Hayatını, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni «Tanıyıncaya Kadar» ve «Tanıdıktan Sonra» diye iki ana bölüme ayıran Necip Fazıl, Efendisine doğru kendisini cezbeden hâdiseleri de mânâlandırdığı otobiyografik eseri «O Ve Ben»i 1975’de şöyle takdim etmiştir: «Bu eser, dünyaya gelişimden bugüne kadar en hususî renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra mânasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir. Bu bakımdan, kendilerini görünceye kadar malik olabildiğim birbuçuk esere nisbetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden o nura borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikini, baş köşeye oturtulması lâzım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdim ederim.» Kitap, 1965 senesinde «Büyük Kapı» ismiyle yayınlanmıştır.
In his own words, he was born in "a huge mansion in Çemberlitaş, on one of the streets descending towards Sultanahmet" in 1904. His father was Abdülbaki Fazıl Bey who held several posts including deputy judge in Bursa, public prosecuter in Gebze and finally, judge in Kadıköy. His mother was an emigree from Crete. He was raised at the Çemberlitaş mansion of his paternal grandfather Kısakürekzade Mehmet Hilmi Efendi of Maraş who named his grandson after his own father, Ahmet Necib as well as his son, Fazıl.
Necib Fazıl learned to read and write from his grandfather at the age of five. After graduating from the French School in Gedikpaşa, he continued his education in various schools, also including Robert College of Istanbul as well as the Naval School. He received religious courses from Ahmed Hamdi of Akseki and history courses from Yahya Kemal at the Naval School but he was actually influenced by İbrahim Aşkî, whom he defined to have "penetrated into deep and private areas in many inner and outer sciences from literature and philosophy to mathematics and physics". İbrahim Aşkî provided his first contact with Sufism even at a "plan of skin over skin". "After completing candidate and combat classes" of Naval School, Kısakürek entered the Philosophy Department of Darülfünûn and graduated from there (1921-1924). One of his closest friends in philosophy was Hasan Ali Yücel. He was educated in Paris for one year with the scholarship provided by the Ministry of National Education (1924-1925). He worked at the posts of official and inspector at Holland, Osmanlı and İş Banks after returning home (1926-1939), and gave lectures at the Faculty of Linguistics and History and Geography and the State Conservatoire in Ankara and the Academy of Fine Arts in İstanbul (1939-1942). Having established a relation with the press in his youth, Kısakürek quit civil service to earn his living from writing and magazines.
Nacip Fazıl Kısakürek died in his house at Erenköy after an illness that "lasted long but did not impair his intellectual activity and writing" (25 May 1983) and was buried in the graveyard on the ridge of Eyüp after an eventful funeral.
Necip Fazıl was awarded the First Prize of C.H.P. Play Contest in 1947 with his play Sabır Taşı. Kısakürek was awarded the titles of "Great Cultural Gift" by the Ministry of Culture (25 May 1980) and "Greatest Living Poet of Turkish" by the Foundation of Turkish Literature upon the 75th anniversary of his birth.
Daha sonra aklıma gelenleri eklerim ama öncelikle şunu belirtmeliyim: Böyle bir biyografiyi nasıl değerlendirmek gerek bilmiyorum. Anlattıklarından hoşlanmadım ama kullandığı dile hayran kaldım.
Belli bir kronolojiyi takip eden otobiyografik bir eser olmasına rağmen mütemadiyen kendini tekrar ettiği hissini veriyor. Altı çizilebilecek olan cümleler, diğer kitap ya da şiirlerinde daha önce kullandığı ifadelerdi. Arvasi hazretlerinin bize göstermek istediği vechesi ise pek merak etmediğim, bilindik veli kerametlerinin ötesine geçemiyor maalesef. Necip Fazıl'ın okuduğum eserleri arasında en keyifsiz olanıydı diyebilirim.
Kendi başarılarını, hayat hikayesinde yer verdiği bütün "ben"likleri "O"nu anlatmak için zorunlu birer vesile olarak anlatmış. Onu tanıyıncaya kadar, Onu tanıdıktan sonra ve Ondan yani ölümünden sonraki hayatını otobiyografik perspektifte çift bakış açılı yansıtmış yazar.
Necip Fazıl'ın yaşadığı buhranlar... O iki hayat tarzı arasında sayısız gidiş-gelişleri, yüksek bir zekanın bazen uykusuz gecelerde insanın kafasını duvarlardan duvarlara çarpmak istemesi, o zekadan şikayet etmesi... Ben hayatımda fikri buhranın, iman ateşinde pişmenin acısının, düşünce karıncalarının insanın huzurunu-beynini nasıl ağır ağır yediğinin bu kadar muhteşem anlatıldığını okumadın. Necip Fazıl belli ki bu buhran sürecini, bu iğneli fıçıyı ciltlerce anlatabilir, onda teşbih tükenmez ama sınırını çok iyi bilmiş. Bam teline dokunup dokunup çekiyor. Kitap acıyı yansıtıyor. Ama dram değil, trajedi değil. Buhran kokuyor buram buram. Sayfalarda uykusuz geçen geceler, gözyaşları, bir raya oturamamanın, yola koyulamamanın, "imanın yetersizliğinin" huzursuzluğu en yetkin şekilde göz önünde. Tüm çıplaklığı ile tüm samimiyeti ile gözümüzde canlanıyor o sahneler.
Bu 1934'de onu tanıma sürecinde çektiği buhranın üzerine Onu tanıdıktan sonra yaşadığı git gel durumunun verdiği yorgunluk da gayet samimi bir şekilde anlatılmış. Onun yanındayken insan onun yanında değilken hayvan... İçte yaşanmak istenen fikren doğru olduğu bilinen mümin hayatı, dışta yaşanan karşı konulamayan rind hayatı. Bu çelişkinin verdiği sıkıntı...
Abdülhakim Efendi'den bahsederken büründüğü edep, üslup değişikliği. Ondan nazikçe seçtiği alıntılarla aktarımlarla tamamladığı bir portre. Kerametlerin (doğru veya yanlış) etkileyiciliği. Ayrıca dikkatimi çeken nokta Abdülhakim Efendi'den bahsederken ayrı bir edep, Çöle İnen Nur'da Efendimiz'den bahsederken apayrı bir edep. İki üslup bile birbirinden farklı.
Sonuç olarak konudan bağımsız; fikir buhranının, raya oturamamanın verdiği sıkıntının böyle yetkin ve samimi anlatıldığını ben başka hiç bir yerde okumamıştım. Tekrar tekrar işaretlenen pasajlara dönülmesi gereken bir kitap.
Necip Fazıl’ın üç döneme ayırdığı kendi hayat hikayesini, yaşadığı üç büyük buhran etrafında, anlattığı kitabıdır. Gerek seçtiği kelimeler, gerek kurduğu cümleler açısından değerlendirildiğinde güzel bir kitap. Yaşadığı kriz anlarını okuyucuya çok etkili bir şekilde aktarmış. Daha önceden sadece Reis Bey adlı eserini okumuştum, tv filmi olarak da izlemiştim. Reis Bey’de tasvir ettiği bazı karakterlerin, aslında kendisi olduğunu, bu kitapta anlıyoruz.
Öte yandan, Türk edebiyatının bazı mümtaz şahsiyetlerine karşı sarfettiği ve itham seviyesine çıkardığı sert eleştiriler ise üslup açısından kesinlikle kabul edilemez düzeyde idi. Vakaları kendi istediği şekilde görmek için deliller arayıp bunlar hakkında zoraki çözümlemeler yapması, kendisine yardım edemeyecek insanlardan yardım ister duruma düşmesi, son döneminde etrafında bulunan insanların yanlış yönlendirmesi ve kendisinin de bunlara iltifat etmesi veya son halde iltifat etmek zorunda hissetmesi, yaşadığı buhranlar sırasında hissettiklerinin düzeyini anlamak açısından çok önemli.
Merhum Necip Fazıl'ın farklı eserlerini farklı vakitlerde okudum. Lakin bu eser kendisi için daha özel ve daha şahsi olduğu gibi, benim için de farklı şekilde olsa da öyle olmuştur.
Necip Fazıl'ın anlatma üslubundaki belâgat beni uyuştururcasına her vakit sarmıştır. Zaruri bir sebep olmadan kitabı kapayıp kalkmışlığım nadirdir.
Kitabın kapağındaki "O" diye çizdiği dairede tek bir şahsiyetten ziyade, bir halka, bir silsile görmeye başladım kitabın sonuna geldikten sonra. Dairenin en alt noktasından başlayıp tepesine kadar binbir türlü çileden geçerek çıkan, sonra vardığı dairenin zirvesinden en alt noktasına tekrar inen bir prensin hikayesini sergiledi bana Necip Fazıl. Zahirde başladığı noktada kalan biri olarak gözükse de, bâtında yıkma usulü değil, yapma usulünce tavan ile tabanı, zirve ile dibi birleştirebilmiş bir ruh vardır.
Düşündüm ve sorguladım, Necip Fazıl'ın neden ışıklar altında tutulan bir romanı yok? diye. Vardığım nokta da şöyle: Kendisinin içinde bulunduğu girift hakikatin hayale fazla mecal bırakmamış olmasından, hayal gibi tınlayan iç âleminin dış âlemi tarafından anlayış görmeyişinden ve bir hayatî roman içinde baş karakter mevkiini doldurduğundan kaynaklıdır. Necip Fazıl'ın eserleri bana bir roman gibi gelir. Okumaya bu eda ile başlamasam da, sona böyle bir kapılma ile varıyorum.
Zahirde 1865 Van doğumlu, büyük âlim ve zat Seyyid Abdülhakim (Üçışık) Arvas-i Hazretleri ile Necip Fazıl'ın tanışmasından önce, tanıştıktan sonra, ve Efendi Hazretlerinin Ankarada 1943 senesinde vefat ettikten sonraki seneler içinde çektiği çileler, geçtiği cilveler, ve farklı şekil, renk ve buut ile harmanlanan fikriyatını, edebiyatını ve şahsiyetini gösteren bir otobiyografi kitabıdır.
Necip Fazıl Kısakürek’in kitapları arasında okunacak ilk kitap diyebiliriz. Onun nasıl biri olduğuna dair izlenimleri kendi gözünden öğrenmiş olacaksınız. Sonrasında ise kendisini kurtuluşa götürdüğünü söylediği Abdülhakim Efendi ile buluşması ve değişimine şahit olacaksınız.
Necip Fazıl'ın otobiyografisi ve Abdülhakim Arvasî'nin biyografisi; bu ikisi arasındaki ilişkiler ve Necip Fazıl'ın Arvasi'ye hayranlığı üzerine yazılmış, üslubu yönünden harika bir kitap. Kitabı çok sevdim diyemem ancak Abdülhakim Arvasi'nin sözlerine yer verdiği yerlerde, günümüzd sözde din alimleri tarafındanörnek alınması gereken yaklaşımlar gördüm. Şimdinin tutucu din alimlerine kıyasla geçmişe gittikçe gerçek alimlerin birşeyleri haram kılma, insanları tekfir etme gibi konularda ne kadar hassas davrandıklarını ve liberal yorumlar yaptıklarını görüyoruz. Bahsettiğim mesele İslam'ı ılımlılaştırmak değil, aksine bu kadar hassas yaşayan insanların dinin esasına olan saygısının, takva gereği uyulan birçok kuralın günah/haram çerçevesinde olmadığını açıkça ortaya koyabilmesinin güzelliğidir. Böyle alimler sayesinde İslam hurafelerden uzak kalacaktır ümidini taşıyorum. Sonuç olarak, Necip Fazıl'dan ziyade Abdülhakim Arvasi'yi tanıyacağınız bir eser.
Oldukça ağır bir kitap ve hakkıyla yorumlamak zor. İman cihetinden hayata farklı bakan insanlar için anlatılanlar olanaksız ve imkansız gelebilir. Belki de kendimizi şartlamadan müellifin derdini anlatmasına izin vermek en doğrusu olur.
Hakikate götüren yolda mürşid-i kamilini bir türlü bulamayan Necib Fazıl, O'na ulaşana kadar ve sonrasını anlatıyor bizlere. Kendisine "Keşke bu kadar zeki olmasaydın" diyen Efendi'sine tabii olana kadar kendisini ayakta alkışlayanlar, yolunu doğrulttuktan sonra "Sanatına kıyan geri adam" diyorlar. Ufak bir örnek 1944 senesinde Büyük Doğu'da çıkan bir hadis-i şerif meali. Hadis-i şerif şu: "Allah'a itaat edilmeyene itaat edilmez." Vay efendim sen misin bunu bastıran. Neymiş Allah ve ahlaktan bahsetmekten yasakmış, "Bu hadisi neşretmek , bize itaat edilmez demekmiş."
Ve bugün bu zatın önsözünü yazdığı klasikleri okuyoruz.
Ama unutmamak lazım: "İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil."
ustad olarak bilinen Necip Fazıl kısakürekin hayatı kendi ağzından anlatan bir kitap, çocukluğunu, hatıralarını, gençliğini, hayatında ki dönüşüm noktaları okuyucuya yaşatarak anlatan bir tarzı vardır. kitap iki döneme ayrılmaktadır tanımadan evvel ve tanıdıktan sonra, burada demek istenilen kısakürekin Allah ve İslam dinin yaşış biçimi ile ilgilidir. Kitabın dili çok ağır olmakla beraber Edebiyat sevenleri ve Necip Fazıl Kısakürekin aşırı hayranlarına tavsiye edilebilir.
Üstat Necip Fazıl'ın hayatından kesitler sunan bir kitap. Özellikle Seyyid Abdülhakim Efendi ile olan münasebetleri hayatına önemli katkıda bulunmuş...
Necip Fazıl ' ın kendi iç dünyasını satırlara döktüğü bu eser hem yazarın siir ve yazın dünyasını algılayabilmek aynı zamanda da doğru yolun nasıl bulunacagının yol işaretlerini görmek açısından okunulası. bazı yerleri tekrar edilmesi gerekir uzerinde durup düsünülmelidir.