Oğuz Atay’ın hocası İTÜ İnşaat Fakültesi profesörlerinden Mustafa İnan’ın hayatının roman kurgusuyla anlatıldığı Bir Bilim Adamının Romanı, 1975 yılında Bilgi Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bir Bilim Adamının Romanı özet olarak Mustafa İnan’ın yoksulluk içerisinde başlayan hayatının dünyanın en güzel unvanı olan "bilim adamı”nı hak edişindeki müthiş hikaye anlatılmaktadır. Bir Bilim Adamının Romanı ana fikri ne kadar zorluk içerisinde yaşanılsa da ahlakî değerlerden ve özünden hiçbir şey kaybetmeden nasıl başarıya ulaşılabileceği şeklinde özetlenebilir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara tavsiye ettiği eser, İletişim Yayınları’nın özenli çalışmasıyla okurları etkilemeye devam ediyor.
Oğuz Atay (1934–1977) was a pioneer of the modern novel in Turkey. His first novel, Tutunamayanlar (The Disconnected), appeared 1971-72. Never reprinted in his lifetime and controversial among critics, it has become a best-seller since a new edition came out in 1984. It has been described as “probably the most eminent novel of twentieth-century Turkish literature”: this reference is due to a UNESCO survey, which goes on: “it poses an earnest challenge to even the most skilled translator with its kaleidoscope of colloquialisms and sheer size.” In fact one translation has so far been published, into Dutch: Het leven in stukken, translated by Hanneke van der Heijden and Margreet Dorleijn (Athenaeum-Polak & v Gennep, 2011). It appears also that a complete English translation exists, of which an excerpt won the Dryden Translation Prize in 2008: Comparative Critical Studies, vol.V (2008) 99. His book of short stories, Korkuyu Beklerken, has appeared in a French translation by Jocelyne Burkmann and Ali Terzioglu as En guettant la peur, Paris, L'Harmattan, March 2010.
He was born October 12, 1934 in İnebolu, a small town (population less than 10,000) in the centre of the Black Sea coast, 590 km from İstanbul. His father was a judge and his mother a schoolteacher, thus both representative of the modernization of Turkey brought about by Atatürk. Although he lived most of his life in big cities this provincial background was important to his work. He was at high school in Ankara, at Ankara College until 1951, and after military service enrolled at Istanbul Technical University, where he graduated as a civil engineer in 1957. With a friend he started an enterprise as a building contractor. This failed, leaving him (as such experiences have for other novelists) valuable material for his writing. In 1960 he joined the staff of the İstanbul Academy of Engineering and Architecture, where he worked until his final illness; he was promoted to associate professorship in 1970, for which he presented as his qualification a textbook on surveying, Topoğrafya. His first creative work, Tutunamayanlar, was awarded the prize of Turkish Radio Television Institution, TRT in 1970, before it had been published. He went on to write another novel and a volume of short stories among other works.
He died in İstanbul, December 13, 1977, of a brain tumour. He spent much of his last year in London, where he had gone for treatment. He is buried in Edirnekapı Martyr's Cemetery. He married twice, and is survived by a daughter, Özge, by his first marriage.
Atay was of a generation deeply committed to the Westernising, scientific, secular culture encouraged by the revolution of the 1920s; he had no nostalgia for the corruption of the late Ottoman Empire, though he knew its literature, and was in particular well versed in Divan poetry. Yet the Western culture he saw around him was largely a form of colonialism, tending to crush what he saw was best about Turkish life. He had no patience with the traditionalists, who countered Western culture with improbable stories of early Turkish history. He soon lost patience with the underground socialists of the 1960s. And, although some good writers, such as Ahmet Hamdi Tanpınar, had written fiction dealing with the modernisation of Turkey, there were none that came near to dealing with life as he saw it lived. In fact, almost the only Turkish writer of the Republican period whose name appears in his work is the poet Nâzim Hikmet.
The solution lay in using the West for his own ends. His subject matter is frequently the detritus of Western culture — translations of tenth-rate historical novels, Hollywood fantasy films, trivialities of encyclopaedias, Turkish tangos.... — but it is plain to any reader that he had a deep knowledge of Western literature. First come the great Russians, particularly Dostoevsky, with a particular liking for Ivan Goncharov's Oblomov: he was not alone in seeing a peculiar affinity betwee
Kitap beni etkiledi, bu Oğuz Atay'dan bir biyografi okumak yönüyle değil; kitabın başkarakteri olan Mustafa İnan'ı tanımak yönüyle beni etkiledi. Mustafa İnan oldukça dikkat çekici bir karakter. Ondan ders almış olmayı isterdim. Bu ülkenin de onun kıymetini bilmediğini düşünüyorum. Kitabın içeriğinden fazla bahsetmek istemiyorum. Oğuz Atay, son derece büyük bir azim ile böyle bir eser ortaya çıkarmış. Onca kaynağı tasnif edip, onlarca röportaj yapıp sonra bunu romanlaştırmak büyük bir emek ister. Her yazarın harcı değildir. Mustafa İnan'dan ayrıca şunu öğrendim, boş zamanında dahi şiir ezberleyen bir insan olarak Mustafa İnan, biliminsanı olmanın öyle yan gelip yatarak olmayacağını öğretti bana. Belki de "hiçbir" şeyin yan gelip yatarak gerçekleşmediğini de. Daha çok okumalıyım dedim. Daha çok çalışmalı.
27 Mayıs döneminde Teknik Üniversite'de rektör olan Mustafa İnan'ın o dönemdeki düşüncelerini şu şekilde kaleme almış Oğuz Atay: "... Mustafa İnan tarih okumaya düşkündü; sokağa dökülen her insanın bu işlerin bilincinde olduğundan haklı olarak kuşku duyuyordu. Türk milleti Tanzimat'tan beri böyle nice heyecan yaşamıştı; kaç kere, işte hürriyet geldi diye sevinmişti. Evet, Mustafa İnan'ın konuşmasında da söylediği gibi, hürriyetle birlikte akıl da gelmeliydi; evet çalışma gelmeliydi, yeni ve aydınlık bir düzen gelmeliydi. Hürriyet neden durmadan gelmek zorunda kalıyordu? Bunun üzerinde düşünülmeliydi. Bu hürriyet neden ikide birde geliyordu? Bunun üzerinde düşünülmeliydi. Hürriyet, düşünmesini bilenlerle birlikte gelmeliydi. ..."(syf.225)
Rahmetli Mustafa ve Oğuz, sizden sonra da Türk milleti aynı heyecanları yaşamaya devam etti ve hürriyet bu ülkeye ikide birde geldi, o kadar çok geldi ki, o kadar çok geldi.
not: Bir biyografi kitabının kapağında bilgi yayıneveinin kitabın birinci baskısında kullandığı Mustafa İnan'ın fotoğrafı yerine iletişim yayınlarının Oğuz Atay'ın fotoğrafını koymasını popülarizm adına yapılmış bi ayıp olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerine Mustafa İnan'ın kitaptaki şu sözüyle bitirmek daha uygun olur belki: "Bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür."(syf.217)
Bu bir irade, değişim ve dönüşüm romanı. Bir defasında Oğuz Atay'ın cetvelli edebiyat yapıyor oluşundan bahsetmiştim ki bu kitaptan sonra yine aynı hisse kapıldım; Teknik ve his -mana diyebileceğim kavramları aynı potada eritip yazıyor. Bazı sayfalarda edebiyat ve sayıyı öyle güzel işliyor ki okurken nefes nefes kalıyor insan. Mustafa İnan tam bir öğretmen, hoca demek istemiyorum çünkü tam karşılamıyor. Öğreten olmak için hayatını ortaya koyuyor ve bunu başarırken ilkeler, ahlâk, insan temelli olmaktan da vazgeçmiyor; paraya tamah etmiyor, mevki peşinde koşmuyor. Merak mayasının bulaştığı nadir öğretici öğrenenlerden. Ne güzel bu hocaya denk gelmiş olmak, ondan öğrenmiş onunla nefeslenmiş olmak. Kitaptan tanımış olmayı bile lütûf saydım.
Oğuz Atay muhteşem anlatmış, o kadar çok not edilecek alıntı var ki, neredeyse kitabın tamamı. Kitapta adını duyduğum birçok hocanın adının da geçmesi onlarla ilgili bir şeyler öğrenmek de güzeldi. Ayrıca Mustafa İnan hocanın edebiyattan şiire, sufizme, Bhagavat Gita'ya kadar araştırması, beynini asla boş bırakmaması takdire şayan. Hiç ben olmuşum havası yok, aksine daha çok öğrenmeliyim diyor aksine.
BU kitabı 20'li yaşlarımda okumuştum. Kitabın bir yerinde o kadar etkilendim ki gözlerimden yaşlar akmaya başladı ve Mustafa Hocama o gün söz verdim: Doktoramı yapıp ülkeme bilimadamı olarak hizmet edecektim. Ne mutlu ki sözümü tutabildim.
Lamı cimi yok. Bu kitap bilgiye, öğrenmeye, kendimizi geliştirmeye bir methiye. Bilim yoluna kendini adayarak, Türkiye gibi gelişmiş ülkelere uzanan köprüde asılı kalmış ulusların aydınlığa uzanması için bir nasihat. Ne diyordu geçenlerde kaybettiğimiz küçük İskender:
“Bilim ve sanatın dışladığı, önemsemediği ne varsa ben de onlardan uzak duruyorum. Bana bilimsel kanıt gösterin, kanıt yoksa sanatsal yoldan ifade edin; aksi takdirde sizden değilim.”
Akademisyen olmayı düşünen gençlere doktora sırasında zorunlu ders olmalı bu kitap. Türkiye’nin engebeli yaşamında yol rehberi olmalı; üniversiteye giren doçentler dara düşünce açıp ilgili sayfaya bakmalı: “Mustafa İnan bu konuda ne yapardı?”
Gelelim bu biyografik romanın teknik donanımına: Oğuz Atay’ın bu eseri oluştururken yer yer zorlandığını hissettim doğrusu. Belli ki birçok arkadaş ve akrabaya başvurulmuş Mustafa İnan’la ilgili anılarını anlatmaları için. Bu kişilerin bir kısmı tamamen zıt bilgiler vermiş; kimisi dışa dönük, kimisi içe kapanık bir İnan’dan bahsetmiş, kimisi şakalarla neşe kaynağı, kimisi de topluluklara girmeyen bir İnan anlatmış. Durum böyle olunca kafamda belli bir Mustafa İnan karakteri çizmekte oldukça zorlandım. Aynı kaygıyı bu çelişkileri kitabın bir yerinde itiraf eden Atay’ın da taşıdığını düşünüyorum.
Bir diğer konu ise eserin bir biyografiden çok biyografik roman olması. Bu yüzden nelerin gerçek alıntılara dayandığı ve de nelerin Oğuz Atay’ın hayali canlandırması olduğu yer yer karışıyor. Bu da eserden olan beklentiye göre okuyucuda huzursuz bir his yaratıyor.
Romanın teknik boyutu her ne olursa olsun, örnek akademisyenler Mustafa İnan gibi ışık olmalı Türkiye’ye. Onların hayatını anlatan Oğuz Atay’lar çoğalmalı. Çünkü yaşamda sırtımızı verebileceğimiz tek gerçek, tek doğru öz, Bilgi’dir.
Baştan söylemeliyim, herkese rahatlıkla tavsiye edebileceğim türden bir kitap değil. Bilime ve mühendisliğe meraklı gençler için onlara daha çok hitap edecek, okuması daha kolay, dili daha akıcı ve biyografiye daha çok benzer biyografiler mutlaka mevcuttur başka parlak mühendisler ve bilimcilerin hayatına dair. Bu uyarıyı aradan çıkarıp kendimce görevimi yaptığıma göre şimdi aşağıdaki epey şahsi, eklektik ve çok az insana bir şeyler ifade edebilecek satırlara geçebilirim.
Eserin 66. baskısını okurken düşündüm, ben doğmadan bir yıl önce çıkmış bu özel kitabı neden 30 sene önce okumadım acaba? Ya da 20 sene önce? Şimdiye kısmetmiş demek ki, hem bu sayede hocanın oğlunun son sözünü de kaçırmamış oldum, zira 2013'te eklenmiş.
Çok değerli hoca Mustafa İnan'ın yaşamını saran efsane ile ilk kez ne zaman karşılaştım hatırlamıyorum, 1990 civarı olabilir, TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisindeki bazı yazılarda karşıma çıkmış olmalı, ben henüz lise öğrencisiyken. Birkaç sene sonra İTÜ'ye başladıktan sonra Maslak'taki kampüsteki merkez kütüphaneye, yani Mustafa İnan kitaplığına ilk kez adım attığım günler dün gibi aklımda. Kolektif hafızanın düzenli olarak paramparça edildiği Türkiye'de, fiziksel yapılar sürekli yıkılıp bambaşka şekilde yapılsa da, en azından bazı değerli isimlerin, tek bir kitap ile kısaca da olsa yaşatıldıklarını görmek küçük de olsa bir nevi teselli.
Şimdi, yaklaşık 30 sene öncesini düşünürken, 1990lı yılların ortasında ve sonlarına doğru, Mustafa İnan'ı bizzat tanımış, onun öğrencisi ve asistanı olmuş kişilerden ders aldığımızın farkındaydık belki ama bu durumun üzerine ne kadar düştük? Ya da o değerli ve parlak öğrencileri bunun üzerine ne kadar düştü bize tekniğin ve matematiğin ötesinde bir şeyler aktarmak, ilham vermek için? Hocanın eski gelini Prof. Esin İnan hocanın yüzü geliyor aklıma, nasıl da tutkuyla ders anlattığı. Keşke biraz daha cesur olsaymışım da, yanına gittiğimde Mustafa İnan'a dair bir şeyler sorsaymışım. Peki ya Prof. Erdoğan Şuhubi, benim olmadığım derslerde hocasına dair bir şeyler anlatmış mıdır? Kim bilir?
Artık bambaşka bir çağda yaşıyoruz elbette, bilmiyorum acaba şimdi İTÜ'deki hocalar dünya standartlarında ders kitapları yazıp, İTÜ matbaasında bunları ucuz saman kağıda basıp öğrencilere ulaştırıyor mu? Şimdi artık renkli, pahalı İngilizce kitaplar ve İnternette sürüsüne bereket pek çok kaynak var. Yaşımız kemale ererken, 1990larda kendilerinden ders alma ayrıcalığını yaşadığımız Mustafa İnan'ın öğrencileri ve asistanları da bize veda ettiklerinde, İnan gibi güzel ve bir nevi 'anomali' kabul edilebilecek zihinlere dair birileri bir şeyler anlatmaya devam edecek mi?
Kitapta yazanlara göre Mustafa İnan, İsviçre'deki doktorasını Belçika'da yıkılmış bir köprü analizi üzerine yapmış ama acaba hangi köprü? Hocası ona neden böyle bir araştırma önermiş? Hocası nasıl bir gelenekten geliyordu acaba? Detaylar, detaylar... Biyografi kolay iş değil, buna da şükür. Oğuz Atay kitabı hangi şartlarda yazdı acaba, neler düşünüyordu yazarken, kendi öğrenciliğini hatırlıyor muydu o da benim gibi? Yahut hayıflanmış mıdır bazı kaynaklara ulaşamadığı için? Yazarken kitabın 48 sene sonra, 66. kez basılmış olacağını, çok satıp okunacağına ihtimal verir miydi? Şimdi bambaşka bir çağda yaşıyoruz elbette. Başka türden telaşlarımız ve dertlerimiz var. 1970leri bile anlamak çok zor, yine de Cumhuriyet öncesi doğup, geçiş döneminde büyüyen "hocaların hocası" sevgili Mustafa İnan'ın ruh halini anlamaya çalışmak o kadar da beyhude bir çaba değil gibi, hani biraz da "galip sayılır bu yolda mağlup" dedikleri türden.
Hocanın oğluna aldığı oyuncak aklıma takıldı kaldı, makaralar, vidalar, ipler, delikli metal parçalar filan diye yazmış Atay. Acaba çocukluğumda eski Yugoslavya'da benzerlerine denk geldiğim "Erector Set" ya da "Meccano" şirketinin meşhur oyuncakları gibi bir şey miydi?
Hocanın bir başka bilmediğim yönü: Cumhuriyete geçiş döneminde çocukluğunu yaşamış, daha doğrusu yaşayamamış, biri olarak Budizm gibi uzakdoğu bilgelik geleneklerine olan merakı. Acaba tasavvuf geleneği ve Hindistan'daki gelenekler üzerine neler düşünmüştür? Keşke bu konulardaki düşüncelerini kendi ağzından dinleyebilseydik. Ömrü yetse idi ve arzuladığı gibi Japonya'yı ziyaret etse idi, Toshihiko İzutsu ile karşılaşıp Sufism and Taoism: A Comparative Study of Key Philosophical Concepts kitabı üzerine fikir alışverişinde bulunurdu belki.
Mustafa İnan'ın çok yönlü zihni, mekanik, mühendislik ve matematik ile sınırlı kalmayı kabul etmeyen, edebiyat, dilbilim ve sibernetik gibi konularda sürekli çalışan zihni, kitabın sonlarında da bahsi geçen Oppenheimer'ı akla getiriyor elbette. İkisinin kıyaslanması ne kadar adil tartışılır ama bazı açılardan bilgilendirici olduğu aşikar ve devamı gelmeli zira bu büyük ve çok yönlü zihinlerin etraflarını saran hayatları düşünmek, belki bizi daha doğru soruları sormaya sevk edebilir. Diğer yandan, artık böylesi yetişmiyor, artık başka bir çağda yaşıyoruz. İyi mi kötü mü, kim bilir?
Mustafa İnan ve Oğuz Atay: beni geçmişime, İTÜ'den dostlarıma, hocalarıma, kardeşime ve diğerlerine bağlayan iki isim. "Artık böylesi yok" türünden bir "idealizm" ile geçen bir ömür, "polymath" ifadesini hak eden bir zihin, belki de henüz hakkını yeterince veremediğimiz bir geçmiş... Daha çok yazmalı, daha çok tart��şmalı ve sorgulamalı. Geçmişe takılıp kalmak, donup kalmış bir efsanenin ekmeğini yemek icin değil, bilakis, hocanın da vurguladığı gibi daha yetkin kavramlaştırma ile daha doğru, yetkin ve derinlikli, incelikli düşünebilmek için. Belki ancak bu şekilde hakkını verebiliriz geçip gitmiş zamanların. Başarabilir miyiz bilinmez ama yine de denemeye değer. Adanalı genç adamın dediği gibi "bir deneyek, bakak".
YouTube kitap kanalımda Oğuz Atay'ın hayatı, bütün kitapları ve kronolojik okuma sırası hakkında bilgi edinebilirsiniz: https://youtu.be/INZw0WFskak
Keyifli ve Oğuz Atay'ın tutunamadığı şeyler arasındaki tehlikeli oyunlarınızın ihtimallerini daha çok keşfetmeye yakınlaşabileceğiniz, oyunlarla yaşadığınız ve korkularınızı beklerken bu arada kendinizi de unutmadığınız meraklı okumalar dilerim.
Mustafa İnan’ın hikayesini bir eğitimde dinleyip çok etkilenmiştim. Kitabını okuyunca gerçekten kendisine olan saygım bir kat daha arttı. Dahi bir bilim adamı olmasının yanı sıra, çalışmalarına çok iyi koşullarda yurt dışında devam etme imkanı varken ülkesindeki mühendisleri yetiştirmeyi seçen çok değerli bir insan.
Oğuz Atay’ın kaleminden çıkan bu eseri, ilham kaynağı olan hayat öyküsüyle Mustafa İnan’ı tanımak isteyen herkese tavsiye ederim.
Mustafa İnan'ın düşüncesini anlayabilmek, felsefesini kavrayabilmek ve hayata tatbik edebilmek önemli olan. Şartlar değişebilir, disiplinler farklı olabilir ama anlatılmak istenen düşünce yapısını yaşam tarzının bir parçası yapabilmek hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda büyük farklar yaratacaktır. Bu nedenlerle okunması ve okutulması gereken bir kitap...
"Aptal!" demisti bir yakin akrabamiz benim icin babama. Nasil olur da muhendislik egitimimden sonra ac kalacagimi bile bile doktora yapmaya karar verirdim? Insanin motivasyonu para, gosteris oldugunda belki de bu normal bir tepkidir. Fakat memlekete ya da dunyaya faydasi olan insanlarin boyle dusunenler arasindan cikmadigi da kesindir. Tek dusundugum, acaba yine boyle der miydi Mustafa Inan’in hayatini okusaydi ya da onu tanisaydi. Kimdi peki bu Mustafa Inan?
Mustafa Inan, 1911 yilinda Adana'da Malatya kokenli bir ailenin cocugu olarak dunyaya geldi. Babasi henuz 4 yasinda damdan dusen soluk yuzlu Mustafa'nin hicbir zaman adam olamayacagina inanmisti. Bunun icin onu her yaz birilerinin yanina cirak olarak gondererek gelecekteki meslegini bulmasi icin ugrasmaktaydi. Kimi zaman kuyumcuda kimi zaman eczanede calisan Mustafa ne yapsa cok iyi yapiyor, ogrendigi herseyi aklinda tutmayi basarabiliyordu. Okulda da babasina masraf olmamak icin kitap ve defter almayan Mustafa'dan babasi iyice umudu kesmistir. Bu cocugun defteri bile yok nasil okuyacak diye dusunmektedir. Oysa Mustafa, her sabah okula herkesten once giderek arkadslarinin kitaplarindan calisirdi, defter tutmasina cok gerek yoktu zaten ogrendigi hersey aklinda kaliyordur. Fakat Mustafa sinemaya gitmeyi de cok seviyordur. Babasi bu seferde bu cocuk kesin sinemada gazoz saticisi olacak diye endiselenmeye baslar ve onun sinemaya gitmesine engel olur.
Bu kadar hassas, sinemaya bile ilgisi olan soluk yuzlu cocugun ozellikle matematik dersine de ilgisi vardir. Bu ilgisi zamanla oyle bir noktaya gelir ki hocalarin yerine arkadaslarina ders anlatmaya baslar. Onun icin bilinmeyen 'n' bilim demekti ve bu 'n' i herkese anlatmaliydi. O zamanlardan farkina varmisti Mustafa, ogretmen olmaliydi. Cevresinin yonlendirmesiyle Teknik Universite'de insaat muhendisligi bolumune birincilikle girer ve bolumu birincilikle bitirerek Isvicre'ye doktora yapmaya gider ve ilk yurt disinda doktora yapan Turk unvanini kazanir. Orada da zekasi, bilgisi ve kisiligiyle herkesi etkileyen Mustafa, Isvicre'de kalma tekliflerini geri cevirerek memleketine doner ve Teknik Universite'de hoca olur.
Tahmin edilebilecegi gibi Mustafa cok iyi bir hoca olmustur. Ona gore, anlatamiyorsan bilginin bir anlami yoktur. Iyi ders anlatmak da iyi dil kullanmayi gerektirir. Zaten dil de matematik gibidir, bir cesit dusunme sanatidir. Edebiyata cok duskun olan Mustafa, guzel Turkcesiyle ve konulara olan hakimiyeti sayesinde en zor konulari bile ogrencilerine anlatmayi basarabiliyordu. Derslerden once odasinda tek basina neler anlatacagini dusunur ve bir tek not bile kullanmadan anlatirdi derslerini. Onu ogretmek kadar mutlu eden baska birsey yoktu. Bunun farkina varan pekcok ogrenci de onu hic rahat birakmazdi. Hatta bazilari sirketlerden aldiklari projeler hakkinda ona danisir, onun bilgisini somururlerdi. Bazi hocalar da yurt disina ciktiklarinda hep Mustafa'dan kendileri yerine ders anlatmasini rica ederlerdi. Mustafa bu insanlara degil, bencillik kavramina ofkeleniyordu. Nasil olur da bilim yuvasinda insanlar bu kadar bencil bu kadar para duskunu olabiliyorlardi. Idareci olmak istememesine ragmen Teknik Universite'de rektorluge kadar yukseldi ve onun doneminde Teknik Universite yurt disina cok iyi ogrenciler gondermeye basladi. Mekanik alaninda cok onemli katkilari olmasina ragmen makalelerini uluslararasi dergilere gondermek yerine yerli dergilerde yayinlamayi tercih etti, boylece ulkede bilimin gelismesine katkida bulunacakti. Cisimlerin mukavemeti konusunda yazdigi kitabi cok kisa zamanda bilim camiasinda ses getirecek ve yabanci ulkelerde cevirileri yayinlacakti. Kitabinin bu kadar basarili olmasindaki sebep, konulari anlatirken teori ve matematige verdigi onemdi.
Mustafa Inan'i belki de diger basarili bilim adamlardan ayiran en buyuk ozelligi bilim disinda baska bircok alanla da ilgili olmasiydi. Ozellikle Divan edebiyatina cok buyuk ilgisi vardi, bu sayede katildigi dost sohbetlerinde keyifli sohbeti ile herkesi etkilemeyi basarmisti. Bunun disinda Mustafa, felsefeye, tarihe merakliydi, kelimelerin kok yapilari uzerine kafa yoruyodu ve bunda matematik duzeni gordugunde cok mutlu oluyordu.
Hayatinda iki Dunya Savas’i gormus, hep yoksulluk cekmis Mustafa’nin ekonomik durumu profesor olduktan sonra da duzelmedi. Hatta birgun asistanindan bile borc istemek zorunda kalmisti. Bu konuda tepkisini soyle dile getiriyordu:
“ Dusunmek cok enerji isteyen bir istir. Dusunmek cok zor bir spordur. Futbolcularin kondisyonu icin bu kadar para harcanirken, bizleri neden kotu kondisyano mahkum ediyorsunuz? ”
Isteseydi disaridan proje alarak ekonomik durumunu duzeltebilirdi. Ama onun isi muhendis yetistirmekti, disaridan proje alirsa buna fazla zaman ayiramamaktan korkuyordu. Hem zaten ona teorik olmayan pratik islerle ugrasmak cok da tat vermiyordu. En iyisi kendisine gelen proje tekliflerini ihtiyaci olan diger arkadaslarina ya da ogrencilerine yonlendirmekti. Universitede ogretmeyi o kadar cok seviyordu ki bayindirlik bakani olmayi bile reddedecekti, zaten universitede bile idarecilikten bikmisti, artik bilimle ugrasmak, kitabini bitirmek istiyordu.
Mustafa daha 50li yaslarinda kendisini cok yorgun, halsiz hissetmeye baslamisti. Herkese herseyi ogretmek, ithal bilim yerine bilim uretmeyi ogretmek kolay degildi. Universite icinde karsilastigi bencil ve cikarci insanlar da umitlerinin giderek tukenmesine sebep oluyordu. Cok soguk bir kis gununde esi Jale hanimin uyarilarina ragmen okula ders vermeye toplu tasima bulamadigi icin yuruyerek giden Mustafa Inan bir daha iyilesemeyecekti. Atesi surekli yukseliyor ve her doktor baska birsey soyluyordu, birbirine zit ilaclar oneriyorlardi. O ortamda bile inceligini ve duyarliligini koruyan Mustafa Inan esine : “Aman Jale bu doktor arkadasa baska doktorlari da gordugumu soyleme, gucenir yoksa” diyordu. Doktorlar Jale Hanim’a Mustafa Inan’in yurtdisina cikmasi gerektigini soyluyorlardi. Fakat Mustafa Inan buna karsiydi elbette. Ulkesindeki doktorlara guveniyordu, hem simdi yurt disindan insaat muhendisi getirtseler kendisi bozulmaz miydi? Jale Hanim ne yapip edip is bahanesi ile de olsa Mustafa Inan’i Almanya’ya goturmeyi basardi fakat ne yazik ki dunyaya gozlerini cok sevdigi memleketinde degil, Almanya’da kapadi.
Bu romani okuduktan sonra bilimle azicik ugrasan her insanin icinde birseylerin kipirdamasini beklemek cok da saflik olmaz herhalde. Olsa bile zaten bilim adamlari saf olmalidirlar, onlarin Mustafa Inan’in dedigi gibi kendilerini ustun gostermeye vakitleri yoktur, baskalarini kiskanacaklari vakitleri yoktur. Ama baska bircok sey icin de vakitleri vardir, mesela bilimi sevimli gostermek icin, bilim adami olmak isteyenlere yol gostermek icin cok vakitleri vardir. Dunyada neler olup bitiyor, insanlik nereye gidiyor demeye cok vakitleri vardir, zaten aydin olmanin da geregi bu degil midir? En cok da esasli dusunmeye vakitleri ve gucleri vardir.
Simdi bizlerin de bize “Aptal!” diyen insanlara vakit ayiracak, onlara cevap verecek vaktimiz olmamali, bunun yerine dusunmeye, yeni seyler uretmeye ayirmaliyiz vaktimizi. Ne demisti Mustafa hoca:
“Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar? Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? ”
o duygusal adamı aramadan okuyunca pek haklı bir kitap.
"Henüz kapalı kapıları vuracak kadar cesaretli değildi." "Bir Newton'u mahalle mektebinde, falaka korkusuyla, anlamadığı bir dilin alfabesiyle ve kelimeleriyle savaşırken düşünebiliyor musun? Ya da Leibniz'i dört yaşında damdan düşerken gözünün önüne getirebilir misin?''
Ağır ağır okumak lazım bu kitabı. Ağır ağır okumalı ki eğitim nasıl verilir anlamalı, akademisyen nasıl olunur öğrenmeli. Ruhu şad olsun Mustafa İnan hocamızın.
Çok sevdiğim bir kitaptır. Beni ikinci kez çağırdı, ben de okudum. Özellikle lise ve üniversite çağındaki tüm öğrencilere olmak üzere, herkesin mutlaka okumasını öneririm.
İlham verici bir roman. Öğretici için de öğrenci için de. Oğuz Atay, Mustafa İnan üzerinden sonuç odaklı anlayışımıza, doğu kültüründen gelen kötü alışkanlıklarımıza, düşünme ve öğrenme süreçlerinden yoksunluğumuza ince ince dokunmuş. İşini düzgün yapmaya çalışan insanlar için bu ülkenin ne kadar yorucu olduğunu, sistemsizliğin çıkmazlarını okurun önüne koymuş. Belli ki bir bilim insanının biyografik romanını yazarken eğitim kurumlarını ve süreçlerini çok iyi gözlemlemiş, araştırmış. Bütün bunlara dair önemli şeyler söylemekle kalmıyor roman, Mustafa İnan'ı da başarılı biçimde yansıtıyor. Elbette roman olarak bir Tutunamayanlar ya da Tehlikeli Oyunlar değil. Ama okunması gereken iyi bir roman. Bir öğretim üyesi olarak romanın maneviyatından ve düşünsel yönünden çok etkilendim. Bundan bağımsız olarak Oğuz Atay okumak her zaman olduğu gibi yine çok keyifliydi. İç dünyalarında kendilerine bir çıkış yolu arayanlar özellikle okumalı. İnsanı yukarıya doğru iten bir roman çünkü.
Bir insanı tanımak; Kaşını, göz rengini, Adanalı olduğunu, 4 yaşında damdan düştüğünü, Annesinin müstakbel eşini istemeye gönüllü olmayıp eniştesinin görücü gittiğini, ‘Bi deneyek bakak’ diye girdiği sınavdan Teknik Üniversite Rektörlüğüne uzanan hayatını bilmek mi? İnsanı merak etmek her şeyini merak edip derinliği olan bir insan sıfatıyla da merak ettiği her şeyi gerçekten bilmekten geçiyor. Fuzuli, Nedim, Nabi, Yahya Kemal’i sevdiğini… şiirlerini özümsediğini ve alelade bir günde bir öğrencisi ile konuşurken bu şiirleri hayatın içine resorbe ettiğini; Bir yandan Heisenberg’in Belirsizlik Prensibi’ni düşünürken diğer yanda Arya-Dharma-Hindu ile ilgili araştırma yaptığını; Özel isimler de dahil kullandığı tüm kelimelerin etimolojisini araştırıp lahmacun yerken kelimeyi incelediğini; (Lahim-et, maal-birlikte, acim-hamur; etle birlikte hamur:) Doktora için Avrupa’ya gidip orada kalabilecekken ülkesinde kalmamayı ihanet görüp makalelerini bile bilerek kendi dilindeki dergilerin prestijini ve tanınmışlığını arttırmak için Türkçe dergilere gönderdiğini, Birçok proje alıp lüks bir hayat içinde yaşayabilecek yetiye sahipken idealleri için fukaralık çektiğini ve asistanından dahi borç aldığını, ilk evini ancak 59 yaşında alabildiğini; Bakanlık teklif edildiğinde bilimi ve hocalığı siyasetin önünde tutup reddettiğini BİLMEKTİR. Üslubu ve akıcılığı ile çok iyi aktarılmış bir biyografiden okumaktır, bilmenin yolu. Tanıştığımıza müteşekkir oldum Sayın İnan. Kendimi maymun iştahlı sanırdım; her şeyle uğraşan sizi okuyana kadar. Bilim yapan insanların aynı anda bir sanatla uğraşmasının; yaratıcılığını, hayal gücünü, heyecanını ve nezaketini arttırdığının canlı örneğisiniz. Tutunamayanlar’a zar zor tutunan ben, imrenerek, çoğu yerinde böyle olamadığım için utanarak bir nefeste okudum sizin gibi bir adamın romanını. Hoca değil de mentor kelimesini, mevcudiyeti ile dolduran sizin hayatınızı.
(p.c. Sevgili İletişim Yayınları; kitap kapağında Mustafa İnan değil de Oğuz Atay’ın fotoğrafının olması tek bana garip gelmiyordur umarım;)
"Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? ...Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? " Prof. Dr. Mustafa İnan
Profesor Doktor Mustafa İnan'ın kendinden sonraki genc bilim insanlariyla konusmasina vesile olabilmis kitaptir. Ismarlama bir kitap da olsa, Oğuz Atay'ın yazimi ve Mustafa İnan'ın kisiligi ve bilim adina yaptiklariyla insani ciddi anlamda etkiliyor. Ölümüne yeni ogrenmis gibi gozyasi doktum. Umarim bir gun onun istedigi gibi olur her sey... Ugrunda omrunu tukettigi gibi... Mekani cennet olsun.
Bu tip romanların/kitapların çoğalmasını diliyorum. Bilim ve sanat insanlarının nelerle mücadele ettiklerini bilmek, dönemin tarihini öğrenmek ve başarının nasıl kazanıldığını anlamak açısından gençlere bu örneklerin gösterilmesi gerekir. Sadece akademik çalışmalarıyla değil çok boyutlu yaşam biçimiyle, ilgi alanlarıyla herkese örnek olabilecek biri Mustafa İnan. Erken göçmüş bu dünyadan ama kısacık hayatında pek çok konuda öncü bir isim olmuş. Türkiye’de ilk doktora yaptıran kişi olması ülkemize kazandırmaya çalıştığı bilimsel çalışma yöntemini örneklemesi açısından oldukça önemli. Onun attığı adımlarla matematiksel çalışmaların olması gerektiği yönde ivme kazandığını düşünüyorum. Işıklar içinde uyusun.
Mustafa İnan ile tanıştığıma çok memnun oldum. Bu kitaptan önce fi çi pi serisini okumuştum. Kendimden utandım. Bir gün dünyaya hiç bi katkısı olmayan sadece vücutlarıyla göz önünde bulunup para kazanan insanlar yerine medyanın bilim adamlarına da yer vermesini umut ederek bitirdim kitabı. Öğretmen olarak örnek aldığım bir çok noktası olduğunu da eklemek isterim.
Bir bilim adamının romanı, Mustafa İnanın həyatıyla bağlı olmaqla yanaşı, həm də yetişəcək aydınların romanıdır mənim fikrimcə. Oğuz Atayın qələmi, Mustafa İnanın həyatı romanı birnəfəsə oxumağa məcbur edir. Müəllimlik ixtisası olan bütün təhsil ocaqlarında məcburi şəkildə oxudulmalıdır bu kitab!
Okuma serüvenimde Oğuz Atay külliyatını bitirmek gibi bir gayem var. Bundan önce de Korkuyu Beklerken, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kitaplarını okumuş ve mest olmuştum. Oğuz Atay’ın ne anlattığından bağımsız bir şekilde kaleme aldığı her şeyi okumanın bana keyifli bir okuma sunacağını düşünmüştüm. Fakat yanılmışım. Maalesef hiç sevmediğim ve zor bitirdiğim bir metin oldu Bir Bilim Adamının Romanı.
Kitabın konusuyla ilgili bir eleştirim yok. Hatta oldukça değerli buluyorum ele aldığı konuyu. Türkiye’nin yetiştirdiği önemli biliminsanlarından biri olan Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü kendisini tanımayan okuyuculara anlatmak son derece önemli. Ancak bunun yapılış şekli samimiyetten uzak, zorlama ve tek düze hissettiriyor okuyucuya.
Yazma süreçlerinde dışardan müdahale edilmesi sonucu Oğuz Atay’ın da içine sinmeyen bir metin çıkmış ortaya. Kitap boyunca birkaç şey beni özellikle rahatsız etti. Bunlardan biri, kitabın bir tarih metni gibi kronolojik ve yavan olması. İkincisi ise Mustafa İnan’ın daha çocukluktan itibaren kusursuza ve kahramana yakın bir profil olarak resmedilmesi. Mustafa İnan hayatına dokunmuş herkes tarafından çok sevilen bir kişi olabilir tabi ki, fakat tek yönlü bir karakter olduğu gerçeğini de değiştirmez ve bu onu gerçeklikten uzak kılar.
Velhasıl kelam ben bu metinle pek anlaşamadım. Ancak daha önce okuduğum metinleriyle kalbime taht kurmuştu kendisi. Yazardan okuyacağım son üç kitabım kaldı. Hala okunacak Oğuz Atay kitaplarımın olması mutluluk verici.