Selim Bektaş's Blog
January 24, 2021
ABSÜRT, KEYİFLİ, MAYIN GİBİ BİR ROMAN - ÜMİT AYKUT AKTAŞ, BİRGÜN
‘Bir hikâyede birden fazla güzel kadın varsa orada mutlu erkek olamazdı.’ Erkek, Peygamber adayı olsa dahi.
A-Ha'nın ‘Take On Me’ parçasını dinleyemeye başlayarak yazının başına oturdum, kendi kendime söz verdim, kitaptaki parçaları dinleye dinleye bitireceğim bu yazıyı diye. ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’ Selim Bektaş’ın ikinci romanı, ilk romanı Muz Beyazı 2015’te İthaki Yayınları tarafından yayımlanmıştı. İşinden yeni ayrılmış bir yazar, roman yazmaya niyetleniyor, romanına yoğunlaşmak istiyor ama ne var ki tüm gün bulutları seyretmek daha çekici geliyor yazarımıza. Aslolan metnin kendisiyse yazarımızın da biraz gevşemeye hakkı olmalı değil mi? Bir yandan da iş bulması gerekiyor, sevgilisi ara ara sıkıştırıyor Veysel Zebub’u, ama iş bulması o kadar da kolay olmuyor elbet. İşsiz bir mühendis ve kitabını bir türlü yazamayan bir yazar olan Veysel Zebub’a, Şey isimli kutsal kitabın son bölümünün tamamlanması görevi veriliyor, üstelik sadece tren hareket halindeyken. Bitirici, güçlü bir finali yazmak hiç de kolay değil, bu aynı zamanda kutsal kitabın ete kemiğe bürünmesi de demek. Aslında izlek belli; makinist, tren, yemekli vagon, kompartıman, demiryolu, kondüktör ama hadi gel de yaz.
Son bölümü eksik bir kutsal kitap, rotası belirsiz bir tren yolculuğu ve karmakarışık ilişkiler yumağı... Ve Diğer Kutsal Şeyler, bir demiryolu romanı, arayış romanı hatta çokça da kayboluş.
Üç güzel kadın; Bilge, Sofya, Havva ve diğer adamlar; Musa, Zerbent, Galip Tabak, Yakup Aziz.
Veysel Zebub’un yazamama serüveni, bana Coen Kardeşler’in Barton Fink’ini ve onların muzip, absürd, kaybolmuş karakterlerini çağrıştırdı, biraz da Richard Brautigan ve Kurt Vonnegut mizahını. Barton Fink de bir türlü yazmaya başlayamaz. Senaryonun ilk birkaç satırından daha fazlasını yazamayan Barton, yazmayı umduğu şeyle kendisinden yazılması istenen şey arasındaki uçurum yüzünden imgelemindeki ilham perileri teker teker kurşuna dizilir. Veysel Zebub’da da benzer emareler söz konusu, biri otel odasına diğeri tren kompartımanına sığınıyor.
Şey’i yazmaya başlayan ‘İlk Makinistler’ vahim bir tren kazasında şehit olduktan sonra kutsal kitabın son bölümü bir türlü tamamlanamamıştır. Bölümler birçok yazarın hatta yarı zamanlı peygamberin kaleminden çıkmış olsa da son bölümü uzun süredir eksiktir. Rotanın ve varılacak durağın belirsiz olduğu bu tren yolculuğuna Veysel Zebub’a arkadaşları Bilge ve Sofya ile halkla ilişkiler uzmanı Havva Hanım ve ilahiyat profesörü Galip Tabak eşlik eder. Bir de Veysel’in yazmaya çalıştığı kitabı vardır elbette.
“İstifa ettikten sonra daha fazla zaman bulabileceğimi düşünmüştüm ama asıl düşmanlar dışarıda değil, içerideymiş meğer.”
“Kitap nasıl gidiyor? Yazabildin mi bir şeyler?”
“Hayır” dedim. “Başka şeylerle uğraştım.”
Hiçbir şey yazamadığımı söyledim ama bütün gün bulutlara baktığımı bilmeni istemiyordum.
“Kendime göre iş bulamıyorum.”
“Seni seviyorum.”
“İş bulabildin mi?”
“Bulmaya çok yaklaştım.”
“Güzel.”
“Kitap nasıl gidiyor?”
Veysel’in zihninde dönüp duran balonlar sıklıkla birbirine çarpıyor; mühendislik dışında bir işten para kazanabilme ihtimali, yazı ile geçinebilme sanatı, aşklar, tutkular ve diğer ölümcül şeyler.
Selim Bektaş’ın romanı, absürt, keyifli, mayın gibi döşenmiş metaforlar ve zekice göndermelerle dolu. Kitaptaki deneysel kompartımanlarda; terkedilmiş telefon kulübelerine -en son ne zaman görmüş olabiliriz ki?- bulutlara, ilişkilere, az müritli dinlere, İstiklâl Caddesi’ne, ıssız demiryollarına, kırmızı ve kahve tonlarındaki kompartımanlara, kahve kokularına, bulmacalara, aralarında kalınan 'teni çok güzel, kahve köpüğü gibi' kadınlara, cepteki son bozukluklarla çalıştırılan müzik kutularına, serin ve beklentisiz cesetlere, sigara içilebilen vagonlara, tek kapılı arabalardaki, isteyenin istediği gibi inememe sorunsalına denk geliyoruz.
DENEYSEL VAGONLAR
Biçimsel tercih ise kısa kısa metinler halinde, hatta daha çok deneysel vagonlar diyelim. Yetmiş iki bölüm, 72 parça yemek takımı gibi de düşünebilirsiniz. Yolculuğumuzda Calvino, Borges, Vonnegut, Ali Teoman, Agatha Christie, Kandinsky, Pink Floyd, Led Zeppelin, Miles Davis, Coltrane, The Doors, Jethro Tull, Tom Waits, Simon & Garfunkel, Radiohead, Cream -Ah Eric Clapton’ın ilk dönemleri ahhh…- A-ha Take on me, REM Losing my religion, -‘dinimi kaybettim’ burada da bir metafor gizli olmalı?-
Bu bölüm spoiler içeriyor, kitabı okumadıysanız ve okuma niyetindeyseniz artık dergideki başka yazıya geçebilirsiniz. Yüz kırkıncı sayfada, “Havva, yapılan görüşmelerde yönetim kurulunun ve kâtiplerin metni beğenmediğini, Mercury’ye hiç atıf yapılmadığını ve lokomotif estetiğinden çok uzak olduğunu söyler.” Peygamber adayının kutsal kitabın son bölümüyle ilgili yazdığı metin yayınevi tarafından reddedilir, burada kendisi de bir yayınevinde editör olan yazarımız, kendi yarattığı karaktere de geçit vermemektedir.
“Kapının yanındaki küçük zil çaldı ve mavi şapkalı makinist çizgi film gülümsemesiyle belirdi.”
“Aklımda bir cümle var dedim onu yazınca gelirim.”
“Aklımda bir şey yokken aklımda bir şey varmış gibi yapmayı iyi kıvırıyorum. Çocukluktan kalma bir yetenek.”
”Biliyor muydunuz,
Rüzgârın fısıltısında serildiğinin
Aradığınız rayların”
“Akşam bulutları, göğün güzel bir yerinde şakalaşan köpek yavruları gibi iç içe geçiyordu. Bulutları izlemek için güzel bir akşamdı.”
“Ben de ‘Bulutları izleyelim mi,’ diyecektim sana, dedim.”
“Hangi bulutları?” dedi.
“Benim penceremdeler şu an.”
“Kaçmadan gidelim.”
“Hadi.”
“Sofya’yla birlikte toplantıya kadar bulutları izledik. Küçük kırmızı bulut, büyük gri bulutu öptüğünde ben de Sofya’yı öptüm.”
“Sonra yağmur yağdı.”
İtiraf etmeliyim ki kitap beklediğimden daha inceydi. Kutsal kitap deyince insan, en az dört yüz sayfa falan bekliyor hatta Umberto Eco’nun anekdotunu da anmadan geçmemeli; İncil editöre gönderilir, gelen yanıt şu şekildedir:
“Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok. Ayrıca daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba. Örneğin, 'Kızıldeniz Haydutları' olabilir mi? Yeri gelmişken, yazarın adı metnin hiçbir yerinde, hatta içindekiler bölümünde bile geçmiyor. Kimliğini gizli tutmak için özel bir neden mi var?"
Gerçekten de ilk beş bölümü kim yazdıysa sıkı bir editörle çalışmış olmalı, sonraki bölümlerde hikâye çok dağılmış çünkü. Zaten kutsal kitapları, Ve Diğer Kutsal Şeyler’i ve illa çoksatarları eleştireceksek işe Tanrı’dan başlamamız gerekiyor, yayımlatabildiği dört kitabı var, yazarın ilk kitabı da dâhil satışları hiç de fena gitmiyor doğrusu.
A-Ha'nın ‘Take On Me’ parçasını dinleyemeye başlayarak yazının başına oturdum, kendi kendime söz verdim, kitaptaki parçaları dinleye dinleye bitireceğim bu yazıyı diye. ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’ Selim Bektaş’ın ikinci romanı, ilk romanı Muz Beyazı 2015’te İthaki Yayınları tarafından yayımlanmıştı. İşinden yeni ayrılmış bir yazar, roman yazmaya niyetleniyor, romanına yoğunlaşmak istiyor ama ne var ki tüm gün bulutları seyretmek daha çekici geliyor yazarımıza. Aslolan metnin kendisiyse yazarımızın da biraz gevşemeye hakkı olmalı değil mi? Bir yandan da iş bulması gerekiyor, sevgilisi ara ara sıkıştırıyor Veysel Zebub’u, ama iş bulması o kadar da kolay olmuyor elbet. İşsiz bir mühendis ve kitabını bir türlü yazamayan bir yazar olan Veysel Zebub’a, Şey isimli kutsal kitabın son bölümünün tamamlanması görevi veriliyor, üstelik sadece tren hareket halindeyken. Bitirici, güçlü bir finali yazmak hiç de kolay değil, bu aynı zamanda kutsal kitabın ete kemiğe bürünmesi de demek. Aslında izlek belli; makinist, tren, yemekli vagon, kompartıman, demiryolu, kondüktör ama hadi gel de yaz.
Son bölümü eksik bir kutsal kitap, rotası belirsiz bir tren yolculuğu ve karmakarışık ilişkiler yumağı... Ve Diğer Kutsal Şeyler, bir demiryolu romanı, arayış romanı hatta çokça da kayboluş.
Üç güzel kadın; Bilge, Sofya, Havva ve diğer adamlar; Musa, Zerbent, Galip Tabak, Yakup Aziz.
Veysel Zebub’un yazamama serüveni, bana Coen Kardeşler’in Barton Fink’ini ve onların muzip, absürd, kaybolmuş karakterlerini çağrıştırdı, biraz da Richard Brautigan ve Kurt Vonnegut mizahını. Barton Fink de bir türlü yazmaya başlayamaz. Senaryonun ilk birkaç satırından daha fazlasını yazamayan Barton, yazmayı umduğu şeyle kendisinden yazılması istenen şey arasındaki uçurum yüzünden imgelemindeki ilham perileri teker teker kurşuna dizilir. Veysel Zebub’da da benzer emareler söz konusu, biri otel odasına diğeri tren kompartımanına sığınıyor.
Şey’i yazmaya başlayan ‘İlk Makinistler’ vahim bir tren kazasında şehit olduktan sonra kutsal kitabın son bölümü bir türlü tamamlanamamıştır. Bölümler birçok yazarın hatta yarı zamanlı peygamberin kaleminden çıkmış olsa da son bölümü uzun süredir eksiktir. Rotanın ve varılacak durağın belirsiz olduğu bu tren yolculuğuna Veysel Zebub’a arkadaşları Bilge ve Sofya ile halkla ilişkiler uzmanı Havva Hanım ve ilahiyat profesörü Galip Tabak eşlik eder. Bir de Veysel’in yazmaya çalıştığı kitabı vardır elbette.
“İstifa ettikten sonra daha fazla zaman bulabileceğimi düşünmüştüm ama asıl düşmanlar dışarıda değil, içerideymiş meğer.”
“Kitap nasıl gidiyor? Yazabildin mi bir şeyler?”
“Hayır” dedim. “Başka şeylerle uğraştım.”
Hiçbir şey yazamadığımı söyledim ama bütün gün bulutlara baktığımı bilmeni istemiyordum.
“Kendime göre iş bulamıyorum.”
“Seni seviyorum.”
“İş bulabildin mi?”
“Bulmaya çok yaklaştım.”
“Güzel.”
“Kitap nasıl gidiyor?”
Veysel’in zihninde dönüp duran balonlar sıklıkla birbirine çarpıyor; mühendislik dışında bir işten para kazanabilme ihtimali, yazı ile geçinebilme sanatı, aşklar, tutkular ve diğer ölümcül şeyler.
Selim Bektaş’ın romanı, absürt, keyifli, mayın gibi döşenmiş metaforlar ve zekice göndermelerle dolu. Kitaptaki deneysel kompartımanlarda; terkedilmiş telefon kulübelerine -en son ne zaman görmüş olabiliriz ki?- bulutlara, ilişkilere, az müritli dinlere, İstiklâl Caddesi’ne, ıssız demiryollarına, kırmızı ve kahve tonlarındaki kompartımanlara, kahve kokularına, bulmacalara, aralarında kalınan 'teni çok güzel, kahve köpüğü gibi' kadınlara, cepteki son bozukluklarla çalıştırılan müzik kutularına, serin ve beklentisiz cesetlere, sigara içilebilen vagonlara, tek kapılı arabalardaki, isteyenin istediği gibi inememe sorunsalına denk geliyoruz.
DENEYSEL VAGONLAR
Biçimsel tercih ise kısa kısa metinler halinde, hatta daha çok deneysel vagonlar diyelim. Yetmiş iki bölüm, 72 parça yemek takımı gibi de düşünebilirsiniz. Yolculuğumuzda Calvino, Borges, Vonnegut, Ali Teoman, Agatha Christie, Kandinsky, Pink Floyd, Led Zeppelin, Miles Davis, Coltrane, The Doors, Jethro Tull, Tom Waits, Simon & Garfunkel, Radiohead, Cream -Ah Eric Clapton’ın ilk dönemleri ahhh…- A-ha Take on me, REM Losing my religion, -‘dinimi kaybettim’ burada da bir metafor gizli olmalı?-
Bu bölüm spoiler içeriyor, kitabı okumadıysanız ve okuma niyetindeyseniz artık dergideki başka yazıya geçebilirsiniz. Yüz kırkıncı sayfada, “Havva, yapılan görüşmelerde yönetim kurulunun ve kâtiplerin metni beğenmediğini, Mercury’ye hiç atıf yapılmadığını ve lokomotif estetiğinden çok uzak olduğunu söyler.” Peygamber adayının kutsal kitabın son bölümüyle ilgili yazdığı metin yayınevi tarafından reddedilir, burada kendisi de bir yayınevinde editör olan yazarımız, kendi yarattığı karaktere de geçit vermemektedir.
“Kapının yanındaki küçük zil çaldı ve mavi şapkalı makinist çizgi film gülümsemesiyle belirdi.”
“Aklımda bir cümle var dedim onu yazınca gelirim.”
“Aklımda bir şey yokken aklımda bir şey varmış gibi yapmayı iyi kıvırıyorum. Çocukluktan kalma bir yetenek.”
”Biliyor muydunuz,
Rüzgârın fısıltısında serildiğinin
Aradığınız rayların”
“Akşam bulutları, göğün güzel bir yerinde şakalaşan köpek yavruları gibi iç içe geçiyordu. Bulutları izlemek için güzel bir akşamdı.”
“Ben de ‘Bulutları izleyelim mi,’ diyecektim sana, dedim.”
“Hangi bulutları?” dedi.
“Benim penceremdeler şu an.”
“Kaçmadan gidelim.”
“Hadi.”
“Sofya’yla birlikte toplantıya kadar bulutları izledik. Küçük kırmızı bulut, büyük gri bulutu öptüğünde ben de Sofya’yı öptüm.”
“Sonra yağmur yağdı.”
İtiraf etmeliyim ki kitap beklediğimden daha inceydi. Kutsal kitap deyince insan, en az dört yüz sayfa falan bekliyor hatta Umberto Eco’nun anekdotunu da anmadan geçmemeli; İncil editöre gönderilir, gelen yanıt şu şekildedir:
“Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok. Ayrıca daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba. Örneğin, 'Kızıldeniz Haydutları' olabilir mi? Yeri gelmişken, yazarın adı metnin hiçbir yerinde, hatta içindekiler bölümünde bile geçmiyor. Kimliğini gizli tutmak için özel bir neden mi var?"
Gerçekten de ilk beş bölümü kim yazdıysa sıkı bir editörle çalışmış olmalı, sonraki bölümlerde hikâye çok dağılmış çünkü. Zaten kutsal kitapları, Ve Diğer Kutsal Şeyler’i ve illa çoksatarları eleştireceksek işe Tanrı’dan başlamamız gerekiyor, yayımlatabildiği dört kitabı var, yazarın ilk kitabı da dâhil satışları hiç de fena gitmiyor doğrusu.
Published on January 24, 2021 05:38
•
Tags:
birgün, birgün-kitap, selim-bektaş, ve-diğer-kutsal-şeyler
November 17, 2020
Ve Diğer Kutsal Şeyler, Utku Yıldırım
Pek acele bir yol romanıdır ama o kadar istical etmemek lazım okurken, ağırdan alınız. Epigrafta kedi yürüyüşünün rastgele harflerini alıntı halinde bulursunuz, “Klavyede Kedi Yürüyüşleri” nam metin anonimdir ama kedinin de bir kişiliği yok mudur, adı, eğer kadim zamanlardan bir kedi kurmacası değilse bu? Kişilikli kedi diyelim, metnin adının italikliği veya italik değilliği kedinin kişiliğine, kediliğe, rastgeleliğe bağlı mıdır? İkinci alıntı Aslan Asker Şvayk‘tan, her şeyin her şeye karışmasından bahsetmese belki okur için bunlar hiç problem olmazdı ki olmamalı, anlatı daha başlamadı. Ya da çoktan başladı, her şey karışırken gara girmekte olan bir treni andırıyor, bir şeyi, bu metni okurken her şeyi birbirine dokundurmamız gerekir. Anlatıcı Veysel Zebub belki Beelzebub’dan el almıştır, Sineklerin Tanrısı’dır dahi Yalanların Babası’dır, kurmacayla uğraşması makul. Metin 72 bölümden oluşuyor, ilkinde Veysel’in bir şeyler yazmaya çalıştığını görüyoruz, dış mekan çekimini andıran sinematik tasvirler, şehrin dikeyliğinin Ballardvari kabusları imlemesi, her şeyin aydınlığı, karanlıktan mahrum kalmış insanın neonların altında mutluluk arayışı, hepsi başarısız bir başlangıca dönüşüyor. Veysel yazmaya çalışıyor, bu uğurda işinden istifa etmişse de asıl düşmanlar içeride, pencereden gözüken bulutlar hikâye çıkarmak için oradalar, tren yolculuğunda da oradalar, kutsal kitap yazılırken de oradalar, hikâye bu noktada başlıyor diye düşünebiliriz, gerçeklikle kurmacanın başladığı nokta. Keskin bir dönüş yok, kurmacayı imleyen birkaç detay var, yeri geldikçe bakalım. Bilge eve geliyor, Bob Dylan’ın albüm kapaklarından biri var tişörtünde, Veysel’in sevgilisi. Tişörtten bahsediyorum, Dylan’la birlikte Pink Floyd olsun, The Smiths olsun pek çok grubun, sanatçının adı geçiyor metinde, müzik aşkı dorukta. Bir de şu, bence bu metin The Rolling Thunder Revue’nun edebi versiyonu. Neden, Martin Scorsese’in filminde gördüğümüz üzere oldukça parçalı, sürprizlere açık, deli işi bir turne o, bu metin de öyle, o zaman ikisini neden tokuşturmamak. Bilge’yle Veysel’in araları güzel, kendilerine göre gariplikleri var, diyaloglar da başarılı olunca her yönüyle anlıyoruz ilişkilerinin matraklığını. Komikler, iki tuhaf birbirini eğlendirebiliyor, başka türlü bir arada kalmaları zor. Veysel’in sadakatsizliğinden bahsetmek aralarındaki sadakati nereden anladığımıza götürecek işi, sevgiye bağlarız belki. Veysel kızı seviyor arada dile getiriyor bunu, kız da Veysel’i seviyor görüldüğü kadarıyla. Birbirlerini aldatmalarını uçarılıklarıyla birlikte değerlendirirsek, eh, yolda kimin kimle kimleyeceği belli olmaz, Bob Dylan yolda rastladığı bir kemancıyı orkestrasına katıp konserlere çıkarıyorsa Bilge neden başka biriyle sevişmesin? Yol bir de, insan zihnen başka bir istikamet tutturabiliyor.
Musa ve Sofya, sohbet. İş bakıp bakmadığını soruyorlar, Veysel bakmadığını söylüyor. Yazıp yazmadığını soruyorlar, Veysel yazmadığını söylüyor. Veysel ne yapıyor, yazmaya çalışıyor, aslında iki işi birden başarıyla yürüttüğü söylenebilir ama para kazanamıyor ne yazık ki, para lazım. Sofya yardıma koşuyor neyse ki, iş bulduğunu söylüyor ama Veysel’in ziyaretinden sonraki bölümlerde. Kitapçısı var kızın, Galata civarında. Veysel dükkândayken aradığı kitaba dair hiçbir şey bilmeyen bir adam geliyor, kitabı aradığını söylüyor. Bir ipucu, Veysel adamın aradığı kitabı biliyor, içinden tren geçen bir başka kitap, Calvino’nun. Nereden biliyor, onun kurgusunun içinde miyiz? İşkilimizle mutluyuz, okumayı sürdürüyoruz. Dönüş yolunda yazarla anlatıcıyı ayıran çizgi bulanıyor, Veysel kitap fikirlerini kaydettiği deftere bakarken “MUZ BEYAZI”nı görüyoruz, duvar şöyle sağlam bir sallanıyor ama yıkılmıyor çünkü temeli tamamen oyuna dayalı, ciddi diyaloglarda bile oyunun izi var, kurgu temelde ciddiyetle ele alınmış olsa da içeride havaifişekler uçuşuyor, revü tam ayarında, metnin ve yazarın niyeti çok açık, makara diyaloglar ve olaylar çıkıntı yapmıyor. Pek hoş. Bir oyun örneği: Veysel Zenon Sokağı’nda oturuyor, yolu hep yarılayarak eve varamayacak. Ne yapmalı, sokağı hareketine uyarak eve ivmelenmeli. Kurcalıyorum, Martin Cohen’ın 101 Felsefe Problemi nam metninde “Akhilleus ve Kaplumbağa” problemi başlı başına mevzudur, Zenon’un bu paradoksuna modern matematikçiler hareketle değil, “uygun yerde bulunma”yla çözüm getirirler, bu yüzden varlık her an hareket halindeymiş gibi görünür. Zaman çok parçalı yapılara ayrılabilir, parçacıkların sürekliliğinin yanında pek çok parçanın birbirinden ayrıklığının algılanma biçimi de zamanın bir yorumu olabilir, kısacası zamanla ilgili meseleyi bu metnin çok parçalılığına yaslayabiliriz, Veysel’in bölünmüşlüğü, gerçek-kurmaca ayrımı da şöyle bir kafayı uzatır oradan, onu da bağlarız. “Her iki durumda da, Zenon’un gösterdiği gibi, sorun vardır: Akhilleus kaplumbağayı yakalayamaz, ok da ilerleyişinin her bir anında hareketsizdir ve bunu idrak ettiğinde dehşet içinde yere düşmelidir.” (s. 198) Veysel okluğunu reddederek ulaşır hedefine, anlatı bu reddin eseridir. Korktuğu anlar vardır belki, ilişkisinin seyrini öngöremez, kutsal metni nasıl tamamlayacağını bilemediği sıralarda gerilir ama sonuçta, son bölümde çoktan seçmeli bir noktaya varırlar, birliktedirler hâlâ, hangi senaryoyu seçersek seçelim. Başa dönmekten de bahsedilir sonda, anlatılan tekrar anlatılabilir, başka bir kurgusal biçim aynı hikâyeyi farklılaştırabilir, kurmacanın en temel niteliği olan her şeyin halihazırda anlatıldığı fikrine meydan okunmasını sağlayan güdü öylece duruyor, ok bu yüzden düşmüyor yere. Sona varmayacaktım, adam işini bulmadı daha. Sofya arıyor, dükkâna bir adamın geldiğini ve kartını bıraktığını söylüyor. Dükkânın mimarisi, eşyalar, her şey köşesiz, kendine varan bir yapıda, kitapçı için uygun bir nitelik. Kartını bırakan Zerbent Deveci’nin ofisiyse trenleri çağrıştıran nesnelerle dolu, çünkü trenler ve demiryolları çağımızın mucizeleri, üstelik elde bir din ve henüz yazılmamış kutsal kitap var, o halde Veysel neden tamamlamasın kitabı? İyi de para veriyorlar, bol sıfırlısından. Trenle gidip kitabın koruyucusunu bulacaklar, kitabı alacaklar, Veysel işe koyulacak. Bilge, Musa ve Sofya da gelecek, dinî teşebbüsün ilginç üyeleriyle birlikte. Yol kısmı çok eğlenceli, hemen her bölüm oyunlu. Veysel’in kurgusunu okuyup okumadığımıza dair ikinci ipucu yolculukta ortaya çıkıyor, kitabın koruyucusu Yakup Aziz Bey’in ne iş yaptığını söyleyecek Sofya, tansiyonu artırmak için tahmin istiyor. Veysel’e göre “diğer bütün sorular gibi cevap gerektirmeyen sorulardan”, aklından at bakıcılığı, sokak müzisyenliği ve kasaplık geçiyor, et yemeyi sevdiğinden olacak, kasap çıkıyor adam. Kesme biçme işinden de hoşlanıyor olabilir ama buna dair bir emare yok, et sevdiğine dair de emare yok, bunun yanında sokak müzisyenleri kafa ütüler, at bakıcılığı atlara bakmakla ilgilidir, dolayısıyla kasaplık bu bilinmeyende geçer akçe. Yolda Nâzım Hikmet’in makinalaşmakla ilgili şiirine de rastlarız, Mayakovski’nin fütürizmi anılır, sonrası serüven. Kutsal metnin “Railway to Heaven”la tamamlanması da pek hoş.
Anlatının doğası her şeyi her şeyle bağlıyorsa da bir iki bağlantı tümsek yapıyor, belki anlatıcının ciddi veya matrak bir meseleden sonra zıt bir sese kavuşmasından ötürü. Örneğin bir noktada, Yakup Aziz’in öldüğünü öğrendikten sonra Galip nam karakter, Bilge’yle fikfik peşindeki adam gözlerindeki yaşları silecek, yanlış kapıyı çaldıklarını umacak. “Tıpkı yanlışlıkla gönderdiğimiz mesajları bir anlık umutla doğru kişiye gönderdiğimizi sandığımız o küçük mutluluk gibi.” (s. 73) Hemen geçici, çok uçucu bir durum için uzun, ciddi bir açıklama, anlatının tamamıyla kıyaslayınca oldukça görünür bir şey. Bir tane daha var ama yerini bulamadım şimdi, gerçi adamın ölümü Veysel’de raydan çıkma etkisi yapmış da olabilir, benim kuruntumdur bu, bilemiyorum, zor işler. Başka her şey dengeli, yolunda, mis.
Pek eğlenceli, yüce dağ başlarında oynamalı, şaşırtıcı. İlgilisi okusun, bana nefes aldırdı.
Musa ve Sofya, sohbet. İş bakıp bakmadığını soruyorlar, Veysel bakmadığını söylüyor. Yazıp yazmadığını soruyorlar, Veysel yazmadığını söylüyor. Veysel ne yapıyor, yazmaya çalışıyor, aslında iki işi birden başarıyla yürüttüğü söylenebilir ama para kazanamıyor ne yazık ki, para lazım. Sofya yardıma koşuyor neyse ki, iş bulduğunu söylüyor ama Veysel’in ziyaretinden sonraki bölümlerde. Kitapçısı var kızın, Galata civarında. Veysel dükkândayken aradığı kitaba dair hiçbir şey bilmeyen bir adam geliyor, kitabı aradığını söylüyor. Bir ipucu, Veysel adamın aradığı kitabı biliyor, içinden tren geçen bir başka kitap, Calvino’nun. Nereden biliyor, onun kurgusunun içinde miyiz? İşkilimizle mutluyuz, okumayı sürdürüyoruz. Dönüş yolunda yazarla anlatıcıyı ayıran çizgi bulanıyor, Veysel kitap fikirlerini kaydettiği deftere bakarken “MUZ BEYAZI”nı görüyoruz, duvar şöyle sağlam bir sallanıyor ama yıkılmıyor çünkü temeli tamamen oyuna dayalı, ciddi diyaloglarda bile oyunun izi var, kurgu temelde ciddiyetle ele alınmış olsa da içeride havaifişekler uçuşuyor, revü tam ayarında, metnin ve yazarın niyeti çok açık, makara diyaloglar ve olaylar çıkıntı yapmıyor. Pek hoş. Bir oyun örneği: Veysel Zenon Sokağı’nda oturuyor, yolu hep yarılayarak eve varamayacak. Ne yapmalı, sokağı hareketine uyarak eve ivmelenmeli. Kurcalıyorum, Martin Cohen’ın 101 Felsefe Problemi nam metninde “Akhilleus ve Kaplumbağa” problemi başlı başına mevzudur, Zenon’un bu paradoksuna modern matematikçiler hareketle değil, “uygun yerde bulunma”yla çözüm getirirler, bu yüzden varlık her an hareket halindeymiş gibi görünür. Zaman çok parçalı yapılara ayrılabilir, parçacıkların sürekliliğinin yanında pek çok parçanın birbirinden ayrıklığının algılanma biçimi de zamanın bir yorumu olabilir, kısacası zamanla ilgili meseleyi bu metnin çok parçalılığına yaslayabiliriz, Veysel’in bölünmüşlüğü, gerçek-kurmaca ayrımı da şöyle bir kafayı uzatır oradan, onu da bağlarız. “Her iki durumda da, Zenon’un gösterdiği gibi, sorun vardır: Akhilleus kaplumbağayı yakalayamaz, ok da ilerleyişinin her bir anında hareketsizdir ve bunu idrak ettiğinde dehşet içinde yere düşmelidir.” (s. 198) Veysel okluğunu reddederek ulaşır hedefine, anlatı bu reddin eseridir. Korktuğu anlar vardır belki, ilişkisinin seyrini öngöremez, kutsal metni nasıl tamamlayacağını bilemediği sıralarda gerilir ama sonuçta, son bölümde çoktan seçmeli bir noktaya varırlar, birliktedirler hâlâ, hangi senaryoyu seçersek seçelim. Başa dönmekten de bahsedilir sonda, anlatılan tekrar anlatılabilir, başka bir kurgusal biçim aynı hikâyeyi farklılaştırabilir, kurmacanın en temel niteliği olan her şeyin halihazırda anlatıldığı fikrine meydan okunmasını sağlayan güdü öylece duruyor, ok bu yüzden düşmüyor yere. Sona varmayacaktım, adam işini bulmadı daha. Sofya arıyor, dükkâna bir adamın geldiğini ve kartını bıraktığını söylüyor. Dükkânın mimarisi, eşyalar, her şey köşesiz, kendine varan bir yapıda, kitapçı için uygun bir nitelik. Kartını bırakan Zerbent Deveci’nin ofisiyse trenleri çağrıştıran nesnelerle dolu, çünkü trenler ve demiryolları çağımızın mucizeleri, üstelik elde bir din ve henüz yazılmamış kutsal kitap var, o halde Veysel neden tamamlamasın kitabı? İyi de para veriyorlar, bol sıfırlısından. Trenle gidip kitabın koruyucusunu bulacaklar, kitabı alacaklar, Veysel işe koyulacak. Bilge, Musa ve Sofya da gelecek, dinî teşebbüsün ilginç üyeleriyle birlikte. Yol kısmı çok eğlenceli, hemen her bölüm oyunlu. Veysel’in kurgusunu okuyup okumadığımıza dair ikinci ipucu yolculukta ortaya çıkıyor, kitabın koruyucusu Yakup Aziz Bey’in ne iş yaptığını söyleyecek Sofya, tansiyonu artırmak için tahmin istiyor. Veysel’e göre “diğer bütün sorular gibi cevap gerektirmeyen sorulardan”, aklından at bakıcılığı, sokak müzisyenliği ve kasaplık geçiyor, et yemeyi sevdiğinden olacak, kasap çıkıyor adam. Kesme biçme işinden de hoşlanıyor olabilir ama buna dair bir emare yok, et sevdiğine dair de emare yok, bunun yanında sokak müzisyenleri kafa ütüler, at bakıcılığı atlara bakmakla ilgilidir, dolayısıyla kasaplık bu bilinmeyende geçer akçe. Yolda Nâzım Hikmet’in makinalaşmakla ilgili şiirine de rastlarız, Mayakovski’nin fütürizmi anılır, sonrası serüven. Kutsal metnin “Railway to Heaven”la tamamlanması da pek hoş.
Anlatının doğası her şeyi her şeyle bağlıyorsa da bir iki bağlantı tümsek yapıyor, belki anlatıcının ciddi veya matrak bir meseleden sonra zıt bir sese kavuşmasından ötürü. Örneğin bir noktada, Yakup Aziz’in öldüğünü öğrendikten sonra Galip nam karakter, Bilge’yle fikfik peşindeki adam gözlerindeki yaşları silecek, yanlış kapıyı çaldıklarını umacak. “Tıpkı yanlışlıkla gönderdiğimiz mesajları bir anlık umutla doğru kişiye gönderdiğimizi sandığımız o küçük mutluluk gibi.” (s. 73) Hemen geçici, çok uçucu bir durum için uzun, ciddi bir açıklama, anlatının tamamıyla kıyaslayınca oldukça görünür bir şey. Bir tane daha var ama yerini bulamadım şimdi, gerçi adamın ölümü Veysel’de raydan çıkma etkisi yapmış da olabilir, benim kuruntumdur bu, bilemiyorum, zor işler. Başka her şey dengeli, yolunda, mis.
Pek eğlenceli, yüce dağ başlarında oynamalı, şaşırtıcı. İlgilisi okusun, bana nefes aldırdı.
Published on November 17, 2020 02:26
September 30, 2020
Garip İlişkiler, Soru İşaretleri Aşklar ve Diğer Kutsal Şeyler, Doğukan İşler
Selim Bektaş klişelere düşmeden, pergelinin bir ucunu gerçeğe dayandırarak absürtlüklerde gezinen bir yol (hem gerçek hem de metaforik anlamda) romanı sunuyor bizlere. Kendisinden başka her şeyi ararken, ister istemez kendisini bulan bir yazarın “bütün güzel çiçekler gibi köşesiz” yolculuğunu okuyoruz, kısa gibi görünse de doyurucu roman bölümlerinde.
Türk edebiyatının önemli kalemlerinden biri olan Nezihe Meriç’in Keklik Türküsü adlı öyküsünde çok beğendiğim iki cümlesi vardır: “İnsanın evi çok güzel olmayabilir diye düşünürdü. Ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır.” Bu iki cümleyi, ebedi evinden çıkmış insanın yine oraya dönerken uğradığı bir ev olan dünya hayatı üzerinden bir metafor olarak düşünürüm. Yani, bu “dünya evimiz” belki de pek güzel olmayabilir; ama bizim üzerinde ilerlediğimiz hayat yolumuz güzel olduktan sonra… Hem nedir ki şu hayat yoldan başka?
Elbette “yol” ve “hayat” birbirine en çok yakıştırılan iki kavram: Bir mürşidin elinden tutup, kabaca maddi ve manevi anlamda olgunlaşma disiplini diyebileceğimiz tasavvuf ekolleri dahi Arapça “yol” anlamına gelen “tarikat” kelimesiyle anılmıyorlar mı? Kişi, ancak bir yola girdiği zaman anlamıyor mu “yolda” olduğunu? Yani, hayatta. (Âşık Veysel’in, artık dillere vird olmuş eserinden bahsetmeme gerek bile yok sanırım, uzun ince…) Tabii bir de işin artık klişeleşmiş bir tarafı var; genellikle sinema özelinde, “bir yol hikâyesi” tanımlamasını duymaktan bıkmışsınızdır sizler de. Fakat yukarıda değinmeye çalıştığım tarafından bakınca, “yol hikâyesi” olmayan bir hikâye olabilmesi de pek mümkün görünmüyor, bu hayat denilen yolda.
Arka kapak yazısına bakarsanız, Selim Bektaş’ın ikinci romanı Ve Diğer Kutsal Şeyler de bir “yol romanı” olarak sunuluyor okuruna. “Yolun sonunda her zaman ışık olmak zorunda değil. Bazen yol başladığı yere döner.” denilerek tanıtılan bir roman bu. Üstelik kitabın kapağında da bir tren yolu var. O zaman kitabın kapağını açıp, yola koyulmaktan başka ne düşer okura?
“Yazamayan yazar” hikâyelerini oldum olası çok sevmişimdir; bir yazarın en acınası, en komik, en patetik hali. Kahramanımız Veysel Zebub da yazamamaktan mustarip, “buluta dönüşen bulutlar”ı çok seven bir genç yazardır. İş aramakta mıdır, zaten yazmak için işini bırakmamış mıdır derken… Sonunda, yazarak para kazanacağı bir iş teklifi alır. Bir çeşit hayalet yazar olacaktır. Fakat yazacağı metin, trenlere iman edilen garip bir dinin kutsal kitabının son bölümüdür. Kim böyle bir teklife hayır diyebilir ki? Veysel Zebub da hayır diyemez. Sonra başlar tren yolculukları, garip ilişkiler, soru işaretli aşklar ve diğer kutsal şeyler…
Her şeyden önce Türkçeyi su gibi duru, tertemiz, oldukça akıcı kullanabilen bir kalemle karşılaşmak beni çok mutlu etti romanı okurken. Son dönem kurmaca yazarlarının en büyük eksiklikleri, bana kalırsa, erbâb-ı kalemin en önemli, en hayati, en olmazsa olmaz malzemesi olan dili ıskalamaları. Çok güzel, ilgi çekici, acayip mi acayip bir konu bulabilirsiniz ve süslü cümlelerle bu konuyu işleyip kurmaca iskeletinde yükseltebilirsiniz belki ama Türkçeyi bir kenara bırakır da yaparsanız tüm bunları, çivileri de okurun ağzına batırıverirsiniz. (Elbette tam da burada, ustamız Refik Halid Karay’a bir saygı duruşu.)
Selim Bektaş klişelere düşmeden, pergelinin bir ucunu gerçeğe dayandırarak absürtlüklerde gezinen bir yol (hem gerçek hem de metaforik anlamda) romanı sunuyor bizlere. Kendisinden başka her şeyi ararken, ister istemez kendisini bulan bir yazarın “bütün güzel çiçekler gibi köşesiz” yolculuğunu okuyoruz, kısa gibi görünse de doyurucu roman bölümlerinde. Adı konulmamış tüm şeyler için çıkılmış, “Taşgeçkısmet” kitabevinden “Birüya” köyüne uzanan biraz fantastik, pek acayip, çok şiirsel ama pek de tanıdık bir yolculuk bu.
Bu kadar “yol” demişken, hikâye anlatıcılarının başucu eserlerinden olan, Joseph Campbell imzalı Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı eserden, altını defalarca çizdiğim bir alıntıyla bitirmeliyim bence bu yazıyı:
Nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir Tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz.
Sabitfikir, Eylül 2020
Türk edebiyatının önemli kalemlerinden biri olan Nezihe Meriç’in Keklik Türküsü adlı öyküsünde çok beğendiğim iki cümlesi vardır: “İnsanın evi çok güzel olmayabilir diye düşünürdü. Ama evine giden yol, ille güzel bir yol olmalıdır.” Bu iki cümleyi, ebedi evinden çıkmış insanın yine oraya dönerken uğradığı bir ev olan dünya hayatı üzerinden bir metafor olarak düşünürüm. Yani, bu “dünya evimiz” belki de pek güzel olmayabilir; ama bizim üzerinde ilerlediğimiz hayat yolumuz güzel olduktan sonra… Hem nedir ki şu hayat yoldan başka?
Elbette “yol” ve “hayat” birbirine en çok yakıştırılan iki kavram: Bir mürşidin elinden tutup, kabaca maddi ve manevi anlamda olgunlaşma disiplini diyebileceğimiz tasavvuf ekolleri dahi Arapça “yol” anlamına gelen “tarikat” kelimesiyle anılmıyorlar mı? Kişi, ancak bir yola girdiği zaman anlamıyor mu “yolda” olduğunu? Yani, hayatta. (Âşık Veysel’in, artık dillere vird olmuş eserinden bahsetmeme gerek bile yok sanırım, uzun ince…) Tabii bir de işin artık klişeleşmiş bir tarafı var; genellikle sinema özelinde, “bir yol hikâyesi” tanımlamasını duymaktan bıkmışsınızdır sizler de. Fakat yukarıda değinmeye çalıştığım tarafından bakınca, “yol hikâyesi” olmayan bir hikâye olabilmesi de pek mümkün görünmüyor, bu hayat denilen yolda.
Arka kapak yazısına bakarsanız, Selim Bektaş’ın ikinci romanı Ve Diğer Kutsal Şeyler de bir “yol romanı” olarak sunuluyor okuruna. “Yolun sonunda her zaman ışık olmak zorunda değil. Bazen yol başladığı yere döner.” denilerek tanıtılan bir roman bu. Üstelik kitabın kapağında da bir tren yolu var. O zaman kitabın kapağını açıp, yola koyulmaktan başka ne düşer okura?
“Yazamayan yazar” hikâyelerini oldum olası çok sevmişimdir; bir yazarın en acınası, en komik, en patetik hali. Kahramanımız Veysel Zebub da yazamamaktan mustarip, “buluta dönüşen bulutlar”ı çok seven bir genç yazardır. İş aramakta mıdır, zaten yazmak için işini bırakmamış mıdır derken… Sonunda, yazarak para kazanacağı bir iş teklifi alır. Bir çeşit hayalet yazar olacaktır. Fakat yazacağı metin, trenlere iman edilen garip bir dinin kutsal kitabının son bölümüdür. Kim böyle bir teklife hayır diyebilir ki? Veysel Zebub da hayır diyemez. Sonra başlar tren yolculukları, garip ilişkiler, soru işaretli aşklar ve diğer kutsal şeyler…
Her şeyden önce Türkçeyi su gibi duru, tertemiz, oldukça akıcı kullanabilen bir kalemle karşılaşmak beni çok mutlu etti romanı okurken. Son dönem kurmaca yazarlarının en büyük eksiklikleri, bana kalırsa, erbâb-ı kalemin en önemli, en hayati, en olmazsa olmaz malzemesi olan dili ıskalamaları. Çok güzel, ilgi çekici, acayip mi acayip bir konu bulabilirsiniz ve süslü cümlelerle bu konuyu işleyip kurmaca iskeletinde yükseltebilirsiniz belki ama Türkçeyi bir kenara bırakır da yaparsanız tüm bunları, çivileri de okurun ağzına batırıverirsiniz. (Elbette tam da burada, ustamız Refik Halid Karay’a bir saygı duruşu.)
Selim Bektaş klişelere düşmeden, pergelinin bir ucunu gerçeğe dayandırarak absürtlüklerde gezinen bir yol (hem gerçek hem de metaforik anlamda) romanı sunuyor bizlere. Kendisinden başka her şeyi ararken, ister istemez kendisini bulan bir yazarın “bütün güzel çiçekler gibi köşesiz” yolculuğunu okuyoruz, kısa gibi görünse de doyurucu roman bölümlerinde. Adı konulmamış tüm şeyler için çıkılmış, “Taşgeçkısmet” kitabevinden “Birüya” köyüne uzanan biraz fantastik, pek acayip, çok şiirsel ama pek de tanıdık bir yolculuk bu.
Bu kadar “yol” demişken, hikâye anlatıcılarının başucu eserlerinden olan, Joseph Campbell imzalı Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı eserden, altını defalarca çizdiğim bir alıntıyla bitirmeliyim bence bu yazıyı:
Nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir Tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz.
Sabitfikir, Eylül 2020
Published on September 30, 2020 06:48
•
Tags:
eleştiri, kitap, sabitfikir, selim-bektaş, ve-diğer-kutsal-şeyler
September 18, 2020
VE BAZI EDEBİ ŞEYLER, ERAY AK
Aklında dönüp dolaşan romanı yazmak için işinden istifa ederek evine kapanan fakat kalem mesaisi istediği gibi gitmeyen ve üzerindeki iş bulma baskısı sevgilisi tarafından her geçen gün biraz daha körüklenen Veysel Zebub, bir gün bir arkadaşı aracılığıyla gölge yazarlık teklifi alır. Bu gölge yazarlık işi için görüşmeye gittiğinde kendisinden istenenin bir ‘kutsal kitap’ın bir türlü yazılamayan son bölümünü nihayete erdirmek olduğunu öğrenir. Lokomotiflere ilgi duyan ve insanlığı aydınlığa çıkaranın yine lokomotifler olacağına inanan gizli bir dinin temsilcisidir karşısındaki ve kahramanımıza uzattığı bol sıfırlı çek, Veysel Zebub’un aklının çelinmesine yetecektir. Hikâye de bu noktadan sonra hızını alıp, dumanlarını tüttürerek son gaz yoluna devam edecektir.
Yeni nesil edebiyatçıların öne çıkan isimlerinden biri olan ve 2015’te yayımladığı ilk romanı ‘Muz Beyazı’yla dikkat çeken Selim Bektaş’ın yeni romanı ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’in hikâyesini genel çerçevede yukarıdaki birkaç cümleyle özetlemek mümkün. İlerleyen roman boyunca Vesel Zebub’un, ‘kutsal kitap’ı yazmak amacıyla çıktığı tren yolculuğunda başına gelenlerle birlikte eğlenceli bir seyahate çıkarıyor okurlarını yazar. Bu anlamda her şeyden önce keyifli bir roman Bektaş’ın kaleminden çıkan. Veysel Zebub’un arasında kaldığı kadınlar, yazma sıkıntıları, yol boyunca başına gelen kimi aksiliklerle birlikte heyecan dozunu da yeteri kadar almış bir hikâyeye dönüşüyor elimizdeki.
Bunların hepsi bir romana okur elinin gitmesi için önemli ve yeter sebepler. Fakat Selim Bektaş’ın romanı eğlenceli, keyifli ve heyecan dozu yerinde gibi nitelemelerden fazlasını hak ediyor.
En öne koymamız gereken ise Bektaş’ın ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’de yeni anlatım olanaklarının peşine düşerek kaleminden çıkan hikâyeyi olgunlaştırma yoluna gitmesi...
Hareketli bir roman ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’. Fragman benzeri kısa bölümleri, olay akışını güçlendiren ve anlatımı zenginleştiren diliyle birlikte romanda yeni anlatım olanaklarının peşinde dolaşıyor yazar. Her kısa bölümde farklı bir anlatımı deniyor, okuruna deneyimletiyor Bektaş. Romanın çekirdeğine yerleştirdiği ve hikâyenin sesini meydana getiren dünyasının içinde savrulmaktan korkmuyor bu bağlamda. Her bölümün kendi sesini duyurduğu fakat tüm bu çoksesliliğin tek bir sese, romana, ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’e hizmet ettiği bir yapı kurmuş yazar. Bu çoksesliliğin içinden müzik de öykü de felsefe de bilim de şiir de duymak mümkün. Selim Bektaş’ın marifeti tüm farklı renkleri ‘roman’ çatısı altında toplayabilmesinde yatıyor. Yazarın, göndermelerle yüklü dili de bu çoksesliliğin önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. Kendi sesini de bu çoksesliliğin içinden meydana getiriyor yazar.
Aynı çoksesliliği romanın türler arasındaki gezinişinde de görüyoruz. Her şeyden önce bir yol romanı ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’. Fakat sadece bununla sınırlayamayız çünkü fantastiğe açılan bir kapısı da var hikâyenin. Oyunlu yapısını göz önüne alırsak, hiçbir yere sapmadan postmodern roman dünyasının içine de dahil edebiliriz Bektaş’ın kaleminden çıkanı. Öte yandan karmaşık ilişki ağıyla enteresan bir aşk romanı olarak da okunabilir...
‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’, bunların hepsinden parçalar alarak kendi özgün yapısını meydana getirmeyi başarabildiği için güçlü bir roman olmayı başarabilmiş. Absürd ama değil, hayal ama gerçek, fantastik ama aynı zamanda realist...
‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’ bunların hepsi ama sadece ve sadece kendisi öte taraftan. Özgün bir yazın deneyimi yaşamak isteyen herkesi tatmin edecek bir roman çıkmış Selim Bektaş’ın kaleminden.
(Hürriyet Kitap Sanat)
Yeni nesil edebiyatçıların öne çıkan isimlerinden biri olan ve 2015’te yayımladığı ilk romanı ‘Muz Beyazı’yla dikkat çeken Selim Bektaş’ın yeni romanı ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’in hikâyesini genel çerçevede yukarıdaki birkaç cümleyle özetlemek mümkün. İlerleyen roman boyunca Vesel Zebub’un, ‘kutsal kitap’ı yazmak amacıyla çıktığı tren yolculuğunda başına gelenlerle birlikte eğlenceli bir seyahate çıkarıyor okurlarını yazar. Bu anlamda her şeyden önce keyifli bir roman Bektaş’ın kaleminden çıkan. Veysel Zebub’un arasında kaldığı kadınlar, yazma sıkıntıları, yol boyunca başına gelen kimi aksiliklerle birlikte heyecan dozunu da yeteri kadar almış bir hikâyeye dönüşüyor elimizdeki.
Bunların hepsi bir romana okur elinin gitmesi için önemli ve yeter sebepler. Fakat Selim Bektaş’ın romanı eğlenceli, keyifli ve heyecan dozu yerinde gibi nitelemelerden fazlasını hak ediyor.
En öne koymamız gereken ise Bektaş’ın ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’de yeni anlatım olanaklarının peşine düşerek kaleminden çıkan hikâyeyi olgunlaştırma yoluna gitmesi...
Hareketli bir roman ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’. Fragman benzeri kısa bölümleri, olay akışını güçlendiren ve anlatımı zenginleştiren diliyle birlikte romanda yeni anlatım olanaklarının peşinde dolaşıyor yazar. Her kısa bölümde farklı bir anlatımı deniyor, okuruna deneyimletiyor Bektaş. Romanın çekirdeğine yerleştirdiği ve hikâyenin sesini meydana getiren dünyasının içinde savrulmaktan korkmuyor bu bağlamda. Her bölümün kendi sesini duyurduğu fakat tüm bu çoksesliliğin tek bir sese, romana, ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’e hizmet ettiği bir yapı kurmuş yazar. Bu çoksesliliğin içinden müzik de öykü de felsefe de bilim de şiir de duymak mümkün. Selim Bektaş’ın marifeti tüm farklı renkleri ‘roman’ çatısı altında toplayabilmesinde yatıyor. Yazarın, göndermelerle yüklü dili de bu çoksesliliğin önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. Kendi sesini de bu çoksesliliğin içinden meydana getiriyor yazar.
Aynı çoksesliliği romanın türler arasındaki gezinişinde de görüyoruz. Her şeyden önce bir yol romanı ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’. Fakat sadece bununla sınırlayamayız çünkü fantastiğe açılan bir kapısı da var hikâyenin. Oyunlu yapısını göz önüne alırsak, hiçbir yere sapmadan postmodern roman dünyasının içine de dahil edebiliriz Bektaş’ın kaleminden çıkanı. Öte yandan karmaşık ilişki ağıyla enteresan bir aşk romanı olarak da okunabilir...
‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’, bunların hepsinden parçalar alarak kendi özgün yapısını meydana getirmeyi başarabildiği için güçlü bir roman olmayı başarabilmiş. Absürd ama değil, hayal ama gerçek, fantastik ama aynı zamanda realist...
‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’ bunların hepsi ama sadece ve sadece kendisi öte taraftan. Özgün bir yazın deneyimi yaşamak isteyen herkesi tatmin edecek bir roman çıkmış Selim Bektaş’ın kaleminden.
(Hürriyet Kitap Sanat)
Published on September 18, 2020 01:32
•
Tags:
kitap-sanat, ve-diğer-kutsal-şeyler
UZAK YILDIZ/ 1 / İKİNCİ ROMAN, VE DİĞER KUTSAL ŞEYLER, OĞUZHAN YEŞİLTUNA
Size de aynısı olur mu bilmem, ancak sıkı bir ilk roman okuduğum her seferde –özellikle de yerli bir metinse okuduğum– içimde bir istek ve bu istekle ilgili olduğunu söyleyebileceğim bir soru uyanır: İlki metni yeniden okuma yönünde duyduğum arzudur. İkincisi ise yazarın gelecek metninin okur zihnime yerleştirdiği çıtayı daha ileriye taşıyıp taşıyamayacağıdır (özellikle yerli yazarların birkaç metinden sonra yazdığı her şeyin aynılaştığını tecrübe etmek azıcık dikkatli bir okur için hazin ve alışıldıktır). Bu istek ve soruyu şımarıkça bulanlar olabilecektir ki tamamen haksız olduklarını söyleyemem. Yazarının günlerini ve belki de tüm birikimini içine koyduğu metni saatler içinde okuyup, sırada neyin olduğunu merak etmek gerçekten de yersizdir. Ancak yazmak istediğimiz metinleri nadiren okuruz. Ayrıca belirtmem gerek ki ilk romanlara verilen dikkate rağmen bir romancının en önemli metni ikinci (ve belki de sonraki) romanıdır. Zira o çok iyi ilk romanın şans eseri olması hayli muhtemeldir:
Yazarın elinde çok iyi ancak tek atımlık bir hikâye vardır.
İlk roman o kadar iyidir ki yazar metnin aldığı övgüler ve yükselen beklenti yüzünden tıkanır.
Yazar metni şair sevgilisinin yardımıyla yazmıştır ancak ilk roman çıkar çıkmaz ayrılmışlardır.
İkinci romanı engelleyen diğer haller.
Oysa ilkini takip eden roman, yazarının çizmekte olduğu yol hakkında önemli ipuçları barındırır. Elbette bu yol kendini tekrara düşmeyerek ve kendine ait bir dil oluşturarak yürünür. İkiye Bölünen Vikont, Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi, Amerika’da Alabalık Avı, Günlerin Köpüğü, Yüzyıllık Yalnızlık, Gölgesizler, Fikrimin İnce Gülü ve Sessiz Ev’e baktığımızda tümünün yazarlarının ikinci romanlarıdır. Andığım metinlerin her birinin, yaratıcılarının yazarlığında tuttuğu yerler tesadüf olmasa gerek.
İkinci romanların ulviliğine ilişkin bu düşünceleri canlandıran Ve Diğer Kutsal Şeyler oldu. Selim Bektaş’ın ikinci romanı. 2015’te yayımlanan Muz Beyazı’nda Bektaş bizi iktidarın hayal gücüne el uzattığı distopik bir evrene götürmüştü. Belediyenin ve tapınağın birçok şeye ek olarak rüya görmeyi de yasakladığı ve yasakla bir yere varılamayacağını anlayınca rüya satış yetkisini Sarpa Salpa Limited isimli bir şirkete devrettiği şehirde, morg çalışanı anlatıcı Mehmet Peru ile rüya görmeyi mümkün kılan makinenin mucidi Vladimir Vian’ın yolları kesişmişti. Ölüler, üzümlü kekler, mayonez ve düşlerle dolu alaycı ve karanlık bir ilk roman olan Muz Beyazı, Brautigan’dan Bonnie ve Clyde’a, Nabokov’dan Vian’a selam çakıyor ve okurda, yazının başında bahsini ettiğim isteği ve soruyu uyandırıyordu.
Beş yıl öncesinin metninde yer alan, rüya görmeyi yasaklayan ve akabinde bunu bir rant malzemesine dönüştüren kurgusal bir iktidar, aşırı ama geldiğimiz noktada görsek ne yazık ki şaşırmayacağımız bir tasavvur. Tam burada Philip Roth’un Amerika gerçekliğini kastettiği cümlesini yerlileştirerek aktarırsak, Türkiye gerçekliği öyle bir hal aldı ki insan neredeyse kendi hayal gücünün zayıflığından utanıyor.[1]
Ve Diğer Kutsal Şeyler’e dönecek olursak, Bektaş’ın bir kutsal kitap etrafında dönen bir hikâye anlattığını görüyoruz. İşsiz bir mühendis ve kitabını bir türlü yazamayan bir yazar olan Veysel Zebub’a Şey isimli kutsal kitabın son bölümünü yazması için açık çek sunuluyor. 1902’de İngiltere’de yazılmaya başlanan Şey, tekerlek, pusula, buhar makinesi ve trenler gibi makineleri kutsayan metinlerden oluşan bir kitap. Bölümleri, aradan geçen zamanda birçok yazarca türlü zorluklar içinde yazılmışsa da son bölümü eksik. Zebub’un teklifi kabulü halinde Şey’i Yakup Aziz Bey’den teslim alması ve kitabın son bölümünü tren yolculuğunda tamamlaması gerekiyor. Ve Diğer Kutsal Şeyler’in macerası da bu tren yolculuğu ile başlıyor. Veysel Zebub’a arkadaşları Bilge ve Sofya ile halkla ilişkiler uzmanı Havva Hanım ve ilahiyat profesörü Galip Tabak eşlik ediyor. Çıktıkları yolculukta son istasyon diye bir şey yok, yolun sonunda ışık yok ve rayların altında çiçek yok. Bulutlar, hesaplar, ilişkiler ve işaretler var. Veysel Zebub, Selim Bektaş’ın alternatif benliği mi? İkisinin de mühendislik eğitimi alması, bir zamanlar rüyaların yasaklandığı bir şehirde bir rüya makinesinin yapılmasına ilişkin bir anlatıyı düşlemesi ve güvercinlerden korkması birer tesadüfse, olmayabilir.
Ve Diğer Kutsal Şeyler, Muz Beyazı ile tanıdığımız Bektaş’ın edebiyatı hakkında bazı çıkarımlar yapmamıza da fırsat veriyor. Öyle ki oyun, rüya ve makine iki metinde de başat kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Muz Beyazı’nda rüyaların yasaklandığı şehirde rüya görmeyi mümkün kılan “Radyorüya” makinesine karşılık Ve Diğer Kutsal Şeyler’de makineleri kutsayan bir kitap olayların merkezinde yer alıyor. Makinelerle bağlantılı olarak çizimler, diyagramlar, denklemler iki anlatının içinde de kendine yer buluyor. Bektaş, karakterlerine seçenekler, kombinasyonlar, bulmacalar ve bilumum oyunlar ürettirerek anlatı mühendisliği yapıyor. Karakterler oyuna ilişkin arzularını da açığa vurmayı seviyor:
“Rüyanın bittiğini anlıyorum ama oyun oynamanın verdiği zevk asla bitmiyor.”[2]
“Sadece kendi rüyalarımla değil, başkalarının rüyalarıyla da oynayacaktım.”[3]
“Oyun mu oynasak?”[4]
“Oyunla da kutlayabilirdik.”[5]
Nitekim ilk romanın anlatıcısı Mehmet Peru gibi Veysel Zebub da bir görev/oyun için “seçilmiş” kişi. Seçen kişiler olduğunu söyleyebileceğimiz Vladimir Vian ve Zerbent Deveci’yi ise absürt emeller peşinde koşan oyun kurucular olmaları birleştiriyor.
Tüm bu ortaklıklar –metinleri okumamış birinin zihninde Bektaş’ın kendini tekrar ettiği izlenimini uyandırma tehlikesi taşısa da– esasında yazarın zihnindekilerin Ve Diğer Kutsal Şeyler ile süreklilik kazandığına işaret ediyor. İki metnin iki farklı hikâyeyi yazarın kendisine ait olduğunu söyleyebileceğimiz bir biçimde aktarması da Bektaş’ın kendi üslubuna doğru izlediği güzergahı gösteriyor. Rüyanın bitiminin değil kendisinin yüceltildiği bir güzergâh bu. Dolayısıyla da sonraki durağı merak ettiriyor.
Bir yerlerde Türkçe edebiyatın muzip damarını konu edinen “kutsal” bir kitap varsa şayet, Selim Bektaş günümüze ait bölümü yazmakla görevlendirilenlerden biri olarak öne çıkıyor. Gerçekliğin hayal gücümüzü utandırdığı günlerin ertesi için umut yeşertiyor. Peki bir dinin yayılması için kaç kitap gerekiyor?
[1] ROTH Philip, “Writing American Fiction”, Commentary, 1961’den aktaran KAKUTANI Michiko, Hakikatin Ölümü, İstanbul: Doğan Kitap, 2018, s. 53.
[2] BEKTAŞ Selim, Muz Beyazı, İstanbul: İthaki, 2015, s. 182.
[3] BEKTAŞ Selim, Muz Beyazı, İstanbul: İthaki, 2015, s. 51.
[4] BEKTAŞ Selim, Ve Diğer Kutsal Şeyler, İstanbul: Can, 2020, s. 79.
[5] BEKTAŞ Selim, Ve Diğer Kutsal Şeyler, İstanbul: Can, 2020, s. 128.
(Yeni E Dergisi Eylül 2020 sayısı)
Yazarın elinde çok iyi ancak tek atımlık bir hikâye vardır.
İlk roman o kadar iyidir ki yazar metnin aldığı övgüler ve yükselen beklenti yüzünden tıkanır.
Yazar metni şair sevgilisinin yardımıyla yazmıştır ancak ilk roman çıkar çıkmaz ayrılmışlardır.
İkinci romanı engelleyen diğer haller.
Oysa ilkini takip eden roman, yazarının çizmekte olduğu yol hakkında önemli ipuçları barındırır. Elbette bu yol kendini tekrara düşmeyerek ve kendine ait bir dil oluşturarak yürünür. İkiye Bölünen Vikont, Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi, Amerika’da Alabalık Avı, Günlerin Köpüğü, Yüzyıllık Yalnızlık, Gölgesizler, Fikrimin İnce Gülü ve Sessiz Ev’e baktığımızda tümünün yazarlarının ikinci romanlarıdır. Andığım metinlerin her birinin, yaratıcılarının yazarlığında tuttuğu yerler tesadüf olmasa gerek.
İkinci romanların ulviliğine ilişkin bu düşünceleri canlandıran Ve Diğer Kutsal Şeyler oldu. Selim Bektaş’ın ikinci romanı. 2015’te yayımlanan Muz Beyazı’nda Bektaş bizi iktidarın hayal gücüne el uzattığı distopik bir evrene götürmüştü. Belediyenin ve tapınağın birçok şeye ek olarak rüya görmeyi de yasakladığı ve yasakla bir yere varılamayacağını anlayınca rüya satış yetkisini Sarpa Salpa Limited isimli bir şirkete devrettiği şehirde, morg çalışanı anlatıcı Mehmet Peru ile rüya görmeyi mümkün kılan makinenin mucidi Vladimir Vian’ın yolları kesişmişti. Ölüler, üzümlü kekler, mayonez ve düşlerle dolu alaycı ve karanlık bir ilk roman olan Muz Beyazı, Brautigan’dan Bonnie ve Clyde’a, Nabokov’dan Vian’a selam çakıyor ve okurda, yazının başında bahsini ettiğim isteği ve soruyu uyandırıyordu.
Beş yıl öncesinin metninde yer alan, rüya görmeyi yasaklayan ve akabinde bunu bir rant malzemesine dönüştüren kurgusal bir iktidar, aşırı ama geldiğimiz noktada görsek ne yazık ki şaşırmayacağımız bir tasavvur. Tam burada Philip Roth’un Amerika gerçekliğini kastettiği cümlesini yerlileştirerek aktarırsak, Türkiye gerçekliği öyle bir hal aldı ki insan neredeyse kendi hayal gücünün zayıflığından utanıyor.[1]
Ve Diğer Kutsal Şeyler’e dönecek olursak, Bektaş’ın bir kutsal kitap etrafında dönen bir hikâye anlattığını görüyoruz. İşsiz bir mühendis ve kitabını bir türlü yazamayan bir yazar olan Veysel Zebub’a Şey isimli kutsal kitabın son bölümünü yazması için açık çek sunuluyor. 1902’de İngiltere’de yazılmaya başlanan Şey, tekerlek, pusula, buhar makinesi ve trenler gibi makineleri kutsayan metinlerden oluşan bir kitap. Bölümleri, aradan geçen zamanda birçok yazarca türlü zorluklar içinde yazılmışsa da son bölümü eksik. Zebub’un teklifi kabulü halinde Şey’i Yakup Aziz Bey’den teslim alması ve kitabın son bölümünü tren yolculuğunda tamamlaması gerekiyor. Ve Diğer Kutsal Şeyler’in macerası da bu tren yolculuğu ile başlıyor. Veysel Zebub’a arkadaşları Bilge ve Sofya ile halkla ilişkiler uzmanı Havva Hanım ve ilahiyat profesörü Galip Tabak eşlik ediyor. Çıktıkları yolculukta son istasyon diye bir şey yok, yolun sonunda ışık yok ve rayların altında çiçek yok. Bulutlar, hesaplar, ilişkiler ve işaretler var. Veysel Zebub, Selim Bektaş’ın alternatif benliği mi? İkisinin de mühendislik eğitimi alması, bir zamanlar rüyaların yasaklandığı bir şehirde bir rüya makinesinin yapılmasına ilişkin bir anlatıyı düşlemesi ve güvercinlerden korkması birer tesadüfse, olmayabilir.
Ve Diğer Kutsal Şeyler, Muz Beyazı ile tanıdığımız Bektaş’ın edebiyatı hakkında bazı çıkarımlar yapmamıza da fırsat veriyor. Öyle ki oyun, rüya ve makine iki metinde de başat kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Muz Beyazı’nda rüyaların yasaklandığı şehirde rüya görmeyi mümkün kılan “Radyorüya” makinesine karşılık Ve Diğer Kutsal Şeyler’de makineleri kutsayan bir kitap olayların merkezinde yer alıyor. Makinelerle bağlantılı olarak çizimler, diyagramlar, denklemler iki anlatının içinde de kendine yer buluyor. Bektaş, karakterlerine seçenekler, kombinasyonlar, bulmacalar ve bilumum oyunlar ürettirerek anlatı mühendisliği yapıyor. Karakterler oyuna ilişkin arzularını da açığa vurmayı seviyor:
“Rüyanın bittiğini anlıyorum ama oyun oynamanın verdiği zevk asla bitmiyor.”[2]
“Sadece kendi rüyalarımla değil, başkalarının rüyalarıyla da oynayacaktım.”[3]
“Oyun mu oynasak?”[4]
“Oyunla da kutlayabilirdik.”[5]
Nitekim ilk romanın anlatıcısı Mehmet Peru gibi Veysel Zebub da bir görev/oyun için “seçilmiş” kişi. Seçen kişiler olduğunu söyleyebileceğimiz Vladimir Vian ve Zerbent Deveci’yi ise absürt emeller peşinde koşan oyun kurucular olmaları birleştiriyor.
Tüm bu ortaklıklar –metinleri okumamış birinin zihninde Bektaş’ın kendini tekrar ettiği izlenimini uyandırma tehlikesi taşısa da– esasında yazarın zihnindekilerin Ve Diğer Kutsal Şeyler ile süreklilik kazandığına işaret ediyor. İki metnin iki farklı hikâyeyi yazarın kendisine ait olduğunu söyleyebileceğimiz bir biçimde aktarması da Bektaş’ın kendi üslubuna doğru izlediği güzergahı gösteriyor. Rüyanın bitiminin değil kendisinin yüceltildiği bir güzergâh bu. Dolayısıyla da sonraki durağı merak ettiriyor.
Bir yerlerde Türkçe edebiyatın muzip damarını konu edinen “kutsal” bir kitap varsa şayet, Selim Bektaş günümüze ait bölümü yazmakla görevlendirilenlerden biri olarak öne çıkıyor. Gerçekliğin hayal gücümüzü utandırdığı günlerin ertesi için umut yeşertiyor. Peki bir dinin yayılması için kaç kitap gerekiyor?
[1] ROTH Philip, “Writing American Fiction”, Commentary, 1961’den aktaran KAKUTANI Michiko, Hakikatin Ölümü, İstanbul: Doğan Kitap, 2018, s. 53.
[2] BEKTAŞ Selim, Muz Beyazı, İstanbul: İthaki, 2015, s. 182.
[3] BEKTAŞ Selim, Muz Beyazı, İstanbul: İthaki, 2015, s. 51.
[4] BEKTAŞ Selim, Ve Diğer Kutsal Şeyler, İstanbul: Can, 2020, s. 79.
[5] BEKTAŞ Selim, Ve Diğer Kutsal Şeyler, İstanbul: Can, 2020, s. 128.
(Yeni E Dergisi Eylül 2020 sayısı)
Published on September 18, 2020 01:30
•
Tags:
ve-diğer-kutsal-şeyler, yenie


