Ş. Yüksel Yılmaz's Blog
June 3, 2025
Yapay Zeka Bilinçli Olmaya Ne Kadar Yakın
August 31, 2024
Atatürk'ten Korkan Zihniyet

Erzurum'un soğuk bir kış sabahında, 8 yaşındayken, derslerde çevremde hep minnetle anılan Atatürk'e iki orta yaşlı kadın tarafından edilen küfrü unutamam. Annem ise fısıldayarak "Sus, başımızı belaya sokma" demişti. O zamanlar anlayamamıştım ama zaman geçtikçe bu ülkede bir insanın, özellikle bazı yerlerde, Atatürk hakkında sesini çıkarmasının ne kadar tehlikeli olabileceğini kavradım.
Büyüdükçe Atatürk'e karşı geniş bir yelpazede düşmanlık olduğunu gördüm; kendini milliyetçi olarak adlandıranlardan tutun da cemaat liderlerine kadar. Özellikle resmi kurumlarda Atatürk'ün adını anmaktan kaçınılması ise yeni bir durum değil. Peki, bu düşmanlığın sebebi ne?
Atatürk, yıkık bir ülkeyi yeniden inşa eden, milli bir bilinci uyandıran bir liderdi. Minnet duyulması gereken bir figürken neden bu kadar çok kişi ona düşman?
Sorunun kökeni, Atatürk'ün Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Türk kültürünü yozlaştıran Arap etkisine karşı mücadelesinde yatıyor. Atatürk, farklı görüşlerin iyi yönlerini birleştirerek modern bir Türk toplumu yaratmayı hedeflemişti. Arap kültürünün yozlaşmasının Türkiye'yi Orta Doğu'nun sorunlarına sürükleyeceğini öngörmüştü. Eğitimle halkını bu durumdan kurtarabileceğine inanacak kadar da idealistti. Bu noktada, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da bu amaca hizmet etmesi beklenirdi.
Ancak Atatürk, toplumun bir kesiminin rahatladığında eski yozlaşmış alışkanlıklarına döneceğini öngörememişti. Bu durum, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden kaçıp başka yerlerde şeriat arayışına giren insanlarda da görülebilir. Rahatladıklarında, içlerine kodlanmış yozlaşma hemen harekete geçiyor. Türkiye'deki bazı Osmanlıcılar da bu açıdan farklı değil.
Atatürk'ün adını anmaktan korkulmasının sebebi, onun temsil ettiği değerlerin bu yozlaşmış zihniyetle çatışmasıdır. Atatürk, modern, laik ve ileriye dönük bir Türkiye'yi temsil ederken, bu çevreler geçmişin karanlıklarına özlem duyuyor.
30 Ağustos Zafer Bayramı'nda, Atatürk tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hutbesinde adının anılmaması da bu duruma bir örnektir. Bu, Atatürk'ün mirasına ve vizyonuna karşı duyulan korkunun ve onun temsil ettiği değerlerden uzaklaşma çabasının bir göstergesidir.
Erzurum'da doğup büyümüş biri olarak, milliyetçi geçinen çevrelerde bile Atatürk düşmanlığına şahit oldum. Bu durum, Atatürk'ün değerlerinin ne kadar yanlış anlaşıldığını ve çarpıtıldığını gösteriyor.
Sonuç olarak, Atatürk'e duyulan düşmanlık, onun temsil ettiği değerlerin bazı kesimler tarafından tehdit olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Bu korku, modernleşme ve ilerlemeyi reddeden bir zihniyetin tezahürüdür. Atatürk'ün adını anmaktan çekinmek, onun mirasına ve Türkiye'nin geleceğine ihanet etmektir. 30 Ağustos gibi önemli bir günde, onun adını anmaktan kaçınmak ise bu ihaneti daha da derinleştiriyor.
Atatürk'ün mücadelesi, sadece Kurtuluş Savaşı'nda değil, aynı zamanda çağdaş bir Türkiye yaratma yolunda da devam ediyor. Onun idealleri ve vizyonu, Türkiye'nin aydınlık geleceği için hala yol gösterici olmalı. Bu nedenle, Atatürk'ü anmak ve onun mirasını yaşatmak, hepimizin sorumluluğudur.
August 10, 2024
Sessiz Bir Katliamın Ayak Sesleri

Türkiye'de sokak hayvanları yasası sonrası karşılaştığımız haberler toplumun bir kesimini derinden yaralarken bir kısım topluluklar da buna sessiz kalmayı boş verin neredeyse alkış tutacak tavır sergilemeye devam ediyor.
Hayvanlara yönelik artan şiddet ve katliam vakaları yalnızca bu masum canları değil aynı zamanda toplumun geleceğini de tehdit ediyor.
Peki, bu durum "yalnızca bir hayvan sorunu" şeklinde iğrenç bir basite indirgeme eylemiyle geçiştirilecek mi?
Bu yazıda biraz da o basite indirgemeye çalışan zihniyete bu durumun ne gibi sonuçlar doğurabileceğinden bahsetmek istiyorum. Çünkü hayvanlara eziyet eden yaratıkların sosyolojik psikopatlık eğilimlerini, bunun toplumsal sonuçlarını ve gelecekte insanlara yönelik şiddet dalgalarının bu gidişle önlenemez hale gelmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. (Abartıyor muyum? Emin misiniz?)
Son birkaç gündür sık sık karşımıza çıkan sokak hayvanlarına yönelik şiddet olaylarındaki artış bu davranışların yasalarla desteklenir hale gelmesiyle daha da görünür hale geldi.
Yeni çıkan sokak hayvanları yasasını aslında hayvanları koruma amaçlı olduğu yalanı ile yumuşatmaya çalışanlar bile maskenin bu kadar çabuk düşeceğini beklemiyordu bana göre. Oysa en başından beri özellikle "Vur de vuralım! Öl de ölelim!" zihniyetiyle, kefenli yola çıkan bir kesimin bu yasa sayesinde hayvanların tehdit olduğu yalanını legal hale getirerek, onları öldürmeyi meşru bir davranış olarak görmelerine yol açacağını söyleyen birçok insan vardı.
Bu yasa özellikle bir güruhun içindeki karanlık eğilimleri ortaya çıkardı ve toplumsal psikopatlık eğilimlerinin derinleşmesine neden oldu.
Aslına bakılırsa sokak hayvanlarına yönelik bu iğrenç şiddet sadece bireysel değil aynı zamanda sosyolojik bir çöküşün de işaretçisi. Psikopatlık eğilimleri, genellikle bireyin empati yoksunluğuyla ilişkilendirilir ancak bu tür eğilimler kitlesel bir boyuta ulaştığında daha büyük bir kaosun habercisi olabilir. İnsanların savunmasız hayvanlara yönelik bu denli acımasız davranışlar sergileyebilmeleri bu iğrenç eylemi gerçekleştiren güruhun empati ve ahlaki değerlerinin erozyona uğradığının büyük bir göstergesidir.
Bu erozyon zamanla insanlara yönelik şiddetin (sanki şu an az olan bir şeymiş gibi) daha da artmasına neden olabilir.
Yine belirtmek isterim ki bir toplum, savunmasız bir canlıya karşı bu kadar acımasızca davranabiliyorsa, o toplumun ruhunda derin bir yara var demektir. Toplumun geneline bir karanlık çökmeden buna dur demek de halkın değil yasa koyucuların, yönettiği topraklardaki tüm masum canların koruyucusu olmakla görevli olan devletin görevidir. Devleti yönetenler tarafından oluşturulabilecek herhangi bir toplumsal ayrışmaya daha bu toplumun dayanabileceğini ne yazık ki düşünmüyorum.
Sokak hayvanlarına yönelik yasal düzenlemeler, toplumun vicdanını yansıtır. Ancak bu vicdan, eğer şiddeti meşrulaştıran yasalardan besleniyorsa, toplumun ruhu giderek daha da karanlık bir hale bürünür. Bu yasalar, insanları hayvanlara karşı şiddet uygulamaya teşvik etmek yerine, onları korumak için kullanılmalıdır. Toplum olarak, empatiyi ve merhameti yeniden inşa etmek zorundayız. Bu, sadece hayvanlar için değil, insanlık için de bir zorunluluktur.
Aslında bugün bu yazıyı kaleme alırken ne yazık ki aklıma tek cümle geldi. İğrenç bir distopya. Bir romanda yaşanabilecek bir çaresizlik bu çünkü. Romanlarda olması gereken bir kaos bu. Romanların, öykülerin dışına çıkması imkansız olması gereken bir durum bu yazılanlar.
Bunu ortaçağda yaşanmış bir hikaye olarak duysam bile tüylerim diken diken olurdu fakat ne yazık ki bu bir öykü veya romanda yaşanmıyor.
Bu ülkemizde 2024 yılının Ağustos ayında yaşanıyor.
Ve ne yazık ki, bu noktada bu güruhu bilime ya da araştırmaya değil, insanlığın en temel değerleri olan merhamet ve vicdana çağırıyorum. Henüz bu değerlere bile ulaşamamışken, daha ileriye umut bağlamak maalesef benim hayal gücümün sınırlarını zorluyor.
April 18, 2024
TÜRKİYE'DE MOBBİNG KAVRAMI

Bir önceki yazı için gelen mesajlar ülkemizde mobbinge maruz kalan ne kadar insan olduğunun bir göstergesi oldu. Bu kadar çok insan olduğunu tahmin etmezdim. Özellikle de okurlarımın arasında yer alan genç kesim için oldukça üzüldüğümü söylemem gerekiyor.
Son cümle sanırım insanlara umut vermiş. Kesinlikle yalnız değilsiniz ve evet kesinlikle sesinizi duyuramıyorsunuz.
Ama bu böyle devam edeceği anlamına gelmiyor çünkü ülkemde bu konuyla ilgili ciddi çalışmalar hatta ve hatta bir dernek bile varmış.
O halde mobbing konusuna kaldığımız yerden devam edip neler yapabileceğinizi biraz daha net konuşmak lazım.
Mobbing Nedir?
Mobbing, bir veya birden fazla kişinin, sistematik ve tekrarlayan bir şekilde, bir diğer kişiye karşı uyguladığı, aşağılama, tehdit, dışlama, izolasyon, alay etme, işgücü yok etme, küçük düşürme gibi olumsuz davranışlardır. Bu davranışlar, mağdurun işini, sosyal hayatını ve psikolojisini olumsuz etkileyerek, çalışmaktan keyif almasını ve verimli olmasını engeller.
Türkiye'de Mobbingin Yaygınlığı:
Türkiye'de mobbingin ne kadar yaygın olduğuna dair net bir veri bulunmamakta. Fakat yavaş yavaş ciddiye alınan bu konuda yapılan bazı araştırmalar, Türkiye'de her 10 çalışandan 3'ünün mobbinge maruz kaldığını söylemekte. Açıkçası bu rakamın daha fazla olduğunu da düşünüyorum. Bu 0'luk değer bile, mobbingin Türkiye'de oldukça yaygın bir sorun olduğunu göstermekte.
Mobbing Türleri:
Mobbing, çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. En yaygın mobbing türlerini kısaca şu şekilde sıralayabilirim:
Psikolojik Mobbing: Aşağılama, hakaret, tehdit, alay etme, küfür etme gibi sözlü ve sözsüz saldırılar içerir.
Fiziksel Mobbing: Vurmak, itmek, tekmelemek gibi fiziksel saldırılar haricinde kişi istemediği halde cinsel bir saldırı dışında dokunmak veya el şakası yapmak da bu başlık altında değerlendirilebilir.
Ekonomik Mobbing: Maaştan kesme, terfi engelleme, işten çıkarma tehdidi gibi ekonomik yaptırımlar içerir. Ülkemizde en sık görülen mobbing türü de budur aslında. Geçmişte yöneticilik tecrübesi yaşadığım birçok şirketin o şık toplantı odalarında konuştukları da "kimi çıkarsak" dışında bir şey değildir. Her toplantı mutlaka bir şekilde bu konuya döner.
Sosyal Mobbing: İzolasyon, dışlama, dedikodu yapmak gibi ülkemizde sık karşılaşılan diğer bir mobbing türüdür. Kimin ne giyindiğinden tutun, kimle beraber olduğuna kadar tartışılıp izole edilmesi sık karşılaşılan durumlar arasındadır.
Cinsel Mobbing: Cinsel taciz, sarkıntılık, istenmeyen cinsel davranışlar içerir. Yakın bir zamanda çok sevdiğim bir kardeşimin de başına gelmiş olan iğrenç bir durumdur. Maalesef işten ayrılması ile sonuçlanmıştı.
Mobbingin Etkileri:
Mobbing, mağdurlar üzerinde birçok olumsuz etki yaratabilir. Bu etkiler şunlardır:
Psikolojik Etkiler: Depresyon, anksiyete, travma, stres, özgüven eksikliği gibi psikolojik problemlere yol açabilir.
Sosyal Etkiler: Arkadaşlardan ve aileden izolasyona, sosyal fobiye yol açabilir.
Fiziksel Etkiler: Baş ağrısı, migren, uyku problemleri, mide bulantısı gibi fiziksel problemlere yol açabilir.
İşle İlgili Etkiler: İşten keyif almama, verim kaybı, işten ayrılma gibi problemlere yol açabilir. Aslında yöneticiler birazcık duyarlı olabilse ilk alarm budur. Raporlar çoğalır, insanlar mutsuzlaşır ve sonunda ayrılmalar bir anda artmaya başlar.
Mobbing Mağdurlarının Profiline Dair Veriler:
Mobbinge en çok maruz kalan gruplar şunlardır:
Kadınlar: Mobbing mağdurlarının `'ı kadındır.
Genç Çalışanlar: Özellikle yeni işe başlayan veya deneyimsiz çalışanlar mobbinge daha çok maruz kalmaktadır.
Düşük Ücretli Çalışanlar: Düşük ücretli çalışanlar, işverenler tarafından daha kolay hedef alınabilmektedir.
Engelli Çalışanlar: Engelli çalışanlar, diğer çalışanlara göre mobbinge daha çok maruz kalmaktadır. İstihdamı zorunlu olmasa bu çalışan grubuna iş imkanı sağlamak dahi istemeyeceklerine eminim.
LGBTİ Çalışanlar: LGBTİ çalışanlar, cinsel yönelimleri ve kimlikleri nedeniyle mobbinge daha çok maruz kalmaktadır. Bu sadece yönetim tarafından değil çalışanlar tarafından da sistematik bir şekilde yapılabilir. Bu konuda çok da çaresiz olmadığınızı bilmeniz gerekiyor. Dediğim gibi ilk yazıdan sonra bu konuda fazlasıyla çalışma olduğunu ve bir dernek bile bulunduğunu öğrendim ve bu beni çok mutlu etti. Bu yüzden mücadele için yapabilecekleriniz tamamen size ve bu konudaki kararlılığınıza bağlı.

Mobbing ile Mücadelede Yapılabilecekler:
Mobbing Hakkında Bilinçlendirme:
Bu konuda çalışanlara ve işverenlere yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapılmalıdır. Bu çalışmalar, eğitimler, seminerler ve bilgilendirme broşürleri gibi çeşitli araçlarla yapılabilir.
Yasal Düzenlemeler: Mobbingin önüne geçmek için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bu düzenlemeler, mobbingin tanımı, cezası ve mağdurların korunması gibi konuları kapsamalıdır.
Kurumsal Önlemler: İşyerlerinde mobbingi önlemek için kurumsal önlemler alınmalıdır. Bu önlemler, mobbing şikayetlerinin nasıl ele alınacağı, çalışanların eğitimi gibi konuları kapsamalıdır.
Psikolojik Destek: Mobbinge maruz kalan kişilere psikolojik destek sağlanmalıdır. Bu destek, psikologlar veya terapistler tarafından verilebilir.
Mobbing ile Mücadelede Önemli Kaynaklar:
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı: https://www.csgb.gov.tr/
Alo 171: Mobbing ile ilgili şikayetlerin bildirilebileceği telefon hattı.
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ): https://www.turkis.org.tr/
Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi: https://www.keig.org/
Mobbing ile Mücadele Derneği: https://mobbing.org.tr/
Barolar: Barolar, mobbing ile ilgili hukuki danışmanlık ve dava açma hizmeti sunmaktadır.
Mobbing Hakkında Bilmeniz Gerekenler:
Mobbinge maruz kalan bir kişi, işverene yazılı olarak şikayette bulunabilir.
Şikayet sonucunda mobbing olduğu tespit edilirse, işveren mobbingi önlemek için gerekli adımları atmak zorundadır.
Mobbinge maruz kalan kişi, işverene karşı tazminat davası açabilir.
Mobbing, elinizde ciddi deliller varsa Türk Ceza Kanunu'nda suç olarak değerlendirilebilir ve mobbinge maruz kalan kişi, failler hakkında ceza davası açabilir.
Mobbing Mağdurlarına Tavsiyeler:
Mobbinge maruz kaldığınızı fark ederseniz, sessiz kalmayın.
İşverene yazılı olarak şikayette bulunun.
Delilleri toplayın.
Gerekirse bir avukata veya psikoloğa danışın.
Yasal haklarınızı kullanmaktan çekinmeyin.
SON OLARAK:
Mobbing, modern çalışma hayatının en büyük sorunlarından biridir ve mağdurlar üzerinde birçok olumsuz etki yaratabilir. Mobbing ile mücadelede yasal düzenlemeler, kurumsal önlemler ve bilinçlendirme çalışmaları önemlidir. Mobbinge maruz kalan kişiler de sessiz kalmamalı ve yasal haklarını kullanmalıdır. Özellikle Mobbing ile Mücadele Derneği'nin sitesini lütfen takibe alın ve uzmanlık eğitimlerine göz atın. Açıkçası böyle bir derneğin varlığı bile umut verici.
Bu konuda anlatabileceklerim bu kadar. Umut ediyorum ki gönderdiğiniz sorulara ve neler yapabileceğinize dair bir yanıt olabilmiştir.
Yazıyı biraz gülümseterek sonlandırıyorum: Bir bilim kurgu yazarından değil, işin uzmanından destek almayı unutmayın. Burada yazdıklarım bir uzman değil arkadaş önerileri ve araştırmalarıdır.
Sevgiler.
April 16, 2024
MOBBİNG - PEMBE HAYALLER ARDINDAKİ KARANLIK GERÇEK

Bugün büyük umutlarla, ekonomik özgürlük hayalleri ile başlayan iş hayatınızın en acı gerçeklerinden birinden bahsetmek istiyorum: Mobbing.
Mobbing iş yerindeki sistematik taciz ve düşmanca tutumlar olarak kısaca açıklanabilir. Ama bu taciz oldukça geniş kapsamlı ele alınmalıdır.
Çok Uluslu bir şirkette çalışıyorsanız işe ilk başladığınız haftayı düşünmenizi istiyorum. Nasıl hissetmiştiniz?
Pembe bir tablo mu çizilmişti? Her şeyin ne kadar şeffaf ve anlayışla ilerlediği mi resmedilmişti? Güler yüzlü yöneticilerin sıcak karşılamaları ile mi işe başlamıştınız?
Genelde tüm sorulara evet diyeceğinizi düşünüyorum. Buna sadece çok uluslu şirketleri değil ülkemin büyük firmalarını da dahil edebiliriz.
Dünya genelinde faaliyet gösteren çok uluslu şirketler, genellikle çeşitlilik ve profesyonellik vaadiyle çalışanlarına birçok fırsat sunar. Ancak bu şirketlerde çalışmak bazen beklenenden çok daha zorlayıcı olabilir. İlk etapta sunulan pembe tablonun ardındaki karanlık gerçekler, özellikle gizli mobbing uygulamaları ile yüz yüze kalındığında ortaya çıkar.
Özellikle büyük firmalarda ve çok uluslu şirketlerde mobbing, açıkça görülmeyen, daha sinsi formlarda meydana gelir. Çalışanın uzun bir süre nasıl bir baskı altında çalıştığını anlaması istenmez. Bunu o kadar "Şirket kültürü" adı altında yedirirler ki çalışan mobbinge uğradığını fark etmediği gibi kendisini suçlu, sözüm ona şirket kültürüne aykırı ve yanlış bir şey yapmış gibi hisseder.
Özellikle yöneticilerin güler yüz ardına sakladıkları baskıcı tutumları, iş yerindeki kültür altına sakladıkları tepeden bakan yaklaşım ve kurumsal politikalar mobbingin gizlenmesi ve normalleşmesine zemin hazırlar.
Çalışma temposu genellikle yüksek olduğu için zaten büyük baskı yaşayan çalışan sürekli artan performans beklentileri ve yeterli desteği bulamama nedeniyle daha da büyük bir stres altında ezilmeye başlar. Buna bir de yöneticilerin çifte standartları ve kendilerine uygulanan esnekliği altındaki insanlara göstermeme eklenince durum daha da çekilmez bir hal alır.
Özellikle çok uluslu bir ortamda farklı kültürel arka planlardan gelen çalışanlar arasında yanlış anlaşılma ve çatışmalar olabilir. Özellikle Türkiye gibi bir coğrafyada yaşıyorsanız bu insanlara ülkenizdeki ekonomik krizi, bir kahve almanın veya çocuğunuzun basit beslenme ihtiyaçlarını bile karşılayamamanın ne kadar zor olduğunu isteseniz de anlatmanız güç olabilir.
Böyle bir ortamda ezilen çalışan maalesef ki gün geçtikçe tükenmeye başlar.
Bu gibi şirketlerde çalışan insanlar sadece yüksek iş yükü ile değil aynı zamanda gizli mobbing ve adaletsizlik ile de mücadele etmek zorundadır.
Dünya ve ülke genelinde faaliyet gösteren büyük firmalar geniş imkanlar ve global bir çalışma ortamı sunduklarını iddia etse de bu parlak görünen imkanların ardında çalışan sağlığını riske atan ciddi faktörler yatmaktadır.
Mobbing, stresli çalışma şartları ve yönetimin bu ortamı körüklemesi çalışanların sadece ruhsal değil fiziksel olarak da yıpranmasına ve ciddi sağlık sorunlarına neden olacaktır.
Dünya Sağlık Örgütü'ne göre iş yerindeki stres, global sağlık sorunlarının başlıca nedenlerinden biridir ve ciddiye alınması gereken bir halk sağlığı meselesidir.
Özellikle uzun süredir çalışma imkanı bulduğum hizmet sektörüne bakıldığında, uzun çalışma saatleri, vardiyalı çalışma sistemi, adaletsiz ve ağır performans değerlendirmeleri ve en önemlisi kendi çalışma koşulları esnek olmasına rağmen alttaki çalışanlara baskıcı ve dakikayı bırakın saniyelerle hesap soran yönetici profili yüzünden çalışanların hem fiziksel hem de ruhsal sağlığı ciddi anlamda zarar görmekte.
Uzun süreli bilgisayar kullanımı sonucu görülen göz yorgunluğu, boyun ve bel sorunları gibi ergonomik sorunlar da gittikçe yaygınlaşmakta. Ayrıca, kronik stres, kalp hastalıkları, hipertansiyon ve bağışıklık sisteminin zayıflamasına kadar fiziksel sağlık problemlerine de sebep olabilir.
Mesleki hastalıklar arasında iş yerindeki psikolojik baskının yol açtığı duygusal tükenmişlik (burnout) önemli bir yer tutmakta.
Araştırmalar, mobbinge maruz kalan çalışanların normal bir çalışana göre depresyon ve anksiyete gibi sağlık sorunlarını P daha fazla yaşadığını gösteriyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan bir çalışmaya göre her yıl yaklaşık %7 oranında çalışan, iş yerinde ciddi mobbinge maruz kalıyor. Türkiye özelinde ise mobbing mağdurlarının 0-40'ı ciddi psikolojik ve fiziksel sağlık sorunları yaşadığını bildirmiş.
("Workplace Bullying and Mobbing in the United States" adlı 2 ciltlik kitap, Maureen Duffy ve David C. Yamada tarafından düzenlenmiştir ve iş yerinde zorbalık ve mobbingin doğası, kapsamı ve bu sorunların çözümü üzerine kapsamlı bilgiler sunar. Kitap, mobbingin çalışanlar üzerindeki etkilerini, risk faktörlerini ve etkili önleme yöntemlerini multidisipliner bir yaklaşımla ele alır. Bu çalışma, mobbingin yasal yönlerini de Amerikan ve uluslararası perspektiflerden tartışmaktadır. Amazon.com gibi sitelerden temin edebilirsiniz.
Bu kaynağın Türkçe özeti veya benzeri bir analiz bulmak isterseniz, akademik veri tabanlarını (örneğin Google Scholar) veya üniversite kütüphanelerinin çevrimiçi kataloglarını kullanabilirsiniz. Ayrıca, Türkiye'de mobbing ile ilgili yapılan çalışmalar için Türk Psikologlar Derneği veya benzeri meslek kuruluşlarının yayınlarına göz atabilirsiniz.)
Peki bu kadar anlattıktan sonra bununla nasıl başa çıkabiliriz?
Açıkçası şirket kültürüne işlemiş bir mobbing ile mücadele etmek ilk başta imkansız gibi görünebilir ve sizi oldukça yıpratabilir. Fakat bu imkansız da değildir.
Öncelikle çalışan sağlığını korumak için şirketlerin proaktif bir tavır sergilemesi gerekir ki bu da ilk başta oldukça zordur.
Şirketlerin mobbinge sıfır tolerans gösteren politikalar geliştirmesi ilk adımdır. Bu politikaların etkin bir şekilde uygulanması şarttır.
Yöneticilere yönelik düzenli eğitimler verilmekte fakat bunlar kağıt üzerinde birkaç testten ibaret olduğu için günümüz yöneticilerinin (özellikle ülkemdeki yönetici profilinin) sağlıklı ve huzurlu bir çalışma ortamı yaratması bu eğitimlerle mümkün olamaz ve olmayacaktır.
Profesyonel psikolojik danışmanlık ve çalışan destek programları da ne yazık ki şirket bütçesi ile karşılandığı için çalışanın huzurla başvurabileceği kurumlar olmaktan çok uzaktadır.
Tüm bunlar sebebiyle iş yine çalışana düşüyor.
Tüm çalışanlar haklarını öğrenmeli ve gerektiğinde haklarını savunmalıdır. Bunu yapamayan bir topluluk gün geçtikçe daha ağır iş şartları ve sağlıksız koşullarda emek vermeye devam edecektir.
Kurum İçi Destek Mekanizmaları: Çalışan temsilcileri veya danışma hizmetleri gibi destek mekanizmalarından yararlanmak.
Hukuki Yollar: Mobbing veya adaletsizlik durumunda hukuki danışmanlık almak.
Meslek Birlikleri ve Dayanışma Grupları: Meslek birliklerine katılmak veya dayanışma grupları oluşturmak, çalışanların seslerini birleştirip, güçlü bir savunma hattı oluşturabilir.
Evet bir savunma hattı oluşturmak dedim. bu bir savaş mı diye düşünebilirsiniz.
Aslında en büyük savaşınız bu olmalı ve bu savaşı kazanmadığınız sürece sağlıklı bir ortama sahip olamayacaksınız.
Daha adil ve şeffaf iş ortamlarında buluşmak umuduyla. Unutmayın ki yalnız değilsiniz sadece sesinizi duyuramıyorsunuz.
April 15, 2024
SUÇLU

Bir bomba, bir tane daha….
Kimi geceler ardı arkası kesilmez bu saldırıların.
Doğanın dengesinden bahsederiz devamlı ama bu dengenin nasıl oluştuğunu çok da umursamayız.
Bir türün üstünlüğü başka bir türün felaketidir aslında, bunu asla dile getirmeyiz.
Dile getiremeyiz belki de kim bilir?
Yaşamın ve doğanın sunduğu güzelliklerin ardındaki kan ve yıkımdan bahsetmek gereksizdir.
Doğanın tüm dengesinin bir savaş olduğunun bilincindeki varlıklar olarak mitolojilerimiz, tarih hikâyelerimiz hep yıkımlarla doludur.
Konuşabilen, düşünebilen varlıklar olduğumuzu iddia etmek kolaydır, çünkü bunları yapabiliriz.
Oysa ilkel bir canlı türünden bizi ayıran tek şey sanat ve müzik.
Bunları elimizden aldığınızda geriye sadece savaş kalıyor.
Elimde sabahtan kalma kurumuş çamur, üstümde ağır bir duman kokusu…
Bombalardan geriye kalan tek şey bu ne yazık ki.
Gözlerim mi?
Gözlerimdeki tek damla yaş bile şu an için akmıyor, bunu biliyorum.
Öfke mi?
Yüzümdeki öfkenin sebebi odanın içindeki bir avuç insanı huzursuz eden bombalar veya savaş değil, inanç…
Evet… kesinlikle inanç.
Bomba evime düşene kadar asla inanmadım bana veya aileme zarar gelebileceğine.
Eşim öldüğünde, elimde kalan tek şey için bu inancımdan asla vazgeçmedim: Kızım.
Tüm bunlar yaşanmadan önce bir makaleyi tartışıyorduk öğrencilerimle.
“Günümüz ekonomik koşullarında, bir çocuğun gerçekten mutlu olması için gereken maliyet nedir?” gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam.
Öğrencilerimin çeşitli tutarlar sıraladığını hayal meyal hatırlıyorum.
En son sıralardan bir ses, sessiz sakin bir genç olan Burak:
“Bir çocuğun mutluluğuna paha biçilemez,” demişti.
İlk saldırıda, ben okulda değilken düşen bombayla ölen onlarca gençten biriydi.
Sabah altı yaşındaki kızımı toprağa verirken bıçak gibi saplandı beynime o sözleri.
Bir çocuğun mutluluğu için paha biçemezsin ama yüzlercesini öldürmek için binlerce dolarlık bir bomba yeterlidir.
Bir ebeveyn için, çocuğunun ölmeden önce çok büyük acı çekmemesinin teselli olduğu binlerce dönemden birinde yaşamanın ağırlığı altında eziliyorum ve ne yazık ki bu tesellim de alındı elimden.
Sadece anne veya baba demesinin bile dünyalara bedel olduğu yavrunuzun, canınızdan bir parçanın çığlıklar içerisinde ölümüne katlanmak zorunda kaldığınız bir dönemden bahsediyorum.
Üzerinizdeki kütüphane ve beton yığınından kurtulamadığınız ve o sesi saatlerce dinlemek zorunda kaldığınız bir savaşın ortasında kalmanın çaresizliği var üzerimde.
Her bombayla ürkekçe yerinden zıplayan yabancı bir eli, dizimde tutmaktan başka bir şey yapamıyorum.
“Oğlum, elin…”
“Biliyorum teyzeciğim. Ama inan bana, hissetmiyorum.”
Hiç tanımadığım birinin omuzlarında hüngür hüngür ağlamanın mahcubiyeti de ekleniyor tüm yaşadıklarıma. Yabancı bana sarılıp titreyen, kemikli parmaklarını başımda gezdirdikçe hıçkırıklarım artıyor.
Gözlerimi sıkıca kapatıp annemi ve onun o güvenli kucağını hayal ediyorum. O güvenli sığınağa kaç defa saklandığımı…
Terk edilmek, işsiz kalmak veya çok sevdiğin kedini bir sabah yaşlılık nedeniyle ölü bulmak…
Şu an tüm bunların ötesinde yaşadıklarım, ama eminim ki annem yaşasaydı sığınacağım yer yine aynı olacaktı.
Anne ve babamın güvenli sığınağından çıkıp kendi aileme çaresizlikten başka bir şey verememenin utancıyla ağlıyorum aslında.
Onları nispeten daha huzurlu bir şekilde toprağa vermişken, önce eşimin kayıp parçalarını, sonrasında da kızımın o minicik bacaklarını saatlerce arayarak ve bazı parçalarını da bulamayarak siyah poşetler içeri sinde küçücük kütleler halinde toprağa vermenin tarifsiz acısı var içimde.
Birkaç parmağımı yitirmem bunların yanında hiçbir şey.
Bir bomba daha düşüyor. Tepemize dökülen sıva, burnumuza gelen kireç ve duman kokusu bu sefer daha da yakına düştüğünü cüretkâr şekilde taşıyor sığınağımıza. Şu an bodrum katına saklandığımız bu yıkıntı tüm bu kıyımın öncesinde anaokulu binası olarak kullanılıyordu. Her sabah iş yerime yalnızca beş kilometre uzaktaki pastel renklerle süslü bu rengârenk binanın önünden geçer, meşhur lezzetleriyle velilerin hatta öğrencilerin iştahını kabartan Hasan ağabeyin böreklerinden birkaç parça alırdım.
Kıymalı börekleri midemi yakardı ama peynirliler müthiş olurdu. Her müşterisi için bir limiti vardı Hasan ağabeyin. Dört parçadan fazla almamız yasaktı.
İlk tanıştığımız gün sebebini sorduğumda gülümsemişti.
“Evet belki aynı parayı hızlı kazanacağım ama gelene yok diyeceğim. Maksat para kazanmak, doğru ama bir de canı çekeni geri çevirmek var. Olmaz öyle.”
Önceleri bunu bir pazarlama stratejisi olarak düşünmüştüm.
İknanın en etkin kullanımları arasındadır çünkü azlık. Ama sonradan iknanın psikolojisinin temellerinin var olan bir kazancı daha da arttırmaya yönelik olduğunu düşününce Hasan ağabeyin bunu kendince bir eşitlik duygusu, adalet inancıyla yaptığına kanaat getirmiştim. Hasan ağabey de bu anı göremeyenler arasında yerini aldı. Pastel renklerle süslü bina önce küle, sonra da kana bulandı.
Düşman ise Hasan ağabeyin aksine isteyen istemeyen herkese ve her şeye fazlasıyla bomba getirmişti. Bunu bizim için en azından bir ikna unsuru olarak kullanmadıklarını daha ilk saldırıda gösterdiler.
Yenildiğimize ikna etmeye çalışsalardı ilk saldırıdan sonra durdurabilirlerdi bu cinayetleri ama halklarını ikna etmeyi seçerek geride taş taş üstüne bırakmamayı tercih etmişlerdi.
Kısacası ölümlerimiz, acılarımız başka bir sınırın içerisindeki insanların ikna unsuruydu.
Düşünüyorum da binlerce hatta milyonlarca insanın ölümü yalnızca dört veya beş senelik bir iktidarı garanti edebiliyor artık günümüzde.
Burada akan her kan o sandığın içerisine girecek evet oylarının mürekkebi oluyor.
Eski güzel günleri, o börekleri hayal ederken kemiriyorum elimdeki kurumuş ekmeği.
Ekin… kızım…
Panikle ve korkuyla yağmalanmış marketlerden birinde bulduğum ezilmiş büzülmüş keki nasıl iştahla yediği aklıma geldikçe boğazımdaki ekmek taş parçasına dönüyor, mideme indikçe kalbime bir bıçak gibi saplanıyor.
Oysa…
Tek başıma gidebilirdim evimize. Ekin’i burada bırakabilirdim. Kim bilir? Belki de yaşıyor olurdu ama o çok sevdiği keki hiç yemeden başka bir zamanda ellerimden alınabilirdi de.
Hangi bahaneyle kendini avutabileceğini şaşırdığın bir dönem bu. Binlerce yıllık insanlık tarihinde devamlı tekrarlanan ve gelecekte başka bir sınır içerisinde tekrar yaşanacak olan kısır bir döngü…
Tüm söyleyeceklerim bu kadar. Umuyorum benim gibi milyonlarcası bu kayıtları tutmuştur. Umuyorum bir gün tüm bu suçlar cezasını bulur. Yaşadığım tüm acıları ve hislerimi bu kayıt içerisinde bulabilirsiniz.
Ben mi?
Birkaç dakika sonra ailemin yanında olacağım…
“Profesör Erdem Onur’un son kaydı bu. Yaşam verileri bu kayıttan yalnızca otuz altı dakika sonra kayboluyor. Görgü tanıklarının anlattığına göre sessiz sedasız sığınaktan dışarı çıkıyor ve geri dönmüyor.”
Mahkeme başkanı gözlerinde biriken yaşları silip burnunu çekerek karşısındaki adama sert bir ifadeyle baktı.
“Ne diyorsunuz? Hâlâ yaptıklarınızı haklı gösterecek bir açıklama yapma derdinde misiniz?”
Adam kayıtlara göre elli beş yaşındaydı ama ilk kez görenler seksen yaşında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. Bir zamanların güçlü, yenilmez lideri savaş mahkemesi karşısında süt dökmüş kedi misali sessiz, boynu bükük oturuyordu.
“Lütfen… Siz de biliyorsunuz ki savaş kanunları çok farklı işler. Ne ben ne de ailem bunu hak etti.”
Heyetten mırıltılar yükselirken başkan elini kaldırarak herkesi susturmuştu.
“Bakın bir konuda haklısınız. Savaş kanunları. Fakat sizin yaptıklarınız bir kendini savunma değil soykırım kapsamında değerlendirilmekte.”
Adam kekeleyerek ayağa kalkmaya çalışsa da başarılı olamamış, yerine mıh gibi yapışmıştı. Sesi biraz öncekinden daha cansızdı.
“Asla soykırım düşünmedim! Evet, hatalar yapmış olabilirim ama…”
Başkan ‘bunları geç’ dercesine elini savurarak ada mı susturdu.
“Siz! Bu dünya üzerindeki her şeyi ihlal ettiniz! Dünyada eşi bile görülmemiş diktatörlük örneği sergile diniz! Halkınızı kandırdınız!”
Adam bir şey söylemek istese bile ağzını açamadı. “Ne o? Kandırmadığınızı mı söyleyecektiniz? Düzmece bir savaşla halkınızı ve ‘terörle mücadele ediyorum’ diyerek tüm dünya ülkelerini kandırdınız Ah met Bey! Ülkenizi karartarak sizi o büyük tahtınızdan indirecek şehirleri yok ettiniz! Tıpkı kayıtlardaki Erdem Bey’in dediği gibi, oylarınız için kan döktünüz! Ne yazıktır ki Erdem Bey gibi insanlar bunun o bilinmez düşman tarafından, başka bir ülke elleriyle yapıldığını düşündü. Siz ülkemiz için en büyük tehlike siniz ve cezanız da ailenizle birlikte tüm bu kayıtları birer birer yaşamak olacak.”
“Lütfen…”
“Heyet ve halk bunu istiyor Ahmet Bey. Ömrünüzün sonuna kadar yaşayabildiğiniz tüm acıları yaşayacaksınız. Aileniz ve size bu cinayette ortak olan herkes gibi.”
“Yalvarırım...”
“Suçlunun ve suç ortaklarının yok ettiklerinden geriye kalan dokuz bin sekiz yüz doksan altı kayıt için kimyasal ve fiziksel olarak hazırlanmasına, ömürleri yettiği kadarıyla bunları teker teker deneyimlemesi ne oy birliğiyle karar verilmiştir.”
Mahkemede kopan alkış tufanı arasında cılız itirazlarıyla hâlâ bir şeyler anlatmaya çalışan suçlular teker teker çıkarılırken başkan, yardımcısına döndü.
“Bir konu daha var Tolga.” “Buyurun Yaprak Hanım?”
“Bu kayıtların kimileri için zevk unsuru olduğunu öğrendim. Yasadışı elde eden ve dış ülkelerde eğlen ce merkezlerine satan herkesin yargılanması için çalışmaları başlat.”
“Tamamdır, hiç merak etmeyin.”
Başkan gözlerinden akan yaşları silerken sesi titriyordu.
“Ne kadar garip değil mi? Birilerinin acısı başka birilerinin eğlencesi veya zevki haline geliyor.”
“Maalesef.”
“Sanıyorum ne kadar gelişirsek gelişelim içimizdeki o ilkel yaratıkları bastıramıyoruz. Bizden sonraki nesiller nelerle karşılaşacak kim bilir?”
“Buna ne yazık ki insan olmak diyoruz.” “Haklısın Tolga… Hem de çok haklısın.”
Yavaş yavaş boşalan mahkeme salonuna son bir defa bakarak kürsünün arkasındaki kapıdan dışarı çıktılar…
Ş. Yüksel Yılmaz İzmir, 2020
Not: Yazdığım günden bu zamana ne yazık ki ne savaşlar ne de liderlerin kibir ve iktidar hırsı azaldı. Savaş sınırımızın iki adım ötesine kadar sıçradı ve bizi de içine çekmek için elinden geleni yapıyor. Umudum insanlığın bu hatalarından ders alması ama ne yazık ki milyonlarca insan savaşlarda can vermiş, iki büyük dünya savaşı atlatmış olmamıza rağmen üçüncüsü için gözümüz dönmüş vaziyette.
April 14, 2024
YOLCU

"Şunu baştan daha düzgün anlat bakayım?"
Hilmi Bey yakın gözlüklerini burnunun ucuna kadar sürüklemiş karşısındaki garip görünüşlü gencin anlattığı hikayeyi kafasında tartıyordu. Anlattığı şeylere inanmak mümkün değildi ama yine de dinlemesi eğlenceliydi.
En fazla otuz yaşında olan esmer yağız delikanlı mavi gözlerini Hilmi Bey'e dikip yüzünü buruşturdu.
"Neyi anlamak istiyorsun gözünü seveyim? Yapacağın şey çok basit!"
Hilmi gülümseyerek gözlüklerini tekrar gözlerine yanaştırdı.
"Neyi basitmiş bunun? Gelmişsin odama, abuk subuk bir hikaye anlatıyorsun. Üstüne üstlük daha önce hiç duymadığım hikayen kadar saçma bir şarkıyı radyoda yayınlamamı istiyorsun! Nereden bileceğim bunun kendini cemiyete tanıtmak için bir kumpas olmadığını söylesene?"
Adının Berk olduğunu iddia eden genç adam ayağa kalktı. Hem Berk nedir allasen? Bunu nereden uydurdun? Diye düşünse de sesini çıkartmadı. “Baştan anlatırsam dediklerimi yapacak mısın?”
“İnanırsam evet.”
“Peki ya inanmazsan?”
“Sen yoluna ben yoluma.”
Sinirli görünüyordu ama sakinliğini korumakta ustaya benziyordu. Bir İngiliz ajanı neden olmasın ki? Belki amacı dediklerini yapıp halkı etkisine alacak bir kumpas kurmaktı. Kim bilir?
“İnanmadın diyelim. Ne kaybedeceksin? Eğer doğru söylüyorsam bir hayat kurtarmış olacaksın.”
“İşimi tabii ki. Mahkemelerde yargılanmayı saymıyorum bile.”
Genç pes etmiş bir şekilde gerisingeri koltuğu bıraktı kendisini. Derin bir nefes alıp dudaklarını yaladı. Yalan yok iyi hatipti. Bu bile bir ajan olma ihtimalini arttırıyordu. Hilmi gülümsememeye çalışarak gence döndü.
“Kaç yılından gelmiştin söyle bakayım?”
“2023”
“Bak sen doksan üç sene sonradan.”
“Evet. Birçoğumuz bu dönemleri biliyor. Bazılarımız nefret etse de hala sizleri saygıyla ananlar var. Çok değişti dünya. Türkiye de değişti. Ama olsun bu dönemi görmek benim için çok güzel oldu.”
“Ne demek bizden nefret edenler var? İngilizler, Fransızlar mı ele
geçirdi ülkeyi?”
“Zamanı değiştirmek istemem. O yüzden fazla bilgi vermek istemiyorum. Ama bil ki yabancılara gerek kalmadı. Kendimiz böldük memleketi.” İnanmasa da hayali bile güzel değildi gencin söylediklerinin. Ajan bu velet kesin. Başka açıklaması yok.
“Herneyse. Bir gün amcamdan bana bir paket geldi. Arabam için yeni bir multimedya sistem göndermişti.”
“Ne sistem?”
“Radyonun gelişmişi gibi düşün. Önemli olan bunlar değil Allah aşkına dinle.” “Merak ediyoruz oğlum. Söylüyorsun abuk subuk şeyler.”
“Ya radyo gibi arabalara takılan türü.”
“E o daha geçen yıl icat edildi. Bir de onu geliştirdiler mi?”
“Hem de nasıl. Mesela artık kendi istediğin şeyleri dinliyorsun, hatta izliyorsun. Arabada gösterdim ya?”
“O da arabaysa tabii.”
“Yahu ona hayran kalıyorsan daha neler var. Bir bilsen.”
“Neler var?”
Cebinden yine o garip cihazı çıkartıp kendisine uzattığında yutkundu. Garip bir cihazdı. Telefon diyordu ama çevirebileceği bir numara yoktu. Cihazın üzerinde garip şekilli dört tekerlekli bir araç görünüyordu.
“Bu da mı araba?”
“Daha neler var bir bilsen.”
Kesin olan şey çocuğun görevine iyi bir şekilde hazırlanmış olduğuydu. Elindeki şeyleri şaşkınlıkla ikinci defa izliyordu. O multişeyi de arabayı da görmüştü.
“Neyse devam et bakayım.”
“Gittim bir elektrikçiden bağlattım. Yola çıktım. Açıp da bir şey dinleyeyim dedim. Devamlı dinlediğim bir radyo vardı. Sevdiğim müzikleri çalar genelde. Neyse... tuttum onu açtım. Akın Eldes’ten Uzun ince bir yoldayım çıktı.”
“Aşık Veysel olmasın o?”
“Heh o ama onun cover’ı”
“Neyi?”
“Ya başka bir müzisyen bir müzisyenin şarkısını çalıyor. Kendi türüne göre yorumluyor. Cover diyoruz.”
“Ne güzel. Türkçe değil bu değil mi?”
“Yok değil.”
“Şahane. İngilizler sizi ele geçirmedi yani değil mi?”
“Ah be bir bilsen... ama neyse.”
“Devam et bakayım.”
“Neyse... bir titreşim hatırlıyorum. Gözlerim bir anlığına karardı. Çok kısa bir anlığına ama o an etrafımdaki birkaç şey değişti. Garipti. Çok garip. Radyonun bantı değişmiş cızırtılı bir hal almıştı ama geçtiğim cadde eskisi gibi değildi. Daha doğrusu eskisi gibiydi.”
“Oğlum ne diyorsun sen?”
“Ya beş yıl önce nasılsa öyle olmuştu cadde. Etrafımdaki herkes bana garip garip bakıyordu. Arabalar değişmişti. Her şey beş yıl geriye gitmişti.”
“Hemen anladın yani?”
“Evet çünkü önünden geçtiğim park tam beş yıl önce kapanmış yerine alış veriş merkezi dikilmişti. Köşesine de devasa bir polis kontrol noktası dikmişlerdi ama yoktu. Sadece park vardı. Çocuklar koşturup duruyorlardı. Bir gariplik olduğunu hissetmiştim ama anlayamamıştım. Radyoyu kurcalayıp bir habere denk gelmek istedim. Ama yok. Mor ve ötesi çıktı. Dünya yalan söylüyor diye bir şarkı vardı. Hoop yine gözüm karardı. Baktım etrafım daha garip.”
“Nasıl garip?”
“Ya anlatması güç. Zengin gibiydi insanlar. Mutluydular.”
“Neden öyle dedin?”
“Normalde pek de mutlu insan kalmadı sokakta. Aç insan dolu. Patates kartlarını soğan kartıyla takas için bağıranlar falan yoktu.”
“Ne kartı?”
“Dedim ya boş ver diye. Anlatmamam gerek bunları.”
“Neden?”
“Zamanı değiştirmiş olurum. Bunu ne kadar çok istesem de yanlış olur.” Hilmi en azından çocuğun bu konuda dürüst olduğunu gördü. Gözleri yalan söylemiyordu. Korkuyor gibiydi. Başını sallayıp devam etmesini işaret etti. “Neyse. O an kenara çektim arabamı. Herkes bir garip bakıyordu bana. Arabama. Anladım ki o dönemde değildim. Karşımdaki ilk çocuğa hangi tarihte olduğumuzu sordum. 2004 dedi. Ulan 2004 yılına gitmiştim. Arabaya koşup bindim. Hızla CD’lere baktım yeni albümlerden birini taktım ama kararmadı bu sefer dünya. Olduğum yerdeydim.”
“Neyi?”
“Yahu bu da bir teknoloji işte. Bak çok fazla bilmediğin şey var. Ama konu bu değil. Lütfen anla.”
“Anlat o halde.”
“Anladım ki olay radyodaydı. O an bir bok yedim. Cd’yi çıkartıp flash belleği
takmak istedim. Hoop Radyo’da bir duyuru. Hudadat Şakir Hanım. Regrets de Manon’un taş plak kayıtlarına ulaşmışlar.”
“E o dündü.”
“Bize göre değil. Ama şimdi işte buradayım. Dönemiyorum çünkü radyoda çalması gerekiyor şarkının. Bittim ben. Tek çarem sizin radyoda benim dönemime ait bir şarkı çalmanız.”
“O dediğin filan milat yok bizde. Sidi de yok. Hem olsa da gayeni bilmiyorum delikanlı. Kusura bakma.”
“Bak bir yolu olmalı. Lütfen, yalvarırım.”
“Kusura kalma delikanlı. Hikayene inanıyorsun, inandırmışsın kendini ama ben inanmadım.”
“Ne olacak peki?”
“Seni teslim etmem gerekiyor.”
Önce karşı çıkacak gibi olduysa da başını eğip oturmaya devam etmişti. İçi burkulan Hilmi Bey ayağa kalkıp dışarıda bekleyen hasan’a seslendi. “Hasan...”
“Buyur beyim.”
“Şu genç arkadaşı...”
“Evet?”
“Ölçülerini al da kıyafet getir. Böyle çok göze batıyor.”
Şaşkın bir şekilde kendisine bakan iki genç adama da gülümsedi.
“Hızlı olun. Daha yapacak işlerimiz var.”
Genç adam elini öpmek için sarıldığında hızla geri çekti.
“Doğru söylüyorsan hayatın kurtulur. Ha yok yalansa teslim ederim. Olacaklara da karışmam.
“Çok teşekkürler. Çok ama çok.”
“Uzatma haydi daha nasıl yapacağımızı bulamadık şu işi.”
Birkaç saat sonra genç adam abuk subuk kıyafetlerinden kurtulmuş tam
karşısında duruyordu. Şapka da yakışmıştı. O saçma sapan sakalını da keserse kesinlikle göze batmayacaktı ama fazla zamanları yoktu. “Şimdi elimizde ne var anlat bakalım.”
“Elimde Katre adlı grubun 2023’de çıkan albümleri var.”
“E bunları nasıl çalacağız? ”
“Telefonumda yüklüler. Bilmiyorum nasıl olur. Arabaya binmeden anlayamam.”
“Yarın saat 10:00 da müzik yayını var. Mikrofonu dayayıp yaparız.”
“O zaman telefon sizde kalmış olur. Bu da zamanı değiştirir.”
“O zaman bunları kaydetmeliyiz plaklara.Ermeni bir aile var. Yeşilköy’de bir plak kayıt şirketleri var. Gesaryan ailesine ait orası. Şu elindeki müzikleri alıp gidelim bakalım. Ne yapabilirler görelim.”
Yol boyunca gelecekten sohbet açmaya çalışan Hilmi Bey’in aksine Berk denen delikanlı sessiz kalmıştı. Gelecekten çok fazla bilgi vermek istemiyordu. Hilmi çocuğun bu dirayetine hayran kalmıştı.
Sahibinin Sesi adlı firmaya geldiklerinde Hilmi, Berk’i konuşmaması konusunda uyararak içeriye girdi.
Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi’nden geldiğini söyleyen Hilmi Bey’e kapılar sonuna kadar açılmıştı. Bir plak kayıt gerektiği söylendiğinde ise durum beklendiği kadar hoş karşılanmamış oldukça yüklü bir fatura ile karşılaşmıştı. Elleri boş şekilde binadan çıktıklarında Berk umutsuz bakışlarla kendisine döndü.
“Tutar çok mu?”
“Epey çok.”
“O zaman bir şans yok.”
“Neşriyatımızı her gün banttan yapıyoruz ama... elimizde öyle büyük
kaynak yok.”
“Anlıyorum. Yine de sağ ol. İnandın, güvendin bana.”
Tek kelime dahi etmeden Sirkeci’deki minik stüdyolarına döndüklerinde akşam olmuştu. Hilmi Bey stüdyoda çok fazla kalmayarak Berk’e geçici bir süre yatabileceği bir oda tahsis edip kendi odasına çekildiğinde uyuyamayacağını anlamıştı. Odanın içerisinde bir süre dönüp durduktan sonra aklına gelen plan ile yatağından fırlayıp gencin odasına girdi.
“Bir planım var!”
“Ciddi misin?”
“Evet. Ama o telefonu bana vereceksin.”
“Ne yapacaksın?”
“Sana istediğin müziği çalıp sonra imha edeceğim hiç meraklanma. Kimse görmeyecek bile.”
Gece boyunca telefonun nasıl çalıştığı konusunda eğitim alan Hilmi sonunda müzik çalmayı ve bunu o minicik cihazın neresine saklandığı belli olmayan hoparlörlere vermeyi başarmıştı. İlk defa banttan değil de mikrofondan bir yayın yapacakları için heyecanlıydı.
Sabahın ilk saatlerinde tekrar Sirkeci’ye geçen iki kafadar yayın için tüm hazırlıkları tamamladıklarken Hasan odaya nefes nefese girmişti.
“Beyim. İki Zabıt yanlarında amirleriyle geldiler.”
“Polis de artık şunlara Hasan. Ne istiyorlarmış?”
“Bir ajan ihbarı almışlar. Seninle görüşmek istiyorlar.”
Hilmi heyecanla Berk’e döndü.
“Kim ihbar etti bilmiyorum ama çık buradan. Hasan ile aşağıda buluşursunuz. Sen köşeden çıkıp çatıdan aşağı inmenin bir yolunu bul, Hasan seni arabaya götürür. Saat 10.00 da o araba mı ne zıkkımsa onun içinde ol. Frekansı iyice ayarla.”
“Tamamdır. Çok teşekkürler Hilmi Bey.”
“Daha bir şey yapmadım. Haydi git.”
Polisleri ikna etmek güç olmuştu. Ama içeride bir şey bulamayınca geldikleri
gibi hızla gitmişlerdi. Saat tam 10.00 da Hilmi Bey mikrofonu açarak anonsunu yaptı.
“Alo alo, muhterem samiin... Burası İstanbul Telsiz Telefonu... 1200 metre tul-u mevç, 250 kilosaykıl... Bugünkü neşriyatımıza başlıyoruz.”
Mikrofonu açık bırakıp telefonu Berk’in gösterdiği şekilde açıp Katre yazan grubun ilk şarkısına parmağı ile bastı. Ses çok kısık geliyordu ve bunu öğretmemişti. Mikrofona iyice yaklaştırdığı cihaz uğuldamaktan başka bir şey yapmıyordu. Panikleyerek ekrana kasaya vurmaya başlasa da ses yükselmiyordu. Avuçlarının arasında sımsıkı bastırdığı cihazın bir anda sesi yükselmeye başladı. Avucunun içerisinde kalan telefonun kenarında bir çıkıntı vardı ve basılı kalmıştı. Ses bu sayede yükselmişti. Büyük bir kahkaha atarak mikrofonu iyice telefona yaklaştırdı...
Hasan bir saat sonra dönmüştü. Şaşkın, korkmuş görünüyordu.
Ama mutluydu.
“Ne oldu Hasan?”
“Gitti Beyim. Bir anda buhar oldu gitti sanki.”
“İşe yaradı mı?”
“Sen ne diyorsun beyim? Adam yok oldu diyorum.”
“O halde yaramıştır.”
“İnşallah Beyim... İnşallah... Sanki...”
“Sanki Ne?”
“Arabanın içinde bir çırpındı sanki... son gördüğüm oydu...”
“E dedikleri doğruysa kolay değildir. O zaman elimizdekini de kıralım da bitsin bu çile.”
Telefonu hızla yere vurup paramparça etti. Kalan paraları da sobanın içerisine atıp yaktı. Gelecekten gelen yolcu güvenle gitmişti.
———————————-
“Allah kahretsin! Allah kahretsin!”
Berk sinirle direksiyona vurmaktan başka bir şey yapamıyordu. Hiç düşünememişti. Dijital bir radyonun bant ayarı için açık olması gerekiyordu ve bir hata olmuştu. AM frekansında ararken bir Rus Propoganda radyosuna denk gelmiş daha değiştiremeden gözleri kararmıştı. Çaykovski’nin Kuğu gölüydü çalan melodi...
Dönüşü mümkün olmayan bir zaman diliminde, 1875 veya 1876 yılında olmalıydı. Bitmişti... son model arabası ile birlikte İstanbul’da hapsolmuştu. Çaresiz bir şekilde elinde kalan her şeyi denedi ama değişen bir şey yoktu. Şimdi fark etmişti ki multimedya sisteminin üzerindeki video tuşu kırmızı ışığıya yanıp sönüyordu.
Heyecanla düğmeye bastığında karşısında başına tüm bunları açan
amcası çıktı.
“Berk. Evladım. Henüz prototip olarak geliştirdiğim bir cihaz sana gönderiyorum. Ne yaparsan yap sakın radyoyu kullanma. Bu elindeki şey yüzünden beni öldürmeye çalışan bir sürü adam var. Eğer kullacak kadar salak olursan ve geçmişte hapsolduğunu düşünürsen aklına gelsin. Telefonunda mesajlaşmamızı bularak ilk mesajı bul ve onu gir. Zaten sana bugün de o mesajı tekrar göndereceğim. Sakın ama sakın mesajları unutma. Her şey sana emanet. Birkaç hafta içerisinde senden almaya geleceğim. Hoşça kal...”
Arabanın içerisinde sinirle direksiyonu yumruklamaya devam etti. Kendisini hapsetmiş ve tek kurtuluşunu da geride bırakmıştı.
April 12, 2024
MEKANİK KLAVYELERDE SWITCH SEÇİMİ VE YAĞLAMA

Her ne kadar oyuncular için tasarlanmış olarak düşülse bile mekanik klavyeler, yazma deneyimini büyük ölçüde iyileştiren hatta zevk haline getiren özelleştirilebilir araçlardır. Yazma deneyimini değiştiren ve bir zevk haline getiren iyileştirmelerin en önemlilerinden biri klavye anahtarı (switch) seçimi ve klavye anahtarlarının (switchlerin) yağlanmasıdır. Yağlama, anahtarların daha sessiz ve daha pürüzsüz çalışmasını sağlar, ayrıca ömrünü uzatır. Bu yazıda anahtarların nasıl seçileceğinden ve yağlama işleminin nasıl yapılacağına kadar her şeyi ana hatları ile ele almaya çalışacağım.

Mekanik klavye anahtarları, hissiyat ve ses seviyesine göre üç ana kategoriye ayrılır: lineer, taktik, ve clicky.
Lineer Anahtarlar: Pürüzsüz bir hareket sağlar ve basış sırasında herhangi bir takılma hissi vermez. Genellikle sessiz çalışırlar ve oyun oynamak için tercih edilirler.
Taktik Anahtarlar: Yazarken geri bildirim sağlamak için basışın ortasında hafif bir direnç (bump) hissi verirler. Bu, yazma sırasında ekstra konfor sağlar.
Clicky Anahtarlar: Taktik anahtarların özelliklerine ek olarak, tuşa basıldığında belirgin bir ses çıkarır. Yazı yazmayı sevenler için uygundur, ancak gürültülü olabilirler. Özellikle bazı clicky anahtarlar daktilo sesi gibi yüksek seslerle gece saatlerinde yazmayı gürültülü bir duruma getirebilir.
Doğru anahtar türünü seçmek, kişisel tercihe bağlıdır. Yazma konforu, ses seviyesi ve kullanım amacı gibi faktörler önemlidir. Deneme ve yanılma yoluyla sizin için en uygun anahtar türünü bulabilirsiniz. Bunun yanında Youtube üzerinde sayısız anahtar ve ses testi bulabilir bunlar arasından size en uygun anahtarı seçebilirsiniz. Ben şahsen uzun testler sonunda birkaç kendime uygun switch buldum. Bunlardan en beğendiğim Gateron Milky Yellow switchler oldu. Ayrıca özellikle Keychron klavyelerde en sık görülen Cherry Brown ve Cherry Red switchler de fena değildi. Glorious Holy Panda switchler yağlandığı zaman hiç fena durmuyor bilginize. Dediğim gibi tüm bu switchler için Youtube üzerinde çeşitli videolar bulabilirsiniz.
Anahtarların Yağlanmasının Önemi
İlk duyduğumda oldukça şaşırdığım ama işin içine girdikten sonra bayağı önemli olduğunu anladığım anahtarların yağlanması, klavyenin genel performansını ve yazma zevkini artıran en önemli unsurlardan bir tanesi. Yağlama işlemi şu noktalarda oldukça önemlidir:
Sessizlik: Anahtarların çalışma sesini azaltır.
Pürüzsüzlük: Tuş basışlarını daha pürüzsüz hale getirir.
Tutarlılık: Tüm anahtarların aynı hissi vermesini sağlar.
Ömrün Uzaması: Anahtarların aşınmasını azaltır ve ömrünü uzatır.
Yağlama SüreciAnahtarların yağlanması önemli olduğu kadar dikkat ve sabır gerektiren bir süreçtir. Adım adım nasıl ilerleyeceğinizi kısaca anlatayım:
Klavyenin Sökülmesi: Anahtarların yağlanabilmesi için klavyenin dikkatlice sökülmesi gerekir.
Anahtarların Çıkarılması: Hot-swap özelliğine sahip klavyelerde anahtarlar kolayca çıkarılabilir. Diğer durumlarda, anahtarları lehimden ayırmak gerekebilir. Bu nedenle seçtiğiniz klavyenin Hot-swap özellikli olmasına dikkat etmenizi öneririm.
Switchleri Bileşenlerine Ayırmak: Switchler genelde üst-alt kapak, iç aksam ve yay olmak üzere üç parçadan meydana gelir. Bu parçaları kolaylıkla ayırabileceğiniz küçük metal aparatlar bulunduğu gibi biraz daha zorlu bir yöntem olan manuel ayırma işlemini de yapabilirsiniz. Bu aşamaların hepsini anlatan çeşitli videolar mevcut ve ben şahsen o küçük aparatı almanızı öneririm. Ayrıca yağlamak için küçük istasyonlar da mevcut. Yağlama ne çok ne az olmalı bu sebeple kullanacağınız fırça da oldukça ince ve dağılmayan bir malzeme olmalı. Böyle setler dediğim gibi piyasada çeşit çeşit mevcut.
Yağlama Ürününün Seçimi: Anahtarları yağlamak için özel olarak üretilmiş yağlar kullanılmalıdır. Bu yağlar, farklı viskozitelerde ve türlerde olabilir. Ayrıca biraz pahalı bile olsa Superlube markasının Super Lube® Multi-Purpose Synthetic Lubricant with Syncolon® (PTFE) ürününü tavsiye edebilirim. Bunun yanında Glorious, Keychron gibi markaların klavye yağlayıcıları da piyasada bulunmakta.
Yağlamanın Uygulanması: Bir fırça kullanarak, anahtarların hareketli parçalarına ve stabilizatörlere ince bir yağ tabakası uygulanır.
Montaj: Yağlama işlemi tamamlandıktan sonra, anahtarlar tekrar klavyeye monte edilir.
İpuçları ve Püf NoktalarıDoğru Araçlar: Yağlama işlemi için uygun araçları kullanmak önemlidir.
Miktar: Çok fazla yağ, toz ve kirin anahtarların içine girmesine neden olabilir. Az ve özenli kullanım idealdir.
Sabır: Yağlama işlemi zaman alıcı olabilir fakat inanın sonuçlar bu emeğe ve sabra değecektir.
Bu gibi yazıları elimden geldiğince ekleyeceğim çünkü ülkemizde maalesef bu konuyla ilgili detaylı bir rehber bulmak oldukça zor. Zaten parçalar da yurt dışından gümrük vergisi ödeyerek geliyor. Tüm bunlar göze alındığında bunun pahalı ve emek isteyen bir uğraş olduğunu lütfen unutmayın.
Aşağıda bu konuda oldukça güzel hazırlanmış bir video da bulabilirsiniz.
April 10, 2024
HASTA

Bir kalp atışıdır yaşam ile ölüm arasındaki mesafe. Ne bir nefes ne de bir düşünce kırıntısı kalır geriye.
Bundan dolayıdır ki yaşayan her tür korkar ölümden. Ama şunu asla bilmez: En zararsız canlı bile kendi basamağın bir altı için ölüm getirendir. Bir zaman gelir, hiç düşünülmeyen bir tür, önemsenmeyen, basamağın en dibinde yer alan ufacık bir kırıntı isyan eder bu düzene.
İşte o zaman kelimenin tam anlamıyla koca bir kıyamet kopar.
Çünkü farklıdır…
Basamak yükseldikçe canlı türler ölümü beslenme hatta bir zevk unsuru olarak görebilir, birbirini dahi bu zevkler uğruna yok edebilir.
Ama o en alttaki tür böyle değildir. O ölümü toplu getirir.
Bir kere öldürmeye başladıysa durdurmak olanaksız hale gelebilir.
O küçücük şey gün gelir yaşadığı topraklardaki güç dengesini altüst edebilir, en güçlü canlıyı bir anda basamağın en altına çekebilir.
İşte benim hikayem de tam olarak böyle bir dönemde başladı aslında. Yok hayır, bir kalp atışı kadar kısa sürede başladı ve bitti.
Hikayelerin bitmesi için anlatıcının ölmesine gerek olmadığını öğretti ve noktayı koydu. Aslında cümlem bitmemişti. Anlatacak çok şey vardı ama son noktayı çoktan koymuştu sayfanın ortasına.
Bir yazara verilen kelime sınırı veya bir öğrenciye verilmiş kısa bir teneffüs gibiydi yaşamım.
“Al bakalım Sedef Hanım, sayfa burada. Anlatacak koskoca otuz dokuz yılın var. Başla haydi. Ama dikkat et de kelimeler tükenmesin.” demiş gibiydi.
Zamanın tik takları peşimden gelirken kelimeler tükenmedi ama boğazımda düğüm oldu çoğu zaman. Yumruk gibi soluk boruma tıkandı, gözyaşları arasında boğulup gitti.
Bir zaman geldi Nuh’un tufanı gibi durmadan akarken gözyaşlarım, içime içime konuştum başka bir zamanda ise boş duvarlara haykırıp durdum.
“Süre doldu Sedef Hanım, anlat bakalım.” dediğinde sustum kaldım.
Aslında anlatacak o kadar şey var ki. Sadece nereden başlayacağımı bilemiyorum.
Annelerin ölmemesi gerektiğini öğrenecek yaştaydım annemi kaybettiğimde. Babaların o kadar da güçlü olmadığını ise bilemeyecek kadar saftım.
Aslında çocukların ölümünün kendi ölümünden beter olduğunu öğrenmiştim yedi yaşındaki kızım ellerimin arasından kayıp giderken ama bu acıyı dindirmek için ölemeyecek kadar da korkaktım.
Hayatta çok şey oldum. Korkak, cesur, dürüst, yalancı, fedakâr veya çıkarcı… Düşünebileceğiniz her şey oldum.
Ama asla yalnız olmadım.
Yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu öğrenmemem gereken bir yaşta ise yapayalnız bırakıldım.
Yoo hayır, düşündüğünüz gibi değil. Dünya’da yapayalnızdım.
İlk salgın ben altı yaşındayken başladı. Cesur doktorlarımız altı yüz milyon insan yok olana kadar tedaviyi bulmak için büyük çaba sarf edip sonunda ilk aşıyı geliştirmişlerdi ama annem için çok geçti. Evimiz bir yıl boyunca babamın hıçkırıklarıyla doldu. Babam bir şekilde idare edebiliyordu ama ben?
Ben sadece annemin yüzünü unutmayacağıma söz vermiştim kendime. Onu çiziyor, onun fotoğraflarıyla uyuyordum.
Kokusunu unutmamak için hırkasına sarılıp uyuyor dışarıdaki annelere göz ucuyla dahi bakamıyordum.
Dedim ya annelerin ölmemesi gerekiyordu bana göre.
Ertesi sene küçük katil kendisine karşı kullanılan ilaca dayanıklı halde yeniden geldi.
O dönemler konuşmaya başladılar yayın yapan kuruluşlar. Dünya’daki süper gücün, ululardan ulu ülkenin bir biyolojik silah yaptığını ama kontrolü kaybettiğini…
Oysa bunu hiçbir zaman ispat edemeyeceklerdi.
Biz güvenli evlerimizden çıkmazsak bu hastalığa yakalanmayacaktık. Bizler kurtulacaktık.
Kurtulduk da.
Babam ile on yıl daha kurtulduk her sene ortaya çıkan o seri katilden.
On yedi yaşıma geldiğimde kahramanım, babam okuldan döndüğümde kapıyı açmadı. Ne kadar yalvardıysam nafileydi.
“Hemen maskeni tak ve halanlara git“ dedi.
Büyük halam beni kapıda karşıladığında ağlıyordu. Eşi ve çocuğu öldükten sonra o kutu kadar eve ortanca halam ile birlikte yerleşmişti.
Babamın onlara haber verdiğini ve orada kalmam gerektiğini söylemeden çok önce biliyordum aslında olanları.
Kendime itiraf edemiyordum yalnızca. Çünkü babam da ölemezdi!
Biz onunla beraber kaç salgın dalgasını atlatmıştık, bu seferki mi öldürecekti bizi? Yine her zamanki gibi milyonlar gidecek ama ilacı bulunacaktı. Olmadı…
Babam ilaç bulunmadan bir ay önce diğer yüz küsür milyon insan gibi gitmişti.
“Her yıl daha az kişi ölüyor, kökünü kurutacağız şu lanetin.” dediğinde bir şey söyleyemedim halama.
Şimdi olsa, aslında az kişinin ölmediğini; katilin öldürecek insan bulamadığını belki de açıklardım.
Hakkını vermem lazım, her salgını olgunlukla karşıladık. Dünyada öncelik ilk defa insanlar ve canlılar olmuştu. Ortak bir düşman olduğu için artık ülke diye bir kavram kalmamış, savaşlar ve çıkar çatışmaları sona ermişti.
Evlendiğim yıl büyük halamı yitirdim. Bir yıl önce ölen diğer halamın yanına gideceğini, babam ve annemin de orada olduğunu ve benden selam söyleyeceğini, koskoca bir kadın olduğumu hatta evlendiğimi mutlulukla anlatacağını söyledi elleri bağlı, yatağında ölümünü beklerken ya da aklı hala başındayken…
Umuyorum tüm bunları anlatabilmiştir. Çoğu insanın aksine, hâlâ ölümden sonra bir şekilde buluşabileceğimizi düşünmek güç veriyor bana.
Bizimkisi öyle büyük bir aşk hikayesi değildi. Şirket yemeklerinin birinde tanışmış ve hoşlanmıştık birbirimizden. Şimdi düşünüyorum da ne o beni çok sevdi ne de ben ona aşıktım. Ama iyi anlaştık, evliliğimizin gücü kızımızdı. O minicik elleriyle sıkıca birleştirmişti bizi. Birimiz yere düşsek ufacık bir gülüşü ile bizi kaldırmayı bildi.
“Korkuyorum anneciğim…”
Ölmeden önceki son sözleri oldu bu. Hiçbir şey söyleyemedim. Söylemeye çalışsam da hiç bir şey çıkmadı iki dudağımın arasından.
Eşimin aksine saldırgan değildi. Son aşamadaki hiçbir belirtiyi göstermemişti. Yatağa bağlamamıştım bile.
Kendimi dışarıya attığımda fark ettim ki artık kimse kalmamıştı etrafta. Sokaklar bomboştu. Ne kadar aradıysam nafile. Ne bir insan, ne bir kuş…
Ne olduğu belirsiz salgın sonunda ilaçlardan başka bir açıklama yapmayan cesur insanları bile beraberinde götürmüş, bir lanet gibi beni yapayalnız bırakmıştı.
İşte anlatabileceğim hikâyem bu. Yüz metre kadar ilerimde duran kocaman duvarların arasında olur ki bir yaşayan bulabilirsem bunları anlatacağım ve kendi ölümümü bekleyeceğim.
Kızımı bile gömemediğimi söyleyeceğim belki de. Yargılayan gözler olacak beni mutlaka… Onu eşim ile beraber çürümeye bıraktığım için dışlayacaklar belki de.
Ne olursa olsun altı aylık yalnızlıktan sonra iyi gelecek bana. Konuşmaya o kadar muhtacım ki…
Duvarların dibine geldiğimde ne kadar büyük olduklarını daha iyi anladım. Burada birileri yoksa eğer umudum kalmayacak kadar güvenli bir sığınak yapmışlar.
Ne kadar yürüdüm veya neredeyim bilmiyorum ama tam karşımda belki de insanlığın son mirası duruyor orası kesin.
“Bir adım daha atma.”
Ses çok yakınımda ama göremiyorum.
“Neredesin? Lütfen yüzünü göster.”
“Sakın bir adım daha atma.”
“Atmam söz… ama lütfen bana kendini göster. Lütfen benimle konuş.”
“Orada kal. Adın ne?”
“Adım Sedef. Altı aydır insan yüzü görmedim. Ailemi… kaybettim. Lütfen beni içeriye alın. Sanıyorum… sanırım benim bağışıklığım var. Sizlere yardım ederim. Söz veriyorum! Sonra dilerseniz beni öldürün ama işe yaramak istiyorum. Ne olur!”
“Sedef demek. Bağışıklığın da var ha?”
Dalga geçer gibiydi ama önemli değildi. Sonuçta bir insan dahi olsa bulmuştum.
“Evet. Çevremdeki herkese bulaştı… kızım… ellerimin arasında öldü ama…”
Başka bir insanın fısıltılarını duydum. Ellerimden bahsediyordu.
“Sedef, ellerini havaya kaldırıp bize gösterir misin?”
“Ha? Ellerimi mi? Neden? Hem neredesiniz? Nereye göstereceğim?”
“Sen sadece havaya kaldır, biz görürüz.”
Ellerimi havaya kaldırdığımda bir iç çekiş duydum. Sonra fısıltılar.
“Vay anasını… Farkında değil… Demek ki doğruymuş.”
“Neyin farkında değil? Ne oluyor?”
“Sedef orada dur. Hareket etme.”
Yine bir fısıltı.
“Sakin görünüyor… Sence ne kadar süre var?”
“Yo hayır, ben hep sakinim zaten. Hiç hastalanmadım.”
“Sedef… çok üzgünüm.”
“Neye üzgünsün? Ne oluyor?”
“Çok çok üzgünüm ama sen…”
“Ben?”
Bir fısıltı daha…
“Boş ver söyleme, bitir işini.”
Şimdi anlıyordum. Çok yanlış bir yerdeydim.
“Sizdiniz demek?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Herkesi hasta eden, yeni bir medeniyet kurmak isteyenler, süper güç… sizsiniz demek.”
Kahkahası mutluluktan çok uzaktı.
“Üzgünüm hanımefendi ama sen çok yanlış anladın.”
Silahın sesi ile omzumdaki tarifi imkânsız acı tüm teorimi doğrulasa da mutluydum… Ailem beni bekliyordu. Aslında ölümden değil, kendimi öldürmekten korkuyordum.
“Yine mi Selim! Yine mi vuramadın! Ver o silahı bana!”
“Öldürün beni, ailem beni bekliyor.”
“Ne kadar da romantik bir katil değil mi?”
“Katil mi?”
“Sevgili dostum, biz süper güç değiliz. Burası sağlıklı insanlar için bir sığınma kampı ve buradaki masum insanları senin gibilerden koruyoruz.”
“Benim gibi?”
“Evinden çıkarken görmüş ekipler seni, yalnızca bir kilometre uzakta.”
“Hayır ben altı aydır…”
“Sus da beni dinle… en azından bunu hak ediyorsun. Aileni öldürdün. Sadece bir saat önce, sonra deli gibi etrafta dolaştın. Sen hastasın.”
“Hayır, değilim. Kızım…”
Kelimeler bitmişti oysa. Sadece yer değiştirerek yeni bir hikaye yazmıştım son bir saatte. O an eşimin parçaladığım kafatası, kızımın ellerim arasındaki narin boynu ve “korkuyorum anneciğim” diye yakarışları gözümün önüne geldi. Sonra hastalık…
Hasta sanrılar görmeye başlar ve taşıyıcı konumuna geçer… saldırgan tutumu ilk bir saat sonrasında geçici bir sakinliğe dönüşür… Sonra tekrar…
Hikayemin ne kadarı doğruydu?
“Durun, hayır! Ben….”
İkinci atış sadece kafamdaki anlık bir yakıcı acıydı…
Not: Bu öykü pandemiden 6 ay önce 2019 yılının öykü seçkisi için yazılmıştır.
April 9, 2024
HASATÇILAR

Genç teğmen gülmemek için kendini zor tutuyordu. Elindeki gazete yığınını masanın üzerine attığında, yaşlı adam şaşkın bir şekilde geri çekildi.
— Hamza emmi, gel şu gazetelere beraber bakalım? Rezil olduk yeminle…
Yaşlı adam titrek elleriyle gazeteleri masanın üzerinden teker teker alıp “Yarabbim” diyerek göz atıyordu.
— Yarabbim tabi, Hamza emmi. Bak neler yazmış imansızlar.
Adam her gazete değiştirişinde, homurtusu daha da artıyordu. Komutan adamın bu haline içten içe acıyor ama durumun komikliği daha baskın geliyordu.
Gazetelerin ilk sayfaları sanki tek bir kalemden çıkmış gibi aynı manşetle süslenmişti:
“UZAYLILAR KÖYLÜMÜZE EL ATTI!”
Haberin detayları “el atmak” deyimini detaylı bir şekilde açıklıyordu. İki gün önce Kurdeşen Köyünde meydana gelen “garip” olay, tüm ülkede büyük merak uyandırmıştı. Sonuçta işin içinde hem “uzaylılar” hem de “cinsellik” vardı ki, basın bu karşı konulmaz malzemeyi bütünüyle sömürmeyi kafaya koymuş gibiydi.
— Ah be komutan evladım… Ah, hep o imansız muhtarın suçu bunlar… Kendini rezil ettin bre mendebur, bizi niye ateşe atıyorsun deel mi?
İki gündür Kurdeşen Köyü basının konağı ve ülkenin odak noktası olmuş, meşhur tarla ise uzaylı meraklıları ve bilim insanları ile dolmuştu. Komutan evinin yolunu unutmuştu doğal olarak.
Karakolun dışına çıkmak gibi bir hataya ise bir daha düşmeyeceğine yemin etmişti. Gazetecilerin durmadan patlayan flaşları ilk başta çekici gelmişti orası doğru, ama sonrasında gelen bitmek tükenmek bilmeyen sorular artık iyiden iyiye can sıkmaya başlamıştı. Daha bu sabah başbakan özel olarak kendisini arayarak bu rezaleti bir an önce çözmesini “rica” etmişti.
— Valla orası benim suçum değil Hamza emmi. Sizin anlattığınız hikayeleri yazmış adamlar.
Bir gazeteyi açıp yaşlı adama baktı.
— Hele şuna bak… Ne yazmış gazete… Ünlü psikiyatr Emrah Kuzu, konu hakkındaki açıklamasında bu tür vakalarda kişinin savunma mekanizması olarak hayali senaryolara sığınabileceğini, kişilere yaklaşımda dikkatli olunması gerektiğini belirtti…
— Edepsiz, basiretsiz herif bunlar komutan… O muhtar şerefsizi yüzünden bizi yalancı sanıyorlar mendeburun tohumları!
Komutan artık Hamza’nın istediği kıvama geldiğine kanaat getirdi.
— Sen bir de anlat hele emmi? Muhtar bir başka anlatıyor, Seyit Çavuş bir başka… Sana soruyorum, sen de anlatmam diye tutturmuşsun bir kere… Allah’ını seviyorsan, biraz acıman varsa gel doğruyu anlat burada da bitirelim şu kepazeliği.
Hamza bir gazetelere, bir komutana bakıp duruyordu. Anlatacaklarını kafasında kuruyor gibiydi. Komutan da hazır bu kıvama getirmişken, vazgeçmesini istemiyordu.
— Bak emmi… Anlatacakların yeminle burada kalacak. Eğer utandığın bir şey varsa, inan ben raporu farklı ileteceğim yukarıdakilere. Ama herkes bir açıklama istiyor…
Adamın gazetelerin üzerine yasladığı durmadan titreyen ellerinden çıkan sesler sinir bozucu, ritmik bir hışırtı ile yankılanırken genzini temizledi.
— Hakkat? Şu mendeburlara da farklı anlatır mısın komutan?
— Vallahi anlatırım. Sen yeter ki konuş… Çay içer misin?
Adam utangaç bir baş sallamayla cevapladığında, komutan da telefon ile çay ve kül tablası isteyerek konuşmaya devam etti.
— Seni dinliyorum Hamza emmi…
Yaşlı adam masanın üzerindeki gazetelerden birini eline alıp uzun süre baktı, komutan ne kadar bir an önce konuşmasını istese de, adamın ruh halini anlayabiliyordu. Bir iki cıklama ile söze başladı:
— Bunlar var ya, şerefsiz komutan. Hepsini topla, bir sen etmez.
Komutan şaşkın bir şekilde Hamza’nın suratına baktı.
— Şerefsizlikte mi ben etmezler Hamza emmi? Övdün mü sövdün mü allasen?
Adam birden iki elini havaya kaldırdı.
— Yahu adamlıkta demek istedim. Devletin adamına öyle laf eder miyim?
Komutan sesli bir kahkaha ile sandalyeye yayıldı.
— Anladım, anladım da seni yoklamak istedim emmi. Hele anlat bakalım neler oldu o gece?
Hamza tam konuşmaya hazırlandığı sırada, odanın kapısını çalan er içeriye tepsi içerisinde iki çay ve bir kül tabağı getirdi. Çayları masanın üzerine koyan genç, yüzündeki sırıtmaya engel olarak komutanına selam verip odadan çıktı.
— Bu veletler o muhtar şerefsizini dinlediler değil mi komutan? Bunun öyle hin hin gülüşü ondan?
— Boş ver sen bunları. Ben onun cezasını veririm sonra. Sen anlat hele Allah’ını seviyorsan.
Adam çayından höpürdeterek bir yudum alıp konuşmaya başladı:
— Beni sen de tanırsın komutan. Kurdeşen’in en eskilerindenim. O zındık muhtar da seçildiyse benim sayemdedir. İki gün evvel beni gündüzleyin evden çağırttırdı. Ayağıma gelmeye bile tenezzül etmemiş itin dölü. Kızdım tabii, gitmedim onun makamına. Bir vakit geçmedi bu sefer kendisi geldi kapıma. Benden yardım istiyormuş. Bizim köyün altındaki o tarlada adı batasıca Seyit’in tarlasını cinler basmış güya. Gece vakti hayvanlar huzursuzlanıyormuş. Koyunların makatları kanıyormuş, dedi. Ulan dedim içimden, tarlalarda müsfer * denen illet bulunur ama o da kimsenin makatına göz dikmez, vardır bunda bir iş…
Hamza Emmi çayından bir yudum daha alırken, komutan da bu fırsattan istifade cebindeki paketten bir sigara yakıp, derin bir nefes çekti. Hamza elindeki sigaraya göz ucuyla baktığında, yaptığı hareketten utanan komutan, bir tane de ona uzattı. Yaşlı adam titreyen elleri ile zar zor sigarayı yakıp derin bir nefes çekti.
— Yıllardır içmiyordum bu illeti komutan. Allah razı olsun.
— Ah be, Hamza emmi. Diyeydin uzatmazdım sana.
— Ya bırak Allah’ını seversen. O kadar şey yaşamışız, bu mu öldürecek bizi?
— Sen de haklısın emmi ne diyeyim şimdi. Eee, cin olduğunu nasıl anlamışlar ki tarlada?
— İşte ben de onu merak ettiğimden geldi başıma ne geldiyse. Hani derler bilirsin sen de, ya meraktan ya …
Komutan gürültülü bir kahkaha attı, elindeki çayı neredeyse dökecekti. Hamza da sonraki söyleyeceğinin durumuna pek yakışık almadığını farketmiş olacak ki başını eğdi.
— Neyse emmi devam et sen, boş ver.
— Müsfer olmaz dedim. Tarlalarda dolaşır ama kötü niyetli değildir. Başka bir şeydir bu dedim. Belkim bir velettir. Bilirsin köy yerinde bazen hayvanlara da dadanır o veletler.
— Bilmem mi…
— Neyse işte… Muhtar Seyit’i de alıp akşam üstü kahvenin orada buluşalım senle emmi dedi. Benim karı da akşamları gebe bir kızımız var ona gidiyor hazır, dedim ki tamam. Demeyeydim keşke. Yatsıdan sonra kahvede olacağıma söz verdim gavurun tohumuna. Benim karıya da anlattım olanları. Aman Hamza, dedi. Bu üç harflilerin şakası olmaz. Boy abdestini al -sanki çok iş görüyormuşuz gibi- Kur’an-ı Kerim’ini eksik etme yanından… Neyse işte yatsıyı kıldım, duamı ettim, karının dediği gibi boy abdestimi aldım, gittim bu iki uğursuz ile buluşmaya… Baktım benden önce orada bekliyor ikisi de. Fısır fısır konuşuyorlar. La oğlum dedim ne bu hal? Ne diye içerde beklemiyonuz? Hamza emmi dediler kimse duymasın istiyoz. Düşündüm, haklılar… Köy zaten küçük, bir de cin illeti çıkarsa millet kafayı sıyırır. Dedim, ne zaman gidecez? Dediler gece yarısından sonra çıkıyor ortaya. E dedim ne yapacaz o saate kadar? Dediler ki tarla da semaveri kurarız çay içeriz. Haydi öyle olsun dedim doğruca atladık Seyit mendeburunun traktörünün römorkuna. La komutan, o tarlaya gidene kadar içim dışıma çıktı yemin billah. Herif öyle korkmuş ki, elleri direksiyon tutmuyor. Ben römorkta sağa sola yuvarlanıyom, muhtar dikine gidip geliyor. O şekil gittik tarlaya. Kurduk semaveri, Seyit şerefsizinin karısı Muteber pişi yapmış, çayımıza katık ettik, içtik sohbet ettik.
Adam bir an durakladı. Ellerindeki titreme artmıştı. Komutan adamı sakinleştirmek için konuşmaya başladı:
— Hamza emmi, bak söz verdim. Ne anlattıysan bu odada… Yak bir cigara daha.
Adam kendisine uzatılan sigarayı reddedip, bir süre daha yere baktı.
— Emmi bak bu çok önemli. Bu olayı bugün çözmek lazım. Yoksa gazeteler de durmaz, gelen giden de size şu az önceki velet gibi bakar durur.
Adam biraz daha yere bakıp başını kaldırdı.
— Çayımızı içtik sohbetimizi ettik. Gece vakti geldi çattı. Baktık ne ses var ne de cin. E dedim, hani nerde? Valla gelmesi lazımdı emmi, dedi Seyit. Dedim bizi kalabalık gördü korktu herhal. İnşallah, dedi muhtar. Biraz daha bekledik, baktık gelen giden yok, dedim bizi kahvenin oraya geri bırak Seyit’e. Seyit, ne yapacaz dedi. Yarın gelir tekrar nöbet tutarız dedim. Rahatladı mendebur. Söndürdük semaveri, topladık çıkını tam tarladan çıkacaz, bir ışık vurdu tepeden. Yaradana sığındım. Baktım muhtar götünden soluyor. Pis de kokuyor mendeburun soluğu. Seyit desen yere çökmüş salavat getiriyor. Işık o kadar böyük ki, sanırsın gün doğmuş. Açtım Kuran-ı Kerim’i buldum Enam Suresi’ni başladım okumaya.
— Hamza emmi… Köylülerden hiç biri ışığı görmedik diyor?
— Tarla köyden uzak komutan. Sen de biliyon.
— Ama bahsettiğin kadar büyükse, buradan bile görünmesi gerekmez miydi emmi?
Adam kızgınlık ile elindeki boş bardağı sert bir şekilde tabağa koyup komutana baktı.
— Yahu gelmişim seksen yaşıma, ne diye yalan söyleyeyim sana komutan allasen!
— Yalan söyledin demedim emmi. Belki yanlış gördün?
— Hadi ben yanlış gördüm. O iki mendebur da mı yanlış gördü?
— Seyit’in evi tarlaya yakın değil mi?
— Hee, yakın.
— Karısı da görmemiş emmi ışığı. Siz üçünüz belki hayal gördünüz?
Adam daha da sinirlenip masadan kalktı.
— Bana yalancı diyeceksen anlatmam komutan. Seksen yıldır yaşamışım, alnıma yalancı lekesi vurdurtmam!
— Dur hele emmi. Kızma hemen. Dur hele, anlat sen sonuna kadar. Söz bak, tek kelime etmeyeceğim bir daha.
Hamza bir müddet kararsız ayakta beklese de, tekrar oturdu:
— Bak sen devletin adamısın. Söz verdin!
— Söz… Dinliyorum sadece..
— Nerede kaldım… Hah… Ben okuyorum duamı ama baktık ışık gitmiyor tepemizden. O topal Seyit var ya o şerefsiz… La oğlum bir koşmaya başladı, ceylanlar gibim. Muhtar bir bana baktı, bir Seyit’e… O da başladı koşmaya… Ben hala duamı okuyom ama baktım olacak gibi değil, ben de peşleri sıra koşuyom. Koşuyom dememe bakma, hızlıca yürüyom. Ula bir baktım, ışık da biz nereye gidersek oraya gidiyor. Seyit traktöre koştu ama motoru çalışmıyor bile. Sığındık yaradana… Hepimiz dedik, ölecez belli. Kelime-i Şahadet getirmeye başladık… Sonra… Işıktan üç tane kol uzandı…
— Kol mu? Nasıl bir kol?
Adam kolunu komutana doğru uzatıp salladı.
— Ahan da böyle üç tane kol. Tuttu üçümüzü de başladı çekmeye. Komutan, o Seyit ile muhtardan nasıl karı gibim viyaklamalar çıkıyor bir görsen. Benim de affedersin baktım donum ıslandı. Prostat da var. O kadar çay içmişiz.
Komutan istemeden de olsa kahkaha attığında, Hamza bozulur gibi oldu.
— Affet emmi… Devam et lütfen.
— Sen gül, gül… Sen de öyle olsan altına değil kaçırmak, sıçardın ama neyse komutan.
— Ya emmi kızma hemen. Özür diledim daha ne yapayım?
— Neyse… Çekti üçümüzü de bembeyaz bir odaya… Işıklar dönüyor başımızın yanında, tepemizde… Seyit desen, korkudan dua bile edemiyor, muhtar desen, dilini yutmuş götünden konuşuyor hala… Oda desen sidik, bok her bi şey kokuyor… Ben diyim bir saat, sen de iki… Bekledik o şekil içerde…
— Oda nasıl bir yerdi emmi? Ne hatırlıyorsun?
— Valla komutan, böyle bembeyaz yastıklarla sarmışlar etrafını. Birkaç tane televizyon gibi şey var, bir de ben diyim gri, sen de kurşun, o renkte lambalar var…
— Gri ışık mı olur ki?
— Valla olur… Gördüm.
— Ee?
— Kapı açıldı, içeriye bir karı girdi…
— Kadın mı?
— Hee, afet bir karı hemi de. Aha kocaman memeli, bir de kendini bir renge boyamış, eflatun desem değil, mor desem hiç değil. Derisi de balık derisi gibi.
— O nasıl afet gibi oluyor öyle Hamza emmi? Boyanmış, balık pullu bir şey?
— La oğlum, burada anlattığım gibi değil işte. Başladı laka luka luk, caka cuka cuk bir şeyler anlatmaya. Ben muhtara bakıyom, muhtar Seyit’e bakıyor… La dedim, muhtar sen ecnebice biliyon bu ne diyor? O da Seyit’e diyor, Seyit emmi sen fransızca okumadın mı askerde diye… Baktık heç birimiz anlamıyoz kalktım ayağa, dedim kızım anlamıyoz senin dilini… Demeye kalmadı o gavurun dölü neresinden çıkardıysa bir çubukla vurdu böğrüme. Komutan, yıllar evvel cami inşaatında çalıştım. Bir cereyana tutulmuştum, bu var ya, ondan beter. Yakıyor, altına ettiriyor seni, Sen acıyı hissediyon ama, vücudun sanki senin değil. Ossurtuyor adamı yemin billah. Sadece ossurtsa iyi.
Komutan kahkahasını zor tutarak sigarasını yaktı.
— O derece diyorsun?
— Derece merece bilmem ben komutan. Acıtıyor anlayacağın…
— İz miz yoktu vücudunda?
— Vallahi ben de bilmiyom, o kadar acıttı ama iz miz yok hakkat…
— Eee?
— Eesi, ben yığıldım yere, kendi bokumda çırpındım durdum, yerden bakıyom Muhtar ilen Seyit’e, ikisi de gıkını çıkartmıyor… Karı yine lak luk cak cuk konuştu, bağırdı bir yere. Karılar birdi, beş oldu.
— Beş kadın mı?
— He… Hepisi de aynı gavur döllerinin. Aynı şekil bir şeyler dediler, tuttular kollarımızdan bizi çıkarttılar odadan. Ben diyim üç yüz adım, sen de beş yüz, öyle uzun bir koridordan sürüklediler… Karı dedim ama, nasıl da güçlüler… Yaradan bunlara bir güç vermiş sorma… Hiç birimiz de gıkını çıkartamıyor sopa korkusundan. Koridorun sonunda bizi başka bir odaya getirdiler, baktık içinde böyle hastanedeki gibi tablalar var yatırdıklarından. Rabbim, dedim içimden beni nereye getirdin. Üçümüzü de anadan üryan soydular. Üzerimizdekileri ellerindeki minik elektrikli testereylen kestiler ki, tekrar giyinemeyek herhal… Komutan… Dedim bu karıların amacı farklı… Başladım yalvarmaya… Benim karı kıskançtır dedim, bende prostat var dedim dinlemiyorlar. O muhtar şerefsizine baktım gözünün içi gülüyor. Seyit desen korku morku kalmadı it oğlu itte. Muhtarın seneler evvel kirvesi bendim. Bülüğüne bakmadan karılara göz koydu bile şerefsiz. Ben hala yalvarıyom ama.
Komutan genzini temizleyip söze girdi:
— Onlar da senin gözünün içinin güldüğünü söylediler ama emmi…
— Yalan… Benden iş geçti komutan! Bu yaştan sonra tövbe estağfurullah! Günahta gözümüz mü kaldı?
— Yok emmi. Ben de inanmadım ama bil dedim…
— Sağ olasın komutan… Baktım herkes halvete hazır odada. Muhtar uzanmış tablaya, Seyit de aynı, beni de zar zor yatırdılar yanlarına… Ah komutan… Bunların niyet iyi değilmiş… Önce ağzımızdan başladılar didiklemeye, ellerinde ışıklı bir şey var, hani doktorların bizi soyup fotoğraf çektikleri makine var ya?
— Röntgen?
— Hah, bin yaşa… Aynı onun gibi bir alet. Başımızdan başladılar çekmeye baldırımıza kadar. Tuttular şeyimizi sağdan soldan çektiler. Sonra …
Hamza komutanın masadaki sigara paketine uzanıp bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip uzun süre düşüncelere daldı.
— Hamza emmi?
— Dur bi komutan… Kolay mı sanıyon?
— Yok yok, iyi misin diye seslendim.
— Nasıl iyi olam komutan… Nasıl?
Komutan üzgün görünmeye çalışarak konuşmaya başladı:
— İnan biliyorum. Ama bugün son… Yarın hepimiz rahat uyuyacağız.
— İnşallah… Ama ben artık rahat uyumam…
Komutan, adamın sigarasını bitirmesini sabırla bekledi. O sırada az önceki er odaya iki çay daha getirdi. Tam gülümserken komutanın sert bakışları ile karşılaşınca, yarım yamalak bir selam verip, kaçarcasına odadan çıktı. Hamza, çaydan höpürdeterek bir yudum daha alırken konuşmaya başladı:
— Bunlar bizi birden nasıl yaptılarsa, yüzüstü çevirdiler komutan. Ben muhtara baktım, muhtar dedi ki emmi bunlar titiz karılar önce bakıyorlar ki bel soğukluğu var mı… Niyeti bozuk ya şerefsizin, aklı fikri halvette… Yine başımın arkasından başladı, sırtıma doğru o aleti sürüklemeye. Birden Seyit şerefsizinin anırtısını duyduk, yalvarıyor karıya, vallahi yapma diyor, bu yaştan sonra bizi köye rezil etme diyor, yutkundum ama tükrük mükrük kalmamış ağızda… Ondan biraz sonra kafamı çevirdiğim tarafta muhtar başladı boğazı kesik horoz gibi kıpraşmaya, o da acıyla yalvarıyor, yapma etme diye. Anladım ki durum kötü… Bundan dört sene evvel doktor prostatı kontrol ederkene, göte bir alet soktuydu. Doktoru kalkıp böğründen yakaladıydım. Bunlara onu da yapamıyom. Soğuk bir demir baktım götün ucunda… Allah’ım dedim, ne günah işledim de beni bu yaştan sonra bu hale getirdin… Seyit’in, muhtarın anırtısına bir de benimki eklendi komutan. Ben diyeyim iki, sen de üç karış. Öyle geniş bir demiri yerleştirdiler makata… Hem ileri geri gidiyo, hemi de zaten yukarıya çekerken boşalttığımızdan kalanı çekiyor… Gazeteler yazıyor, uzaylıymış diyor bunlar için. Ulan diyom, uzaylının işi gücü yok bizim göte mi göz dikti? Şimdi sen diyorsun içinden, bunlar yalan söylüyor… Gasteciler diyor, bunlar birbirine hallendi de yalan mı söylüyor… İki ucu boklu değnek komutan. O muhtar denen alçak ile Seyit yüzünden geldi ne geldiyse başıma. Kimse de inanmıyor halimize… Bu yaştan sonra çekeceğimiz bu çile kalmış demek… Bir günahımız varmış herhal. Ama inan bana komutan, bizi çıplak buldu ya köy ahalisi o tarlada… Benim o iki şerefsize de hallendiğimi düşündüler ya… Ben o gün öldüm komutan… Şu yaştan sonra yaşasam ne, yaşamasam ne… Daha yeni yeni oturmaya başladım. O mendeburların bunu yapacak gücü var mı sanıyon komutan? Benim var mı? Benim hikayem de böyle işte… İster inan, ister inanma…
Hamza’nın da hikayesini dinledikten sonra, genç adamın üstlerine bir rapor yazması gerekiyordu. Üç adam da aslında aynı hikayeyi anlatmıştı. Sadece birbirlerini suçlamış, tepkileri farklı aktarmışlardı. Dünya basınında da ses getiren bu haberi temizlemek için, inandırıcı bir şey bulması lazımdı.
Birden aklına gazetelerde adı geçen psikiyatrist geldi. Gecenin kaçı olduğunu umursamadan adamın iletişim bilgilerini bulup aradı. Telefon ikinci çalışta açılmıştı.
— Alo, iyi geceler kusura bakmayın bu saatte rahatsız ediyorum.
Adam uykulu ve sinirli bir ses tonuyla cevapladı:
— Kimsiniz? Gecenin bu saatinde hem de? Ayıp yahu!
— Emrah Bey kusura bakmayın, adım Emre, Kurdeşen köyünde jandarma karakolunda teğmenim.
— Ah, şu meşhur yer… Buyurun Emre Bey?
— Tekrar sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama gazetede bir demeciniz vardı. İnsanların savunma mekanizması olarak ortak bir yalana sığınabileceği üzerine…
— Evet. Özellikle sizin vakanızda bu çok olası. Anladığım kadarıyla, köyün bilindik şahısları bu insanlar…
— Evet…
— Böylesine bir utanç içinde yaşamak yerine, ağız birliği yapıp ortak bir yalan bulmuş olmaları muhtemel…
— Ama asıl sorun şu: Bu adamlar karakola kameralar altında geldiler. Böyle bir yalanı planlayacak vakitleri de olmadı. Hikayelerini dinledikten sonra, hepsinin birbirini suçlayarak aynı konudan bahsettiğini söyleyebilirim.
Psikiyatrist bir süre mırıldandı.
— Bunu önceden de planlamış olabilirler. Yakalanırlarsa böyle bir şey söylemeyi kararlaştırmış olabilirler belki…
— Yani bu insanların bir gün olur da baygın halde çırılçıplak tarlada bulunurlarsa, böyle bir yalan söylemeyi kararlaştırmaları garip olmaz mı?
— Böyle söyleyince evet… Ama başka bir yerde de yakalanabilirlerdi. Gerçi bu tarz bir şeyi köye yakın bir yerde yapacaklarını sanmıyorum. Tarla gözden uzak bir nokta sanırım. Orada ne şekilde yakalanırlarsa yakalansınlar, böyle bir yalana sığınabilirlerdi. Hatta belki başka şekillerde basılmış olsalar dahi, bunu kendi rızalarıyla değil de uzaylı veya cinlerin zoruyla yaptıklarını bile söyleyebilirler… Bakın, kesin bir suçlama yapmak istemiyorum. Anladığım kadarıyla siz de bu insanların zarar görmemesi için çabalıyorsunuz.
— Kesinlikle.
— Bu konuda yarına kadar düşünelim. Gerekirse ben de şahıslarla görüşürüm. En az zararla nasıl çıkabiliriz bir bakalım.
— Benim o kadar sürem yok. Dışarısı gazeteci kaynıyor Emrah Bey…
— Şimdilik olayı uzaylı gibi bir fenomenden uzak tutarak başlayın işe. Bir düşünelim… Bu insanların bir tür halüsinatif mantardan dolayı bilinçlerini yitirdiklerini ve kendilerine zarar verdiklerini, cinsel bir temas olmadığını söyleyebilirsiniz.
Komutan birden parmaklarını şaklatarak gülümsedi.
— Süpersiniz! Ben raporumu bu şekilde hazırlar yollarım, dışarıdaki gazeteci sürüsüne de ön bilgilendirme yaparım. Sonrasında sizleri burada misafir edip, daha ayrıntılı bir çözüm bulabiliriz sanırım?
— Tamamdır. O halde ben yarın yola çıkıyorum.
— Çok teşekkür ederim.
— Asıl ben teşekkür ederim. Bu vakayı yakından incelemek benim için de bir şans.
Telefonu kapatıp söylendiği gibi raporunu hazırlayan komutan, gece yarısının çoktan geçtiğini fark edememişti bile. Yaptığı işten memnun bir şekilde gerinerek odasından çıktı ve karakol kapısına yöneldi.
Kapıyı açtığı anda yüzüne patlayan flaşlardan rahatsız oldu. Kendisine sorulan soruları yanıtsız bırakmak istese de peşini bırakmayacaklarını bildiği için, tarlada bulunan mantar türünün neden olduğu varsanı nedeniyle yaşanan bir olay olduğunu, sabah daha detaylı açıklama yapacağını belirtti.
Gazeteciler mantar kelimesini duyar duymaz tarlaya doğru yol almıştı bile…
İki gün sonra…
Teğmen derin bir nefes alarak, odasında kendisini bekleyen mağdurları başıyla selamladı. Bu sefer “mağdurlar”, mantar haberini duyar duymaz tarlaya koşan gazetecilerdi. Odaya girmeden önce ayna karşısında bir çok defa pratik yapmış, gülmemek için tüm tedbirleri almıştı.
— Günaydın beyler!
Elindeki bir tomar gazeteyi masanın üzerine bıraktığında, odada bulunan yedi kişi de göz ucuyla manşetlere bakmaya başlamıştı. Komutan konuşmaya devam etti:
— Siz gazeteciler var ya… Tam acımasızsınız vallahi. Bari meslektaşına acı değil mi? Yook, haber varsa işin içinde, tiraj varsa affınız yok, babanızı bile haber edersiniz.
Odadan çeşitli homurtular yükselirken, adamları ikna etmek üzere olduğunu anladı.
— Gelin şunları susturalım. Ne anlatırsanız anlatın, aramızda bir sır olarak kalacak söz… Ama bir anlatın tam olarak şu hikayeyi…
Saatler süren rapor yazımı sonunda tamamlandığında, vakit gece yarısını geçiyordu. Her gazeteci olayı birbirini suçlayarak anlatmıştı yine. Gülümseyerek odadan çıktı. Tam karakolun kapısından da çıkacaktı ki, sigara paketini masada unuttuğu aklına geldi. Masanın üzerinde titreyen paketi eline aldı. Altında bulunan gizli düğmeye basarak paketin gri bir görüntü ve ses aktarıcı haline dönüşmesini izledi. Şimdi kim bilir hangi modeli çıkmıştır bunun… Kaç aydır gezegenden uzağız.Komutanı ekranda belirdiğinde hemen kendini toparladı.
— Lak luk luk, cak cak ( Merhaba efendim.)
— Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?
— Efendim, şu son hasat zamansız oldu… Zor toparladım inanın.
— Biliyorum da tayfayı zapt edemiyorsun ki… Öyle kalabalığı görünce dayanamamış şerefsizler.
— Anladım efendim. Şu psikiyatristleri sağolsun, yine toparladım durumu.
— Güzel. Bizimkiler mahsülü tırtıklamazsa, depoları doldurur gideriz.
— Kaç kişi daha gerekir tahmininizce?
— Bunların kötü tarafı, yukarıya çekene kadar mahsülü patır patır ziyan etmeleri… Sen şu bahçedekiler ile köylüleri bir gece topla tarlada, tüm depoları dolduracak kadar mahsül toplarız. Sonra ver elini zenginlik… Ayda bir gelip hasat ederiz. Olmadı bunlardan bir kaç yüz tane almaya gelir, üretime orada devam ederiz.
— Hiç merak etmeyin. Ben iki güne kalmaz, hepsini orada toplarım.
— Aferin… Zengin olacağız, zengin… Bunun gramını bizim orada deliler gibi yüksek fiyata satacağız. En lüks restoranlar şimdiden verdiğimiz her fiyata razı olduklarını söylediler. Masrafları çoktan çıkartıp kara geçtik bile…
— Süper haber efendim. Ben o halde işe devam ediyorum.
— Haydi bakalım…
Görüşmeyi sonlandırıp gazetedeki manşete gülümseyerek baktı. Bu gezegeni keşfettikleri için şanslıydılar. Ürün için önce kanalizasyonu düşünseler de saf halde bulunmadığından, içine bir çok şey karıştığından dolayı kaliteyi ve fiyatı fazlasıyla düşürüyordu. Bu şekilde mahsülü toplamak ve daha taze haldeyken paketlemek çok daha kaliteli ürün elde edilmesine olanak sağlıyordu.
Bir zaman sonra komutanlarının da dediği gibi, bu türden bir kaç yüz tane alıp gezegenlerindeki çiftliklerde üretime geçmeleri çok daha rahat olacaktı.
Gazetelerden bir tanesini eline alıp kahkaha ile okurken, gelecek planlarının tatlı heyecanının tüm vücuduna yayıldığını hissetti.
UZAYLILAR YİNE İŞ BAŞINDA!
Henüz iki gün önce yaşanan vahim olayın izleri silinmemişken, Kurdeşen Köyü bu sefer de meslektaşlarımıza yapılan çirkin UFO saldırısı ile tekrar ülke gündemine bomba gibi düştü. Gerçek haber peşinde evlerinden uzak, çadırlarda yaşayan gazetecilerimiz dün gece saat 02.35’te olay yerinde incelemeler yapmak üzere bulundukları sırada saldırıya uğradılar.
Sabah saatlerinde çıplak bir şekilde bulunan gazeteciler, büyük bir ışık ile çevrelendiklerini ve tacize uğradıklarını ifade ettiler.
Konuyla ilgili açıklama yapan karakol komutanı Teğmen E.S. tarlada bulunan halüsinatif bir mantar türünün varsanıya sebep olduğunu, olay ile ilgili incelemenin devam ettiğini belirtti.
Ünlü psikiyatr Emrah Kuzu da olay yerine bizzat giderek mağdurlarla özel görüşmeler yapıyor.
İsminin açıklanmasını istemeyen bir yetkili, bu vahim olaya köye musallat olan bir cinin sebep olduğunu belirtirken, güvenlik güçleri tarla etrafında sıkı önlemler alarak köy halkını sorgulamaya devam ediyor.
*Müsfer: Anadolu inanışına göre tarlalar veya incir ağaçlarında yaşadığı rivayet edilen bir cin türü.


