ve okunması kolay bir kitap olduğunu düşünüyorum. Betimlemeler öyle canlı bir hal alıyor ki hislerinizin çeşitli sayfalarda aktive olmaması pek mümkün değil. Ana karakter "Mahmut" olmasına rağmen ben "Fatma" karakterine dair kısımları okumaktan çok keyif aldım. Denizcilik terimlerine çok yabancı biri olarak yeni terimlere aşina edilişimde mutluluk verdi. Yazarın hayatı da bir roman gibi bu sebeple kitapla birlikte Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın yaşamına da göz atmanızı tavsiye ediyorum.
Kitaptan kendime not düşmek istediklerim:
"... Fakat neden "Vazifen!" dediler mi bütün tüylerim ürperiyor, tepem atıyor ve protesto ederek kaçmaya kalkışıyordum? ..."
"Her zaman bulunduğumuz yerde değil başka yerde pek mesut olacağımızı sanıyorduk."
"...mallarının kulu kölesi olarak evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklar. Buna yaşamak mı denir, uzun ölüm bu."
" 'Huyu, suyu aykırı, dilleri başka olanlar birbirine ısınamazlar' derler. Yalan! Beraber çalışıp beraber çile çeken insanlar birbirine öyle bağlanıyorlar ki, bir kısmı buz, bir kısmı da ateş olsa, birbirine uyup canciğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim ki onların birisi yanıma gelince, yanıma birisi gelmiş gibi değil, yanımdan yabancılar ayrılmış da kendimle baş başa kalmışım gibi oluyorum." (bu kısım bana Renan'ın what's a nation? ' ını hatırlattı. Millet olmak için ortak bir geçmiş, ortak yaşanmış acılar, mutluluklar ve ortak bir geleceğe sahip olma arzusu lazım diyordu özetle, kısmen arkadaşlık tanımı da buna benziyor gibi.)
bir deniz sevdası...deniz insanı olduğuna taaa küçüklüğünden karar veren mahmut'un, kara ve denizde geçen yaşam öyküsü. ben tekinsiz deniz severim. öyle durgun, dalgasız, sığ denizler bana keyif vermez. deniz dediğin hırçın olmalı. dibi çok da seçilmemeli mesela. nerde başlayıp biteceği, ne zaman öfkelenip size dalgalarla savaş açacağı belli olmamalı. sağı solu belli olmamalı yani:) sen onun, o günkü haline göre hareket etmeli, ona göre kulaç atmalısın. dalgalarla savaş gerekirse; tek başına mücadele de yetmiyorsa, el ele tutuşmalısın mesela arkadaşlarınla. dalga gelince birbirini bulup kurtarmalısın. bu tekinsizliği seviyor bence de mahmut. ucunda ölüm de olsa, denizde mücadele içinde bir ömür sürmek istiyor. yazar öyle güzel betimlemelerle anlatmış ki denizi, doğayı, sevdayı. hayran kaldım. bu kitapla ilgili aklımda kalan: göz göze susmak tabiri. insan sevdiğiyle konuşmadan gözleriyle öyle güzel anlaşılabilir ki!
Yazarın öykülerini ve Anadolu mitleriyle ilgili denemelerini daha çok seviyorum sanırım. Burada da anlatım gayet güzel. Denizcilerin hortuma yakalandıkları kısım etkileyiciydi. Doğayı bu kadar başarılı şekilde tasvir eden fazla yazarımız yok. İstanbul'da geçen roman/öykü okumaktan fenalık gelmişken iyi bir durak oldu benim için bu kitabı okumak. Halikarnas Balıkçısı zaten favori yazarlarımdan. Eserlerini okumaya devam ederim.
Ben o zaman çocuktum, insanları yaşlarına göre hep babalarım, analarım, kardeşlerim sayardım. Kendimi dünyada bir sığıntı, bir çile çekici değil, beklenen bir misafir, dünyayı da cennet sanırdım. Gördüklerimi aç bir süngerin suyu içtiği gibi, hep içime çektim. 4/5⭐️⭐️⭐️⭐️ Çok uzun zamandır okumak istediğim Halikarnas Balıkçısı'ndan nihayet ilk kitabımı okuyabildim. Her yorumda gördüğüm gibi kitabı okurken o deniz kokusunu ta derinlere kadar burnuma gelmesini istiyordum ve gerçekten de öyle oldu. Ben kitabı okurken yazarın bu kitabında anlattığı olaylarla kendi yaşantısını çok karıştırdım. Yani ne zaman bu kitaptaki karakterle ilgili bir şeyler okusam aklıma yazar yapıyormuş gibi yer etti çünkü yazarın yaşantısının da denizle bu kadar iç içe olması yazdığı karakterle kendisini aklımda örtüştürdü. Sımsıcak bir havası, tuzlu bir tadı olan bu kitabı çok severek okudum. Özellikle bir de uzun bir vapur yolculuğunu sadece bu kitabı okuyarak geçirince daha da keyiflendim. Denizcilerin bu denize olan geri dönülemez sevdasına da harika parmak basmıştı. Tabii bu denizcilerin ne denli bencil olduğunu da fark ettirmeden ortaya koyuyor. Ana karakterimizin hikayesi çok güzeldi. Ailesiyle ve deniziyle bağını okumak çok keyifliydi. Denizin o tuzlu tadına ihtiyacı olanlara önerimdir. Zaten şu kısacık okur ömrümüzü bu harika yazarı okumadan geçirmeyelim. Diğer eserlerini de kesinlikle okuyacağım. Sizlere de bol keyifli okumalar..
Kitabın en sevdiğim şu cümlelerini yazmak istiyorum: “Doğum, hastalık, ölüm Allah’ın emri. Anladık! Fakat ne bileyim, özlediğin bi işte çalışmadan, içine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, böylece dünyadan defolup gitmek de Allah’ın emri değil a!”
Okurken belli belirsiz bir deniz kokusu geldi burnuma. Deniz kızlarının saçları parıldadı, Güneş yaktı tenimi. Ne zaman bir yaz özlemi duysa insan bu kitabı okumalı.
"...anam söylerken, babam da yanık sesiyle, "sakın ha, denizci olayım deme!" diye söze karışırdı. Ama kasabanın bütün sokakları, her ne kadar sağa sola sapsalar, eninde sonunda denize çıkıyorlardı."
Halikarnas Balıkçısı ,hep çok özel bulurdum bu ismi. Ve asıl adının Cevat Şakir Kabaağaçlı olduğunu bilirdim hepsi bu. (Belki fazladan birkaç küçük bilgi.) Sadece bir genel kültür artısıydı yani benim için. Bir de işte Aganta Burina Burinata var. Yıllardır eskimeyen, içinde huzur barındıran, hoş bir Düş Sokağı Sakinleri şarkısı. Ne anlama geldiğinin merakı ile araştırınca bir şarkı bir romana dönüştü. (Mutlu da ediyor beni bu küçük detaylar.) Artık deniz daha vazgeçilmez benim için ve balıkçılar çok daha farklı anlamlar taşıyacak. Ve şu notu düşüyorum: bazı şarkılar yolları güzel kitaplara çıkan güzel birer tesadüflerdir.
Çocukken küçük bir botumuz vardı ve onunla Eski ve Yeni Foça’nın koylarını dolaşır balık tutardık. En iyi hatırladığım şey de hep daha ileri gitmek istediğimdi. Bu kitap da bana bu duyguları hatırlattı işte. Mahmut her denize açıldığında daha ileri gitmesini, karaya çıktığında ise denize dönmesini istedim.
Aganta Burina Burinata Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın -tanınan adıyla Halikarnas Balıkçısı- 1946 yılında yayımlanan romanı. Benim de denk geldiğim bir öyküsü dışında okuduğum ilk kitabıydı. Kitaba büyük bir ön yargıyla başlamıştım açıkçası. Konusu hakkındaki tek fikrim denizle ilgili olmasıydı. Deniz ve gemicilik konulu kitaplar, hele o gemicilik terimleri beni inanılmaz sıkar, asla çekici gelmezdi. Bu yüzden Aganta Burina Burinata'yı da ite kaka okuyacağımı düşünüyordum. Ancak daha ilk sayfalarını okuyunca bile ne kadar yanıldığımı anladım. Kitapta başkahramınımız Mahmut'un kendi ağzından hayatını okuyoruz denilebilir. Çocukluğundan beri bir ''deniz insanı'' olan Mahmut çevresindekilerin karşı çıkmasına rağmen deniz sevdasının peşinden gidiyor. Tabi bu sırada Mahmut'un çevresindeki insanların hayatlarına da değiniyor yazar. Mahmut'un hikayesinin yanında birçok farklı hikayeye de tanıklık ediyoruz böylece ki kitabın en sevdiğim tarafı buydu. Yazarın dilini de çok çok sevdim. Başta bahsettiğim gibi denizcilik terimleriyle dolu değildi kitap bana göre. Tabi ki kullanıldığı zamanlar oluyor ancak okumayı kesecek derecede değildi bence. Bunun dışında yazarın söz sanatlarını (özellikle benzetmeyi) kullanışını çok başarılı buldum. Şiirsel bir dille yazılmış olmasına rağmen sıkmayan, sürükleyici bir kitaptı. Kitabı bu kadar sevmemin bir diğer sebebi de şuydu: Hayatımda hiç denize karşı aşırı bir sevgi duymadım. Deniz denizdi işte. Ancak kitap boyunca karakterlerin deniz aşkına ortak oldum. Kitabın sonlarında Mahmut'un özlemini derinden hissettim. Kitabı bitirdiğimden beri de denize daha önce yüklemediğim anlamlar yüklüyorum. Bu tarz kitaplara olan ön yargımın da biraz kırıldığını düşünüyorum. Çok büyük keyif alarak okuduğum Aganta Burina Burinata'yı okumayan herkese öneriyorum. Buraya da biraz uzun da olsa, kitabı çok iyi yansıttığını düşündüğüm bir alıntı bırakıyorum:
''İnsan, keşfetmek, öteye varmak, yeniye açılmak özleyişiyle ceviz kabuğu kadar bir tekneye biner, iki buçuk arşın bez parçasıyla göklerin rüzgarını çalar da, elalemin muhakkak 'ölümdür, deliliktir'' diye bağrışıp ayak diremelerine kulak asmadan açılır gider ve yeni dünyalar, yeni alemler bulur. Ne biçim dünyaya doğmuştum ben? 'Güzel' diyordum, güzel dediğime dönüp bakmıyorlardı bile. 'İyi' diyordum, omuz silkiyorlardı. Birisinin dobra dobra dosdoğruyu söylediğini duyuyor, heyecanlanıp, 'Doğru!' diye bağırıyordum. 'Aman sus!' diyorlardı. Hele 'Deniz!' deyince, bütün kaşlar çatılıyor, 'Sakın ha!' diyorlardı. Peki, güzele bakma, iyiye aldırma, doğruya kulak asma, denizi anma; peki öyleyse ben ne edip ne söyleyecektim? İşte bunu büyüklerime sorunca, bana düpedüz bir cevap veremiyorlar fakat dolambaçlı ve sağa sola savsaklayıcı sözler söylüyorlardı. Ne var ki, kafama sokulan bütün bu sözleri, gönlümün ateşinde yakınca ve bunların laf olan fireleri berhava olunca, kala kala kafamda şu kaba Türkçe gerçekler kalıyordu. Önce, 'kimseye hiçbir şey vermeyeceksin, herkesten koparabildiğin kadar koparacaksın ve gözünü paradan ayırmayacaksın!' İyi ama ben parayı görünce, yaradılıştan öz düşmanı olan bir hayvana rastgelen bir başka hayvan gibi, tüylerim nefretle diken diken oluyordu. Benim özlediklerim, hiç de onların özledikleri değildi. Topal hoca öğrettiği tatsız tuzsuz şeyleri bir eşekarısı gibi zırıldanıp uzattıkça, pencereden görünen masmavi gök bana hürriyetten, uçan kuşlardan, esen rüzgarlardan bahsederdi. Denizden gelen dalgalarsa, kalabalık umutlarla zengin bir denizci yaşamıyla geleceğini müjdeleyen seslerle doluydu. İşte o zaman demir parmaklılar ardında kurtuluşu ve hürriyeti gören mahpuslar gibi gönlüm uzar, uzardı da, onun kendini denize verişi, adeta bir yalvarış, bir dua olurdu.''
“Kaptanın kamarasını, başaltında gemicilerin bangaççalarını hep bir bir görüyor, hatta onların birbirine ne dediklerini işitiyordum. Deniz değil gönlümü ve yüreğimi, fakat her parmağımın ucundan saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu. Gönlüm yabancı yerlerde ve karanlıklarda uçmuş yorgun bir kuş gibi babafingoya kondu. Rüzgarın iplerdeki ıslığını duydum. Bir denizci hayatının türküsünü söylüyordu. Açık denizleri, gürültülü limanları, cigara dumanlarıyla ve tambura, cura ve tabakların ince tıngırtısıyla, rakı kadehleriyle dolu koltuk meyhanelerini gördüm. Birdenbire önümdeki kayığın güvertesinden sanki bir denizci parmağıla beni gösterdi. ‘İşte denizden korktuğu için denizden kaçan denizci!’ dedi. Deli gibi yerimden sıçradım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Gemiye, ‘Korkudan? Hiçbir zaman!’ diye bağırdım.
Artık ondan sonra ne Ayşe’ nin kolları, öpücükleri ve gözyaşları, ne bağlar bahçeler, ne tövbeler ve yeminler beni karaya bağlayamadılar. Varımı yoğumu Ayşe’ ye bırakarak bir daha dönmemek üzere denize açıldım. İlk limanda kayığın birisine gemici yazıldım.
Tatil sonrası epey yoğun bir tempoya girince bir türlü istediğim gibi okuma fırsatım olmadı. Dün gece sonunda uzun uzun okuma fırsatım oldu. Kitabı genel olarak sevdiğimi söyleyebilirim; fakat ikinci yarının daha çok ilgimi çektiğini belirtmeliyim. İlk yarı denizciliğe dair çok şey içerdiğinden ve benim de bilgim olmadığından mıdır bilmiyorum; ancak başlarda hikâyeye giremediğimi hissettim. İkinci yarı ise çok daha akıcıydı, çok daha üzerinde düşünmeyi gerektiren nokta içeriyordu. Özellikle deniz tutkunlarının kendilerine oldukça yakın hissedecekleri karakterleri barındırması sebebiyle kitabı mutlaka okumaları gerektiğini düşünüyorum.
Deniz insanının yaşadıklarını, onu çağıran denize karşı koyamayışını, hayatını adadığı nankör sulardan bir türlü kopamayışını anlatan harika bir kitap.
Öyküde Sait Faik neyse romanda da Cevat Şakir o diyebiliriz. Aynı deniz ve yosun kokusu, aynı deniz aşkı.
Kitapta uçsuz bucaksız sulara böylesine bağlı bir insanın toprakla mücadelesini de okuyoruz. Belki sonu daha iyi olabilirdi ancak onun dışında kusursuz bir kitaptı.
Halikarnas Balıkçısı'nın bütün eserlerinden birincisi Aganta Burina Burinata' dan sonra tüm külliyatına mutlaka sırasıyla devam edeceğim.
Bir "kara" insanıysanız, başlangıçtaki denizcilikle ilgili terimler biraz sıkıcı olabiliyor, fakat sonrasında daha keyifle okuyacağınız bir hale geliyor.
Eski insanların tutkuları varmış. Hatta bu tutkular o kadar etkiliymiş ki “dağ beni çağırıyor” “deniz beni çağırıyor” derlermiş. Şimdi ki kumar tutkusu gibi bir şey. Bu insanlara deniz insanı, toprak insanı vb denirmiş. Bu tutku o kadar güçlü olurmuş ki bazen “dağ iyileri adamı ele geçirdi” “su iyesi adamı büyüledi” gibi tabirler kullanılırmış (iye ilk dönemde Tanrı iken İslamiyetin kabülü ile birlikte periye dönüşmüş)
İşte Halikarnas Balıkçısı bu tutkulardan Deniz’e olan tutkuyu anlattığı ederi eski Deniz insanlarının tüm zorluklara rağmen Deniz’e olan tutkusu önplana çıkarıyor.
Türk edebiyatında Ekoeleştirel açıdan bakıldığında Deniz ve Toprağı öne çıkaran insan doğa ilişkisindeki mücadeleyi vurgulayan eserlerden biri olarak da ele alınabilir.
"Seviyorum ve herkesin yüreğinde nihayetsiz sevgilerin yanmakta olduğunu seziyorum. Fakat onu istemeye kalkışınca, kendimden utanıyorum, dilsiz kalıyorum. Hatta susmaktan beter, saçma sapan şeyler söylüyorum. Ve özlediğim sevginin kuzulara köpeklere verildiğini görüyorum. Çünkü kuzular meleyerek, köpekler de kuyruk sallayarak o sevgiyi apaşikâr istiyorlar. Bana öyle geliyor ki dünyada mevcut sonsuz sevgi dile gelmek için can atar, dudaklarda tir tir titrer, gelgelelim dile gelmeye utanır utanır utanır!
Bu kitabı okurken satır aralarından denizin kokusunu aldım. Denize sevdayı da, hasreti de, kızgınlığı da iyi bilirim. Denizle büyüdüm. Onu iyi bilirim, iyi tanırım. Uçsuz bucaksız mavi pelerinleriyle herkesi kabul eder. Acınıza da, mutluluğunuza da eşlik eder. Ben denizi iyi bilirim. Bu kitap ise özlemimi, sevdamı katladı. Dipnot: deniz kenarında okumanızı tavsiye ederim.
Kitap deniz tutkusunu iliklerinize kadar hissettiriyor. Paçası suya değmeye görsün, geri dönüşü olmayan bir yola çıkmıştır denizci. Bu nedenledir ki denizci aileleri sevmez denizi.
Denizdeki hayatın, deniz insanları üzerinden şiirsel bir şekilde anlatıldığı sürükleyici bir roman. Özellikle romanın son kısmında deniz ve kara hayatı, yine insanlar üzerinden - biraz da taraf tutularak- kıyaslanıyor; ancak asla denizcilik romantizmine kaçılmıyor. Hayat her yerde zor, sevdiğin yerde sevdiğin işte olmak zorlukları katlanabilir kılıyor. Cevat Şakir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı) türk edebiyatının en renkli, en kıymetli yazarlarından. Okuma listelerimde daha çok yer alacak.
Deniz aşığı küçük bir çocuk deniz aşığı bir yetişkine dönüşüyor. Denese de kopamıyor verdiği kayıplara rağmen kanı yine denize çekiliyor. Doğa tasvirleri ışık oyunları o kadar güzeldi ki not almam gerekti. Tüm eserleri serisine devam edeceğim.
Belki denizi ve o cografyayi sevdigim icin cok begendim ama Halikarnas Balikcisi bundan cok daha fazlasiymis. Bir kere Türkce'si cok hos ve dogal. Yasar Kemal ile benzerlikler de hissetim. Yasar Kemal anadolunun halk ozani ise, Cevat Sakir de denizlerin, akdenizin, egenin ozani. Kiymeti neden bu kadar az biliniyor bir turlu anlamadim. Bence cok daha bilinmesi, taninmasi, satmasi gerekirdi.
Kitabin kabaca konusu ise bodrumlu bir cocugun denize tutkusu. Bütün tehlikelerine ve zorluklarina ragmen denizden kopamamasinin hikayesi. Deniz ve doga tasvirleri kitap boyunca cok iyi, fazlaca denizcilik terimi var fakat atmosferi iyi pekistiriyor. En cok hosuma giden nüanslardan biri kara hayati ile deniz hayati arasindaki farklardi. Karada topraklar ve mallar yüzünden insanlarin birbirine tahakkümü ve zulmü varken, denizde tek hakim doga(o yillarda :)) Denizdeki enginlik ve özgürlük hissiyatini cok iyi anlatmis.
Bu kendisinin ilk romaniymis, diger kitaplarini da listeme ekledim. Kesinlikle tavsiye ederim.
Alestaaa tira mola! Lacka skuta orsaalabanda Mola kontra, Issa punya Mola burina grandi, tira mola maesta Burinalara mola, yelkenlere tumba Aganta skuta fok - Ve son emir ; Aganta Burina Burinata….. (serenlerin üstündeki üst ve alt yelkenleri tut)
19. yy Akdeniz’inde denizcilerin ortak dili olarak kullanilan lingua franca dilinde kullanilan bu denizcilik terimleriyle bezenmis okumaktan inanilmaz keyif aldigim bir kitap.
gumbur gumbur denizi, dalgalari, firtinalari, baliklarin dansini, rüzgarla sisen yelkenleri, kalp burukluklariyla denize gönlünü kaptirmis yakinlarini hasretle bekleyen karalilari, onlarin denize olan kizginliklarini, öfkelerini, zorluklarina ve acilara ragmen hayatini Aganta Burina Burinata yasayan deniz adami Mahmut’un denize acilan hikayesi cevresinde anlatan kurmaca bir biografi.
“Denizde gezen çok kara insani, karada gezen çok deniz insani vardir.”
Karada gezen deniz insani oldugumdan olmali çok haz ettim okumaktan!
"Deniz değil gönlümü ve yüreğimi, fakat her parmağımın ucundan saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu." Babasını, çok sevdiği amcasını denize vermiş, denizin tüm hırçın yüzünü, tüm zorluklarını görmesine rağmen denizden vazgeçemeyen bir adamın hikayesi. "İnsan keşfetmek, öteye varmak, yeniye açılmak özleyişiyle ceviz kabuğu kadar bir tekneye biner, iki buçuk arşın bez parçasıyla göklerin rüzgarını çalar da, elalemin muhakkak "ölümlüdür, deliliktir" diye bağrışıp ayak diremelerine kulak asmadan açılır gider ve yeni dünyalar, yeni alemler bulur." Kitabın anlatımı, betimlerimi çok güzel. "Nusret Ağa'nın gözlerinde bazı yaşlı beygirlerde rastlanan bakış vardı. Çok görülür a, sokakta yaşlı ve cılız bir atın ayağı kayar, düşen hayvan bir türlü kalkamaz; arabacısı gelir, kamçılar, gelen geçen kuyruğuna, yelesine asılıp çeker, sağrısını tekmeler; o atın gözlerinde bir bakış vardır, işte Nusret Ağa da tıpkı öyle bakardı." Kitaptan çok sevdiğim bir cümle daha: Doğum, hastalık, ölüm Allah'ın emri. anladık! Fakat ne bileyim, özlediğin bir işte çalışmadan, içine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, bir günceğiz olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayamamak ve böylece dünyadan defolup gitmek de Allah'ın emri değil a! "
Ne kadar sicakkanli ne kadar yalin bir dil. Oxfordda yakin cag tarihi okuyup bir insan nasil ilk yazdigi kitabi bu kadar entelektuel kimliginden arindirilmis sekilde yazabilir? Cevabi o donemdeki Bodrum olsa gerek. Denizle toprak arasindaki mucadelenin maceracilikla garanticilik, cikarcilik ve gunu kurtarma arasindaki gibi bircok konuda zitligi icerdigini anlatmis. Cok tatlis bi kitap.
"İnsan iki mevsim sonra ayni dalda ayni yemisi ariyor, ya yemis o dalda bulunmuyor ya bulunursa hosa gitmiyor. Belki de yemisi arayan degismis bulunuyor" hepimizin bildigi bir sey belki ama yine de boyle anlatimlari seviyorum. Zaten bilmedgimiz ne kaldi dimi.
Kitap, Mahmut adındaki bir gencin gözünden denizle, kara hayatıyla olan dramını ve denize duyduğu coşkulu tutkuyu anlatıyor. Deniz, bir karakter gibi işlenmiş; özgürlük, doğa, macera sembolü olarak öne çıkarılmıştır. Kitap Bodrum kıyılarında geçer: balıkçılar, dalgıçlar, süngerci hikâyeleriyle zenginleşir.
Aganta burina burinata! emri, yelkenlerin kontrol altına alınmasını, yani geminin rüzgara göre yönlendirilmesini ifade eder. Romanın sonunda Mahmut ve denizciler, bu komutu haykırarak özgürlüğe yelken açarlar.
Eğer deniz edebiyatına ilgin varsa, bu eser bir klasik ve kesinlikle okunmaya değer.
Deniz ile ilgili bilmediğim terimler okumamı biraz zorlaştırdı başlarda ancak betimlemeler hikayeye dahil etti beni sonradan. Deniz sevdası ile dolu baştan sona... 'Ne olacak a canım! Hepimiz ya bir kaza neticesinde ya da kazasız olarak cavlağı çekeceğiz. Fakat ne bileyim ,ölmeden önce insan yaşar a. Bu dükkanın içinde sürdüğüm hayata yaşamak mı denir? Bu yaşamak değil, uzun ölüm. Denizde gezen insanlar ne mesut insanlar ki, böyle bir bakkal dükkanında karaya vurmuş balık gibi boğulup gitmiyorlar' dedi.