Elif Şeyda Doğan's Blog

July 26, 2024

Gitmesin Gittiği Yerde Gülmesin Çizgi Roman Fanzini Yayında

Yanıyoruz, sevgilim. Hep benimle ateşli bir aşk yaşamanı dilemiştim. Şimdi birlikte yanıyoruz.

Mayıs 2020'de yazdığım Gitmesin Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü isimli öyküm, şimdi çizgi roman fanzini olarak yayında!

Çizimlerini AI Comic Factory yardımıyla, hikâyesini ve tasarımını eğlenceyle ürettim.

Büyü yapmayın. Yapacaksanız tariften emin olun. Bırakın giden de gitsin.

Gitmesin Gittiği Yerde Gülmesin çizgi roman fanzinini şimdi oku.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 26, 2024 14:51

Cosmıc Comıc Çizgi Roman Fanzini Yayında

Bir kedinin kendi hikâyesi.

Çizimlerini AI Comic Factory yardımıyla ürettiğim, hikâyesi ve tasarımı bana ait olan çizgi roman fanzini Cosmic Comic yayında!

Cosmic Comic, 12 yıldır yaşadığı sıcak evinden kaçan bir kedinin sokakta geçirdiği ilk gece tanıştığı bir kargayla macerasını konu alıyor. Karanlığı, yabancıları ve sokağı tanımayan bir kediyle onların arasında büyürken kendi doğrularını takip eden bir karganın gözünden izleyebileceğiniz Cosmic Comic, hayatta kalmayı ve dostluğu farklı perspektiflerde yeniden tanımlıyor.

Cosmic Comic'i şimdi oku.



 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 26, 2024 14:41

March 6, 2023

1+1 Evde Cıvıl Cıvıl Dolaşan Hamster

Pretty girl, put down your pen

Come over here

I'll show you how it's done

Uzun zamandır evdeki hiçbir şey yeterli gelmiyor. Haftalık alışverişe çıkalım. Dizlerimin bağına gemici düğümleri atıyorum. Ayakta kalmak kolay değil.

Alışveriş listem hazır değil. Yürürken yazıyorum. Oksijen zihnimi açıyor. Biraz bile eksilen ne varsa alacağım. Tamamen bitmiş olan hiçbir şey umurumda değil. Yeni açtığım pirinç paketinden başlıyorum. Dün iki su bardağı eksildi. 

• 2 s.b. pirinç, osmancık

Saçma mı oldu? Sana soruyorum. Konuşmaya başlamazsak aramızdaki sorunu çözemeyiz. Konuşmadıkça azalıyoruz. Bizi tamamlamak için markete gidemem. Gitsem de eksilen şeyi, ölçüsü kadar alamam. Düşündüm de bizimle ilgili eksiklikler markette satılsaydı bile raf ömrü çoktan tükenmiş olurdu. Onları alıp eksikliğimizi gidermemiz gereken şeyi öyle uzun zamandır ertelemiş olurduk ki kurtlanmış, küflenmiş kavanozlar hâlinde indirime girerdi. Bu yüzden kasanın yanındaki sepette cırtlak bir renkteki indirim kartonuna büyük harflerle adımız yazılırdı. Şunla bunun eksik kalmış yanları 99.99 yerine sadece 9.99. Yine de para ettiğine sevinmeli miydik? Yokmuşsun gibi davranman ne komik. Adımlarının kaldırdığı tozlar burnuma giriyor. Hapşırıyorum. Ağzımı kapatmıyorum. Yanımızdan geçenler sadece bana fırlatıyor bakışlarını. Ortalığı tozutan sensin. Sana bakan yok. Ne düşündüğünü biliyorum. İki bardak pirinç mi alınır diye düşünüyorsun. Alınır canım. Çuvallar içinde bakliyat satan marketlere gitmemiş olman ne büyük eksiklik. Bunu yazalım.

• Farklı marketler gezmek, her seviyeden

Neyse ki market gezmeyi seviyoruz. Seviyoruz, değil mi? Öyle mi? Hey, değil mi? Hapşu! Öf. Kafanı sallayabilirsin. Omuzlarını silkebilirsin. El çırpabilir ya da göz kırpabilirsin. Altı aydır süren ve cadde boyu uzanan yol çalışmasının tüm tozlarını kaldıran büyük adımlar atmak cevap değil. Ağzın var dilin yok. Dil. Peki.

• Sıcacık pespembe bir dil, muhtemelen dana dili

Marketin kasabında bulur muyuz? Bulursak ağzını açman gerekir. Ölçmekte fayda var. Açmazsan ölçemeyiz, ölçmezsek büyük gelir. Tek yararı "dilin fazla uzadı senin, kesmek lazım" diyebilirim. Hehe. Hapşu. Tamam tamam.

Öyle işte. Bir kilo pirinç alamam. Önce eksik kavanozu doldurmam gerekir, sonra da kalanını boş bir kavanoza dökmem gerekir. Yeni kavanozda anlamsız bir boşluk kalacak. Boşluktan başka hiçbir şey düşünemeyeceğim. Uykumda boşluk, oturuşumda boşluk, kalkışımda boşluk olacak. Ne hemen bitirilecek kadar az ne de eksik hissettirmeyecek kadar çok. Varken yok gibi. Sen gibi. Gerek yok. 

İki su bardağı pirinç kullandığımda üç su bardağı da su kullandım. Ölçü bire bir buçuktu. Bakma öyle. Musluktan su eksilttiğimi düşünmüyorum. Musluk suyuyla yemek mi yapılır, tuvalet suyunu içmekten farkı yok. Evet, kaynatırsak belki. Çay kahve suyu için falan. Ama kaynamamış suyu pirincin üstüne döküp bakterili virüslü halinin pirince nüfuz etmesini göze almak. Korkunç. Cappy canavarıyla öpüşmek gibi. Neyse, yazalım.

• 2 s.b. su, sorgulama

Şuna bak. HER ŞEYİ TAM BİR KEDİ. Her şeyiyle tam bir kedi mi, yoksa kedinin her şeyi tam mı? Bu ilanları okumadan geçemiyorum. Kedilerin hikâyesi hep yürek burkuyor. Yumuşak tüylerinden mi, yoksa makine gibi titrettirdikleri karınları yüzünden mi, bilmem. Niye kimsesi yok. Niye eksik kalmış. İlanın en üstünde büyük puntolarla yazan başlık his dünyamda başka bir ışık yakmadı. Kum kabı, mama kabı, su kabı. İsminin yazılı olduğu boncuklu tasması. İsmi Şeker. Oyuncakları. Dışarı da çıkıyormuş, onun için patilerine giydirilen şeyleri. Ayakkabı demek istemiyorum. Patilikleri. Yağmurluğu, mevsimine göre taşıma çantası. Yatağı, ayrı bir minderi. Uzun zaman yetecek kum ve mama stokları bile var. Kullandığı birkaç bakım ürünü, tarağı. Arkadaşı bile var. İmkânı olanların birlikte sahiplenmesinin tercih meselesi olduğu yazıyor. Al işte. Diğer kedi, ilana konu olan kedinin eşyalarından biri gibi. Sadece varlıkları arasında yazılmış. Yüreğim burkulmadı, yolluk gibi var gücüyle çırpıldı. Yecücle mecücü ayırmayın. Büyük bir saygıyla ilana iki kişilik gözüyle bakmaya başlıyorum. Şekerin neyi varsa, diğerinin de sayılır. Diğerinin ismi eksik. Yazalım.

• Kediye bir isim, şekerin zıddı tuz hariç

Not almadan alışverişe çıkabilen var mı? Var mı? Yok mu? Ağzını bıçak açmıyor. Yoksa bıçak mı eksik? Yazalı… Şaka şaka. Susarsan sus. Gül bari. Komikti.

İkisi de smokin denen türden. Siyah beyaz, baloya gider gibi. Kuyrukları uzun, tüylü. Her an salındıkları belli. Muhakkak bir eksikleri olmalı. Bir kedinin başka nesi mutlaka olmalı? Ayrı bir evi? Belki biraz daha büyüyünce. Bir televizyonu? Telefonu? Haberleri izlerken mouse crash oynayabilirdi. Candy’lisi ilgilerini çekmez. Oyunun bu versiyonu mu eksik? Tabii ya! Bir fareleri yok. Her kedinin oynayarak canına okuyabileceği bir faresi olmamalı mı?

• Kedi için fare, hamster da olur 

Fare deyince akla gelen o tüyleri dik, çirkin, hastalıklı şey ile hamster denince akla gelen bembeyaz ponponlu saç tokalarına benzeyen, kırmızı gözlü şeyin arasındaki fark ile kavgalıyım. Fare için zehir üretilirken hamster için parkur üreten insanın neyi eksik? Bizzat insanlığı. Haklısın. 

Bu mantıkta her hamster’ın da bir kedisi olmalı mı? Eksiklikleri zararsızlıkla ölçüyorsak olmamalı. Belli ki bu gözle bakınca ben de sende eksik sayılmam çünkü sana iyi geldiğim yok. Bu yolu neden benimle birlikte yürüdüğünü anlamadım. Yanına gelemediğim günlerde, gel de yürüyelim, demiştin. Neden, yürüyüş yapmıyor musun, diye sorduğumda eksik olanın yürümek değil, benimle yürümek olduğunu açıkça söylemene ihtiyacım vardı. Yürüyorum ama yalnız, demiştin. Telefonun diğer ucundaki sesin düşmüştü. Dökülen tüm tanelerini toplayıp telefonun mikrofonuna tıkıştırmak istemiştim. Sesini toplamak, dudaklarının arasındaki en güzel yere yerleştirmek ve yeniden dağılmasını beklemek. Az kaldı, demekle yetişmiştim, hem ben de yalnız yürüyordum. O gün senin için alışverişe çıkıp birlikte yürümeyi tamamlamaya çalışmış ama bunu satan hiçbir yer bulamamıştım. Artık her şey her yerde satılmalı. Aksi gelişmemişlik, belki ilkellik. Şimdi yan yanayız. Birlikte yürüyoruz ama yalnız. Sen, ben ve hapşu. İyi yaşa. Sen de gör.

İlanı ağacın gövdesinden kurtarıyorum. Smokinliler şimdilik bizimle geliyorlar. Şimdi gerçekten ikimiz de yalnız yürümüyoruz. Ağacın ilanı eksik kaldı. Aslında zaten bir ilana hiç ihtiyacı olmamıştı. Ağaca kâğıt yapıştırmak, insan bedenine insan etinden çekilmiş kıymayla yapılmış bir köfte yapıştırmaktan ne kadar farklı? Bence hiç. 

Gözümü ilandan ayırmakta zorlanıyorum. Bir şeyleri eksik olmalı. Hiçbir şey ve hiç kimse, hiçbir zaman yeterince tamamlanamaz. Ne kadar çok hiç dedim. Mutlaka ama mutlaka. Biraz eksik kalmış olmalılar.

Fareyi markette bulamayabiliriz. Olsa olsa fare zehri. Alenen satılmasından rahatsız oluyorum. Kedi köpek zehirlendiğinde ortalık ayağa kalkıyor, haklı olarak, fare için zehri raftan alıp poşete atmak sorgusuz sualsiz beş dakika ve… Ve ne kadar? Hemen soralım. Hey… Siri diyesim geldi, değilsin. Şey… Senin adın ne? Adı eksik. Yazalım. Ciddiyim.

• Akıllı kişisel asistana bir isim, şahsına münhasır olsun

Eksiklik giderilene kadar parmaklarımı yoracağım. Kâğıdı avuç içime gömerek elimin bunca malzemeyi kurşun kalemle yazmaya uygun bir zemin olduğunu neden düşündüm. Elimin içi kömür izleri. Üstelik nizami yazamıyorum. Elimin şeklini alan listenin üstüne telefonu gömüyorum. Kalem tutan elimin işaret parmağını göreve çağırıyorum ve ateş! Sırasıyla basıyorum, orta yaşlı dijital göçmenler gibi. F, a, r, e boşluk z, e, h, r, i boşluk, n, e, boşluk k, a, d, a, r. Arama tuşu. Gözleri hafif kısıyorum. Soru işareti koymadığım için ciddiyetsiz görünmekten çekiniyorum. Hemen aklımın senaryosunu oynatmaya başlıyorum. Bu sorguyu arattığım için şansımın eseri olarak alt ya da üst komşum esrarengiz biçimde Hakk’ın rahmetine kavuşacak. Karşı komşum yok, daire boş. Ooo! Bunu nasıl atlarım. Yazalım.

• Karşı komşu, insana ev aldırmayacak türden

Aramızdan ayrılan komşunun ölüm deneyiminin sebebi araştırılacak. Cinayet masanın ne kadar geliştiğini bilmiyorum ama sıra bana gelirse son aratılanlara bakılacak. Harf harf görmeyecekler. Bir bütün olarak. Tek seferde. Epey soğuk bir cümle. Fare zehri ne kadar. Soru işaretsiz. Yazdım, çizdim, oynadım. Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir. Çünkü şansım yok. Listeye yazmaya tenezzül etmiyorum. Şans bende çalışmıyor.

En kötü senaryoyu yeterince düşününce sonuçlara göz atıyorum. Yaklaşık 1.020.000 sonuç bulundu (0,35 saniye). Akakce.com X indirim yapmış. Badcat 100 gr Fare ve Sıçanlara Karşı Kesin Etkili Pelet Zehir 36 TL'ye. Kötü kedi. Oldukça acımasız. Şu aramayı hayal eder misin? BastarDog Kedilere Karşı Keskin Etkili Zehir X indirimle 36 TL’ye. Twitter’ı düşünemiyorum. Büyük bir infial. Farelerin ölmesi gerektiğine dair ortak akıl tam olarak nerede doğdu? Belki bir market deposunda.

Market deposu. Fareyi orada bulabilirim.

Canlı olması şart mı? Kedinin canına okuması için konsept gereği sanırım gerekli. Peki.

• Market deposundan fare, canlı

Yola devam ediyoruz. Adımlarımı seninkilerle denk tutmaya çalışıyorum. Ayağımızı denk alalım. Alalım ki bir de bu çıkmasın başımıza. Aynı adımlar, aynı sonuçları getirir. 

Mutfağa geri dönelim. 

• ⅓ ç.b. zeytin yağı. ⅓ ç.b. ayçiçek yağı. ⅓ y.k. tereyağı. 

Tariflerdeki kısaltmalara sinirlenirken yalnız olmak istemiyorum. O yüzden böyle yazıyorum eksikleri listeme. Görüp de anlamayan olursa ne mutlu. Bakma öyle. Gözlerimi avuç içimin şeklini alan kâğıda dikmişken gözlerim, elimin arkasını görmeyi tercih ediyor. Bir kedi. Smokin değil. Tekir. Dümdüz.

Aklımı ev alışverişinde tutmaya çalışıyorum. Yolun amacı bu. Ben çabaladıkça o aklıma giriyor. Ağacın altındaki toprağa canından bir parça emanet eder gibi kapatıyor sırrının üstünü. Kedilerin dışkılarını bile sevimli göstermeye çalışan videoları hatırlıyorum. Duruyorum. Benimle birlikte durman zaman alıyor. Güneş sağımızda batıyor. Karanlığa kalmadan, bir koşu. Neyi unuttum diyordum.

• Bir avuç arpa şehriye, bunun için bir notum yok

Bir elimde on bir maddelik alışveriş listem. Diğer elimde kedilerimiz. Markete varıyoruz. Bu market evdeki tüm boşlukları dolduracak. Boşluk dün kullandığım malzemerse ne âlâ. Ne eksik ne fazla. 

Ayaklarımız denk değil. Market kapısından geçmiyorsun.

Raflar. Markasına göre ayrılmış. Yiyecek türüne göre ayrılmış. Ürün kategorisine göre ayrılmış. En çok satanlar. Çocukların ilgisini çekecek ürünlerin için alt raflar. Yetişkinlere göre olan ürünler için üst raflar. Adımıza ayrılan indirim sepeti boş. Marketin otomatik kapısının arkasındaki yüzün düşüyor. Toplayamıyorum.

Her şey ne kadar çok. Gereğinden fazla. Raflardan taşıyor. Raflar zıvanadan çıkmış.

İçime bir sıcaklık akıyor. Çokluğa gelemiyorum. Fazlalık içimi eziyor. Hadi, diyorum, karanlığa pek kalmadan. Kayıp mı oluruz? Hayır canım. Işık eksilir. Isı eksilir. Tamamlayamam. Bu saatler, tam da aydınlığın ve sıcaklığın ne eksik ne fazla olduğu saatler. 

 Önünden geçtiğim reyonda bir şey var. Gördün mü? Hayır. Telaşlı. Yalnız. Gerçekten yalnız. Bakışıyor. Etiketle, içindekilerle, bakanlık izinleriyle. Fısıldıyor. Ya da cıvıldıyor. Gıcırdıyor. Paketleri dişliyor. Sağlamlığını mı ölçüyor? Yazanları farklı bir şekilde mi okuyor? Yorgun. Ama mutsuz değil. Raflara çapraz duruyor. Omzu demir iskelete yaslı. Bir kolunu rafa koyuyor, başını eline dayıyor. Keyifleniyorum. 

Bir an marketin dışına bakıyorum. Sokakta ışık eksilmiş. Sokak lambaları yanmış. Hayır, bu eksik böyle giderilmez. Bu yetmez. Pirinç osmancık ise baldo alınmaz. Dil, dana ise kuzu bakılmaz. Gün ışığı turuncu değil, turuncu sokak lambası olmaz.

• Gün ışığı rengi ampul, sayısız, sokak kadar

Bir sonraki reyonun, onun reyonuyla ortak olan rafındaki ürün boşluklarından yüzünü görmeye çalışıyorum. İç çekiyorum, böyle bir şey hiçbir yerde satılmaz. Bembeyaz. Gözlerim kapanıyor. 

Ayağım altından hızla geçiyor. İki kırmızı nokta, zemin rengindeki yuvarlaklığı peşinden sürüklüyordu. Zemin, bembeyaz. Ponpon bir saç tokası gibi.

Reyon sanki küçüldü. Rafların arasından gördüklerim yerini boşluğa bırakmış. Dizlerimin düğümlerinin gevşediğini hissediyorum. Buraya ait değilim. Kendim yazıyorum, kendim söylüyorum. Kendimi yeterli sayamıyorum. Onu göremiyorum. Seni göremiyorum. 

Beynimin içinde sertçe inen ağır damlalar var. Şıp şıp şıp. Değil. Çat çat çat. Reyonla zemin arasındaki kısa boşluktan cıvıltıyla gıcırtı arasındaki ses yeniden geliyor. Bir şeylerin ceremesi çekiliyor, belli. Avuçlarım terliyor. Smokinleri ve listeyi ezberden okumaya çalışıyorum. Zamanı ezberden ölçüyorum. Kararıyor işte. Soğuyor. İki s.b. pirinç. Market deposundan fare. Kum ve mama stokları var. İsmi Şeker. ⅓ ç.b. ayçiçek yağı. Kuzu dili. Hayır, dana. 

Rafların altını git gide kararan bir çift gözle izlemeye cesaret edemiyorum. Cesaret eksik. Aradığımı market deposunu bulmam gerektiğini biliyorum. Bana bir çare. Listeye yazmak için geç mi? Elime bakıyorum. Ter. Yazılar birbirine karışmış. Kedilerimizin ilanına bakıyorum. Sapasağlam. Nemli biraz. Mürekkep kolayca dağılmıyor. Smokinleri silemezler.

Beynimin içinde hızla yanıp sönen ışıklar var. Yanıyor. Sönüyor. Yanıyor. Sönüyor. Gün ışığı renginde değil.

Dizlerimin üstündeyim. 

Bir çift göz görüyorum. 

Kıpkırmızı. 

Etrafı beyaz tüylerle çevrili. 

Nasıl desem, bilemiyorum.

Ben, sen gibi göremiyorum.

Depoyu bulmama gerek kalmadığına memnun oluyorum. Listedeki ilgili maddeye bakıyorum. Kedi için fare, hamster da olur. Oldu. 

Islanmış kâğıda, elimin içinde sıktıkça gerdiğim kalemimle bir tik atıyorum. İlk tamamlanma, listenin ortasında güzel tınlıyor. Gözlerimi listeden yeniden kaldırdığımda gözleri göremiyorum. Aniden, belli belirsiz yeni bir bölüm başlıyor.

Gözlerin peşindeyim. Nasıl oluyor, rafların altında akıyorum. Gerçek ortaya çıkmadan önce onu yakalamalıyım. Küçük, sivri dişleri etime saplanmadan önce, koca ağzını açmadan önce terli avuç içime sığdırmalıyım. Gözlerinin attığı son bakışı görüyorum. Smokinlerin ilanıyla kavrıyorum. Ona dokunmuyorum. Elimin içinde kocaman ağzını açmaya çalışan, sıkışmış bir yumuşaklık. Ne sıkmalıyım ne de gevşek bırakmalıyım. Ne eksik ne fazla. Elimi inceliyorum. Parmaklarımın arasından okunuyor. HER ŞEYİ TAM BİR KEDİ.

Seni güldürmek için marketin otomatik kapısını avuç içi dolu elimle sihir yapar gibi açıyorum. Seni güldürmek beni kötü yapıyor. Gözlerimin o bakışı attığını görüyorsun. Nihayet sesini temizlediğini duyuyorum. Benimle yeniden konuşacaksın. Beklediğin yürüyüşü şimdi başlatıyoruz. Ve nihayet listenin bir önemi kalmıyor. Yolun nasıl başladığını hatırlıyorum. Sokağın karşısında, sağımızda zamanı lehimize akıtacağına inandığımız güneş gitti. Yine de iyi hissediyorum.

1 1 evimizde cıvıltıyla gıcırtı arası bir ses yükseliyor.

Buruşmuş, nemlenmiş ilanı olabildiğince düzeltiyorum. Üstünde yazan numarayı arıyorum. Evet, diyorum, ikisini birlikte sahiplenecek imkânımız var. Artık gerçekten hiçbir şeyleri eksik olmayacak. HER ŞEYİ TAM BİR KEDİ, her şeyi tam iki kedi olacak. Şeker. Teker. Tuz değil, bu yetiyor.

Aklımda doğuştan olduğunu bildiğim bir ışık yanıyor. Listeyi unuttum, biliyorum, tek bir şey kalıyor.

Akıllı kişisel asistana isim. Sen, desem. Deniyorum.

- Hey, sen!

- Merhaba, yorganın altında geçen günün nasıl gidiyor?

Ekranın altında seçenekler çıkıyor. 

Pek iyi değilim - Eh işte - İyiyim.

Tam olanı seçiyorum. İyiyim.

1 1 evde şimdilik cıvıl cıvıl dolaşan hamster ile ortak bir geçmişimiz var.


 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 06, 2023 03:20

May 5, 2022

Geceler Bitmesin. Sabahlar Olmasın. İkisinin Arasında Yaşananları Kimseler Duymasın.

Dizlerine değen tezgâhın önünde. Ayakta. Karanlık bir yerde. İnce seramikten fincan. Elinde.

Üstünde başkasının ceketi. Boynunda bir başkasının fuları. Ayakkabıları ona ait değil. Dolayısıyla ayak sesleri başkasına ait. Seramik fincan henüz ona ait değil. Birtakım hikâyelerin başlangıçlarını henüz yaşamadığı için sahiplenemiyor. Önemsemiyor da. Yolunu temizliyor. Karanlık bir yerde, başkasına ait ayakkabıyla ayaklarının önündeki çöpleri, yaprakları tezgâhın altına süpürüyor. Ayaklarıyla. 

Fincanı beğendi. El yapımı. İncecik. İçindeki sıcak içeceği yudumladığı anı düşünüyor. Gözleri kapanıyor. Elini uzatıyor. Bir bardak daha istiyor. Yeniden bir yudum alıyor. İçeceğe doyuyor, fincana değil. İncecik. Hangi eller yapmıştı?

Eğiliyor. Fincanı, takımın diğer parçaları arasına geri koymak isterken, diğer fincanın kulpuna çarpıyor.

Üflemeli çalgı çalmaya başlıyor. Nefes verir gibi gülüyor. Gülüş ona ait tabii, izansız bırakıyor nefesi. 

Gün gibi ortada. Fincan kırıldı. Kırılınca müzik başladı. Karanlık bir yerde oldu tamamı.

Ceket tamam. Ayakkabılar tamam. Fular tamam. Elinde keskin bir parça. Tezgâhtan aldı. Sesi keşfetmeye hazır.

Sahip olduklarının tamamı başkalarının. Kendini küçümsedi. Kendine ait olan kötü hislerle. Karanlık bir yerde.

Ney.

Üflemeli yani. Ney çalıyor olabilir diye düşündü. Kırık parçanın boşluğu böyle dolmaz. En güzel hayalleri dizlerine değen tezgâhın başında kursa dahi kırık parça kendiliğinden yapışmaz.

Zurna.

Anlamsız. Kırık seramiklerin düğünü yok.

Flüt. Yılan Hikâyesi çalsınlar bari. İlkokul. Bunun da anlamı yok.

Obua. Fagot. Klarnet. Seramik şenlendirici.

Keskin uçlu parçayı elinden bıraktı. Yaşamak güzel. İnsanın içine öyle bir doluyor ki yaşamak, şu andan itibaren hiçbir şey değişmese bile şu nefes yeter insana. Yaşamak deyince gözleri doluyor. Yaşamayı hissedince parmak uçları uyuşuyor. 

Yaşamına son verdiği seramik fincanın etrafında sarı beyaz küçük çiçekler vardı. Üst komşudan gelen kahkaha seslerinin açık camlardan, balkon kapısından evine dolmasına benziyordu.

Küçük şeylerin yetmesi gibi, açık hava gibi, yemyeşil çimlerde oturunca göz hizanda uzanmış masmavi deniz gibi. Mavi fincanın etrafında sarı beyaz küçük çiçekler. Arkadaşlarını topladığın sofranın yazlık örtüsü gibi.

Ağzı geniş. Tabanına doğru daralıyor. Altı çıplak küçük bir çocuğun toplumdan haberinin olmaması gibi. Gülüşü hoş geldin diyor. Oyuna hoş geldin. Annesinin, babasının elinden kurtulmuş. Peşinde koşuyorlar. O bez bağlanacak.

Tabağı masmavi. Düz. Kesintisiz. Çiçeksiz. Yatak gibi. Pamuklu, penye çarşaflardan. Lastikli. Ne kadar dönüp dursan da sıyrılmıyor. Yaz günü terini çekiyor. Nem de tutmuyor. Kayıp fotoğrafları yüzünden yüzüne bakmak istemediğin aile albümünün taşıdığı son fotoğraflara bakarken uyuyakaldığın yatakta istediğin kadar uyursun. Uyanınca derdini büyütmediğini görürsün. Albümü küçümsersin. Sonra eve dolan kahkaha sesleri. Arkadaş sofrası. Rahat bir yatak.

Kulpu yok.

Kulpu yaşamın neyine benziyordu? Neyi hatırlatıyordu? Tanıdık bir yeri işaret edemiyor. Neye bakınca tanırdı?

Karanlık bir yerde, başkasına ait eşyalarla, başkasının ayak sesleriyle ilerlediği belirsizlikte kayıp fotoğrafları aramaya benziyordu.

Yaşamın taşımaktan hiç yorulmadığı yüz binlerce hikâyenin sonsuz ihtimallerinden hiçbirine dahil olmayacağı gerçeği kadar sertti.

Önüne serilmeyecek bir denizin tuzu kadar keskin.

Albüm kadar eksik.

Elini uzatan küçük bir çocuğun hoş geldin diyen gülüşüne tüküren toplum kadar dar. 

Siyah bir sofrada irin dolu bardakları başına dikerken kokusundan kurtulmak için burnunu tutan parmaklar kadar sıkıcı.

Rengârenk; mavi, beyaz ve sarı kadar güzel bir yaşamın ortasında çıkan yara kadar alakasız, renksiz kırığın içi.

Saksafon. Evet, saksafon bu. Karanlık bir yerde, tezgâhın önünden ayrılmadan en büyük yaranın küçük bir fincanın hiç beklenmedik yerinde açılan boşluk olduğu besbelli. Yarayı temizlemek imkânsız. Yarayla yaşamak, yaşamı çok sevmemek lazım. Tuzlu, keskin ve acı. Saksafon.  

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 05, 2022 02:40

January 3, 2022

Öyleyse,

Hızlı yürü. Bir önceki adımının izini silmeden adım atma. Dur biraz. Bekle, olur mu? Beklemekte iyisin. Yavaşla. 

Nefes al. Aklına gelmeyen kelimeleri düşün. İzlemeyi bırak. Pozisyonunu al. 

Hoşuna gitmeye başladı mı? Öyleyse, fırlat! 

Sapandan taş fırlatmak kolay değil. Sivri köşeleri olsa da elini kesmeyen taşı seçmelisin. Lastik, çekebileceğin kadar yumuşak, taşı itecek kadar sağlam olmalı. Elin, taşı tutmayı ve taştan bir an önce kurtulmayı ölesiyle istemeli. Taşı göğsüne dokunabileceği kadar kendine çekmeli, bir daha göremeyeceğin kadar uzağa fırlatmalısın. İstedin ve yaptın. 

Hoşuna gitmeye başladı mı? Öyleyse, fırla! 

Sapandan fırlattığın taşla yarışmayacaksan anlamı yok. Uzun yolculuklarda camdan dışarı baktığında gözünün seçemediği direkleri, tarlaları, elektrik tellerini, bulutları gör. Aklında. Taşın ardından öyle koş. Yanından geçtiğin hiçbir şeyi göremeyecek, rüzgârın kulaklarını senden almasından korkacak kadar hızlı. Taşı görebilecek ama onu geçmeyecek kadar yavaş. 

Sonunda, taşın parçaladığı cam kırıklarının üstüne düş. Bu zevki hak ettin. 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 03, 2022 13:33

November 14, 2020

Çiçekleri Kurutmamış Olmayı İstiyorum, Eve Dönmenin Yolunu Arıyorum

Eve dönmenin yolunu arıyorum. Balkondan taşan toprak kokusuna, renklere, çiğ tanelerine ve eve. Yolu arıyorum. Perdeleri aralamak, dışarı sızmak, üstümde evin sesini taşımak istiyorum. Konuşmak, konuşmak, konuşmak, acelesiz. Dinlenmek. Derin bir soluk. Ne zamandır tuttuğun nefesi bir anda bırakmak. Balonlar söner. Yeterince şiştiğinde. Balonlar patlar. Artık şişmemesi gerektiğinde. 

Düşman sesleri, düşman kokuları, düşman elleri ve ayakları, saçları, tozları, dumanları, dış kapıyı sertçe kapattıktan sonra bir daha görmeyeceğimi bilmenin güvenini düşünüyorum. 

Çiçekleri kurutmamış olmayı istiyorum. 

İçimden geçenlere dilimin varmamasının getirdiği soluksuzluktan bir çırpıda soyunmak, üstümden sıyırdığım ağır suçluluğu ateşlere atmak istiyorum. Ateşler. Üstünde kendisinden küçük ellerin toplandığı sıcaklık. 

Sabahın geleceğini bilerek koynuna girdiğim geceye yalvarmaktan yoruldum. Doğan günlerin getireceklerini düşlemekten dünü, bugünü, yarını unuttum. 

Bir köşeye çekilmenin mümkün olduğu evi, içeride sessizliğin sürekli kendinden doğduğu, çoğaldığı, su baskını gibi hızlı, dolu, ıslak yolu, eve dönmenin yolunu arıyorum. 

Çok uzun zaman oldu yastıkların yorgun, sertleşmiş sırtlarının kucaklamayı beklediği koltukları görmeyeli. Koltukları taşıyan taş zemini. Sert kışlarda soğuğu yutan taşlara değen çıplak ayaklarımın ucunda yürümeyi. 

Dünya, o evde düşündüğüm gibi bir yer değil. Dünyanın yalnızlık öfkesi bizden çıkıyor. Evire çevire dövüyor bizi dünya, hak ettiğimizi vermekten geri durmayan bir diktatör gibi. Savuruyor, sarsıyor. İşi bittiğinde, ki hiç bitmeyecekmiş gibi gelir, bir köşeye atıyor. Köşeye çekilmekten bunu kastetmiyordum. Dilekler yanlış dilenmemeli. Üzerine günlerce, gecelerce düşündükten, ince eledikten, sık dokuduktan sonra dilenmeli dilekler. Aceleyle dilenmiş dilekler, dileyenin kuyusunu kazıyor. Biraz yalnız kalabilsem keşke, diye dilenmemeli, bir saat kadar yalnız kalsam yeter, demeli belki. Pervasızca atılan her adım evin yolundan uzak düşürüyor. Kapının önünde ayaklarını karşılayan, ayaklarına hep iyi davranan, dışarını tozunu üstünden alan, ıslağını emen paspas dahi evden koparılıp atıldığında evin yolunu bulman imkânsız oluyor. 

Evi dışarıdan, dışarıyı kendinden koruduğun büyük kale, içinde nefes bile alınmayan, terk edilmiş dört duvara dönüyor. Gittiğin her yerde kanında dolanıyor, git gide kanını emiyor. Bildiklerini de unutturuyor. En çok da evin yolunu, her şeyden çok, evin yolunu unutturuyor. Nefes almaksızın aştığın yollar, birer tuzaktan farksız geliyor. Aştığını sandığın engeller, bir sonraki, hatta bir sonraki, ondan da sonraki engelin öncülünden başka ne? 

Çiçekleri kurutmamış olmayı istiyorum. 

Eve dönmenin yolunu arıyorum. 

Müzik çekinmezdi. Yükselir, alçalır, hareketlenir, sakinleşirdi. Tatlar damaklara yapışmak için can atardı. Masalar, lezzetli tabakları sabırsızlıkla beklerdi. Zaman düşerdi yere. Taş zemine sığınırdı. Kimsenin onu umursamadığını bildiği için kıvranırdı. Karnına ağrılar girerdi. Taş, soğuğu emdiği için, zaman da üşütürdü yattığı yerde. Zaman, dünyanın onun etrafında döndüğünü sanıyor. Uçurtma gibi uçmayı, uçurtma gibi elektrik teline, ağaç dalına, çatılara takılmayı, herkesin onunla ilgilenmesini istiyor. Debisi yüksek dereler gibi akıp geçtiği evleri sevmez zaman. Zaman nasıl geçti, anlamadım, cümlesinin sarf edildiği evlerden tiksinir. Yine de çekip gidemez, kendini fark ettirmeye çalışır. Evin, zamana yenik düşmesini ister. Ev karşı koydukça direnir. Doğrulmaya çalışır kıvrandığı yerden. Belinin büküldüğünü göstermemeye, dik durmaya çalışır. Kendisiyle tehdit eder. Hiç olmayan sesiyle, görünmeyen yüzüyle. Zamanınız dar, demek ister. Evin içindekilere ara sıra girer bu korku. Yine de uzun duvarların kolladığı anılar, taş zeminde zıplayan çıplak ayakların neşesi, ağızların kahkahası, gözlerin parlaklığı yenecek gibi olur zamanı. Dünya yine yalnız olur. Zaman yine tehditkârdır. Karşısında, müzik yine çekinmez, tatlar kol gezer masalarda, tabaklar masalarda yatar, uyur. 

Çevresinde dans vardır. Birbirine çarpan, sonra birbirine dolanan kollar, birbirinin üstüne binen ayaklar. Huzur denen o acı. Sevgi denen o ayna, verdiğinde aynısını aldığımız. Gülmek denen o yankı. Büyük bir cehennemin, çok büyük, dünya kadar güçlü bir cehennemin içinde kendi cennetini yaratmış birkaç kişinin ellerinin arasındadır zaman. Nefesi kesildiğinde intikamının sırası gelir. Her ev zamana yenik düşer. Eve dönmenin yolunu aramak ne büyük yanılgı, dedirtir, müzik sustu, dans sona erdi, yapraklar düştü, içimde duydum sesini, çiçekler kurudu. Ben kuruttum. Zaman kazandı. Hiç zamanım kalmadı.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 14, 2020 03:14

October 9, 2020

Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın

Bu öykü Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin Sayı#133 "Çiftlik Öyküleri" temasında yayınlanmıştır.
Çığlıklar en çok böyle sessiz sokaklarda yankılanıyor ve çığlıklar en az böyle sessiz sokaklarda duyulmuyor. Yankılananlar ile duyulmayan çığlıklar arasında gerçeklik farkı var. Ses tellerinden çıkmayan çığlıklara gerçek gözüyle bakılmıyor. Sonunda sineğe bile düşman kesiliyorsun. Öl, sinek, diyorsun, tavanım yalnız kalsın. Dünyanın bir sınırı varsa, çıkmaz sokaklardan geçiyor. Derin sessizlikler kendi içinden, durmaksızın yeniden doğuyor. Yalnızlıklar böyle sokaklarda büyüyüp, böyle sokakların evlerinde gasp ediliyor. Bir rahat verilmiyor, insanı dursa sineği, sineği dursa kelebeği huzur vermiyor. Çoğalıyor mutsuzluk. Kapıyı zorluyor, camdan giriyor. Yaz geceleri açık pencerelerden ışıklara. Karşı apartmanın sakinleri logar kapağının açılıp açılmamasıyla ilgili, öz haklarını savundukları, polis çağırdıkları kavgada burunları adına konuşuyorlardı. Kimi burunların, diğerlerinden daha iyi yan haklara sahip olduğu anlamını çıkardığım tartışmanın neticesinde çirkin görünümlü belediye makinesi kancasını taktığı gibi kapağı kaldırdı. Karşı apartmanı ilgilendirdiği düşünülen koku benim burnumu üzdü. Burnum üzüldü. Direği kırıldı. Bu devirde bir direk ne zorluklarla dikilir böylesi burunlara. Burnum nadide bir çiçek. Göremezsiniz her yerde. Böyle şehirlerin yalnızca turistlerinin girebildiği özel dükkânlarında, vitrinde sergilenen, yan hakları olmayan bir çalışanın ipek mendille tozlarını aldığı el işi biblo gibi burnum. Polis çağırmak üzereyim. Burnum. İnsanlar dertsiz olsa gerek. Burunları için bir gün boyunca, bir pazar günü olduğu için hayatlarındaki boşluğun büyüklüğü daha da göze batar hâl alıyor, koku için tartıştılar. Tüm hafta boyunca vitrindeki bibloları silselerdi yorgunluktan tuvalete bile gitmezlerdi pazar günleri. Özendim. Burnumdan bahsetmeyi çok istedim. O gün bugündür burnumu anlatırım. Göbekli, etekli, sarışın kadının polise burnunu işaret ederek nasıl ses yükselttiği gitmiyor gözümün önünden. Ne kadar değerliydi. Koku. Ciğerlerine dolacaktı. Dolmadan önce tüm reseptörlerde terör estirecekti. Solunum yolunu savaş meydanına çevirecekti. Fakat her şey, burunda başlayacaktı. Burnun ucunda. Kokunun değdiği ilk yer. Burun! Kavgayı, polisi, logarı, burunları penceremde bıraktım. İçeri koştum hemen. Aynaya. Aksime muhtaçtım. Ona bakmaya. Burnum büyümüştü aynada. Yalnızca onu görüyordum. Güzeldi be! Üstü pürüzsüz değildi, kemersiz hiç değildi. En az onlarınki kadar değerliydi. Onu düşünmeye başladım. Sevmeye, soğuktan korumaya, sıcak yemeğin, çayın, kahvenin üstünde durdurmamaya başladım. Kimseye öptürmüyordum burnumu, ısırtmıyordum. Onlar da ısırtmıyordur. Öyleyse bunca burnu kim ısırıyordu? Birini tanıyorum ama artık aynada başka biri, dışarıda başka. Ekmek almaya gittim. “İki ekmek,” dedim, “bu ekmekleri de elleyerek seçmezler mi,” diye yakındım bakkala. Yüzüme bakmadı. Burnumu görmeliydi. Bugün onu kimse görmediği için burnumun üstünde bir kırgınlık vardı. “Önce burunlarına dokunurlar, sonra ellerler,” dedim. Başını kaldırdı. Burun dediğim için gözleri ilk önce burnuma değdi. Heyecan, kasları aniden ısıtır. Göğüs kafesinde hızla akar kan ve kalp çift mesai yapar. Bakkal, burnum. Ekmekler ellerimde. Burnum ısındı yeniden. Dünden beri bir haller, tavırlar; silindi gitti hepsi. Güneşte parlıyor. Parladığında yağlı gibi görünüyor. Kaşındıkça kızarıyor. Kendini güzel hissetmediğinde parlamak, kızarmak, göz önünde olmak istemiyor. Pudralıyorum. Aynalı apartman kapılarına bayılıyorum. Görür görmez durup pudramı çıkarıyorum. Hapşırana dek pudralıyorum. Pürüzsüz görünüyor. Mat. Rengi eşitleniyor. Gözüm gibi bakıyorum burnuma. Gözüme burnum gibi bakamıyorum. Burnum bir başka. O kadınınki gibi. Onunki kadar kıymetli. Evdeyken de böyle. El üstünde tutuyorum burnumu. Akşamüstleri pencereye çıkıp karşı apartmanda yaşayanların işten dönüşlerini beklerken hişt pişt diye durdurup nasıl göründüğünü soruyorum. En güzel kokulardan bahsediyorum. Ondan sakındığım kötü kokulardan. Bazen olmadık sözler ediyorlar. Burnumu kıracaklarmış. Polisi arıyorum hemen. Logar kapağının yanında durup benimle konuşmak istiyorlar. Hayır, diyorum, mümkün değil. Burnum istemiyor Memur Bey, ben de emir kuluyum. Ötede konuşalım. Şikayetçiyim. Hele ki haşereler, böcekler, sürüngenler, bilmem neler. Burnumun düşmanları. Karşı apartmandaki göbekli, etekli sarışın kadının damızlık çok küçük, en küçük baş çiftliği olduğuna eminim. Neler gelmedi ki burnumun başına, onun yüzünden? Bir gece sinek girdi içeri. Işığı gören geliyor yaz geceleri. Onun sineklerinden. Tavanım, yüksek, beyaz, lekesizdi. Burnum kadar güzeldi. Sinek avizemin etrafında, tavana çarparak uçuyordu. Lamba saatlerdir açıktı. Isınmış. Sinek sonunda yapışıp kaldı. Odamın tavanı az önce bembeyazdı, avizenin şekli kadar, koyu bir sarılık vardı orta yerinde. Şimdi sarı ışık, siyah, küçük bir gölgeyle aydınlatıyordu odamı. Sinek de küçük ama, dedim, gölge yapar. Mide bulandırmaz belki. Sandalyeyi çektim. Lekeden kurtulmalıydım. Odamın sarı ışığı yeniden pürüzsüz olmalıydı. Burnum gibi. Belki onu da pudralardım. Lambanın ucuna yapışan sineği uzun tırnağımla yerinden edecek bir hareket yaptım. Kazıyacaktım. Sinek yapıştığı yerde erimişti. Kaydı. Lambaya doğru kaldırdığım yüzümün ortasına, burnumun üstüne düştü. Düştüğü yerde akmaya devam ettiğini hissediyordum. Burnum. Polis. Logar kapağına mesafeli tartışmalar. Karşı apartmanın kadını, kadının burnuma düşman hayvanları. Düşman çiftliği. Burnum. İçin için yanıyor. Bitmedi. Bitmez. Sakınan buruna çöp batar. Geçen gün ocağın başındaydım. Yemek kaynıyordu. Mutluydum, günü tok bitirecektim. Sağlıklı yaşamın sırrı, masadan yüzde seksen tok kalkmakmış. Tamamen doymamalıymışız; kiminin bir haftalık yemeği toplam yüzde beş etmezken. Ocaktan çok ince, yalnızca benim gibilerinin duyabileceği bir koku yükseldi. Yemeğe attığım baharatları saymaya başladım. Baskın tadı, kokusu olan sebzeleri düşündüm. Kekik değildi, kimyon yoktu evde. Yeni bahar geçen bahar bitmişti. Sarımsak girmezdi bu yemeğe. Koku yakınlaşıyordu sanki. Gittikçe yoğunlaşıyordu. Açtım tencerenin kapağını, karıştırdım iki kez. Çürük müydü pırasa? Değildi, doğrarken atmıştım ağzıma bir parça. Kıtır kıtırdı. Ocaktan çektim tencereyi. Burnumu düşünüyordum. Başına kötü bir şey gelmesinden korkuyordum. Bir leke vardı, ateşin hemen dibinde. Bir şey mi erimişti? Kum rengiydi, kâğıt uçaklara benziyordu. Ufak, ufacıktı. Ateşi söndürdüm. Burnumu tuttum, ağzımı sıkıca kapattım. Gözlerimi kıstım. Ocağa yaklaştım. Kelebek. Ateşin dibine düşmüş. Erimiş düştüğü yerde, kendi renginde bir sıvı akıyor yanından. Peçeteyi büzdüm parmak uçlarımda. Tuttuğum gibi dağıldı parmaklarımın ucunda. Aktı iyice ocağın da eğimiyle. Bütün gece kustum. Kustu burnum. Pırasa unuttu pişmeyi. O gece tavanıma bir sinek daha yanaştı. Lambaya yapıştı, dokunmadım. Odamın sarı aydınlığında bir siyah leke. Burnumdan değerli mi? Arka oda ufak bir bahçeye açılıyor. Martılar, kargalar, güvercinler, kumrular ses yarışması yapıyor. O Ses Kuşlar. Kediler en yüksek sesi çıkarana dönüyor, aniden, üstüne atlıyor. Kaçabilen kazanıyor. Serçeler hep kaybediyor. Kuşların bu işe bozulduklarını biliyorum. Yağmurluydu o gün. Kuşlar daha bir heyecanlı uçuyorlar gibi göründü bana. Kedilerde bir telaş vardı. İçim götürmemişti duvarlar arasında sıcak bir kahve içmeyi. Şemsiyeyi kurup bahçe masasına geçmiştim. Bahçemde bir hava vardı; öğrenmemem gereken bir şey için dönüp duruyordu. Serçeler hep kaybediyor, kuşlar ve kediler küçücük bedeninden koparacağına bakıyordu. Burnuma bahçemde bile rahat yoktu. Ben nereye kaçırsam, orada canı sıkılıyordu. Eve girdim yeniden. Uçurumdan tırmanmadım sayılır. Hâlâ orada. Herkesin bir savaşı var, diyen biri geldi aklıma. Karşı apartmanın o kadını yok mu o kadını. Alo, polis mi? Evet, benim. O gece tavanıma bir sinek daha yanaştı. Lambaya yapıştı, dokunmadım. Odamın sarı aydınlığında bir siyah leke daha. Burnumdan değerli mi? Dün akşam bu elmayla aynı poşetten çıkmış başka bir elmayı karbonat ve sirkede saatlerce beklettim. Ovaladım. Kulağıma dolan vızıltıdan tiksiniyordum. Telaşlı tavanım yavaş yavaş güçsüzleşiyordu. Omuzlarımı iyice kaldırıp boynumu içeri çektim. Elmayı ovalarken kulaklarımı kapatacaktım. Kulaklarım da kendi savaşını veriyordu. Bu sinek neden ölmüyordu? Kanadı keskin olmalıydı. Direnci yüksek, derisi kalın ya da buna benzer bir koruması. Ben sinek olsaydım beni çoktan bir kedi yemişti. Sinek ilacı arabası yüzüme yüzüme üflemişti zehrini. Ben sinek olsaydım musallat olduğum evin sahibi Raid’e yeni reklam çekermiş gibi bir edayla, dolu dizgin bir hazla tepeme indirirdi spreyi. Neyse, masallardaki elmalar kadar parladı. Üstünde parmağımı gezdirdiğimde gıcırtı sesi çıkıyordu. Tavanımı görebileceğim bir yerine yerleştim koltuğun. Elmadan büyük bir ısırık aldım. Isırdığım yerin boşluğu burnuma değdi. Elmayı indirdiğimde ısırdığım kadarını ağzıma doldurmaya, burnumdaki ıslaklığı nazikçe kurutmaya çalışıyordu. Gözüm tavandaki inatçı sinekteydi. Bu sinek neden ölmüyordu? Elmamdan yeni bir ısırık almak için indirdim gözlerimi. Çekirdekli kısımda bir hareketlilik gördüm. İnce, yeşil ve beyaz renklerde biri sürünerek sıyrıldı çekirdek oyuğundan. Başını kaldırdı. Burnuma baktığı aşikârdı. Ağzımda kalan elmayı tükürdüm. Burnuma değdi püskürttüklerim. Elmayı fırlattım. Yerde parçalandı, dağıldı. Elma bir yana, çekirdeği bir yana, kurtları diğer yana. Sinek lambaya yapıştı, dokunmadım. Odamın sarı aydınlığında bir üçüncü siyah leke. Burnumdan değerli mi? Öl, sinek, dedim, tavanım yalnız kalsın.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 09, 2020 02:57

September 12, 2020

Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi

Bu öykü, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Araf Öyküleri" temalı 132. sayısında yayınlanmıştır.

“Ve umutsuzluk budur. Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır.”

Søren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk


Güneş koyu tonunda. Yakında yok olacak demek. Gitmesini bekliyorum. Evim sıkışık. Dünyanın bir yerinde insanlar ayaklarını demir ayakkabılarda sıkıştırıyor. Büyümesinler diye. Benim evim de demir ayakkabı. Büyümeme izin vermiyor. Oysa zaten hiçbir şeyin içine büyüyecektim. Dileğim buydu. El ayak çekildikten sonra, yani şu farenin sesi kesildikten sonra, yıllardır dostum olan bir fısıltının kulağıma fısıldadıkları için yola çıkmalıyım. Gizli bahçede, uzun ağaçların altında küçücük görünen, yani hiçbir şey olan kuşkuların arasında dans etmeliyim. Oysa hiçbir şey gibi evdeyim. Eski ev, eski sihrini kaybetti.

Kötülüklerin en kötüsüne sahibim. Mutsuzluk bütünüyle benim. Uyandığım saat, uyuyacağım saati beklemenin başlangıcı. Her başlangıç yeni bir fırsat değil.

Güneş battı. Yolunu kaybetmiş fare parkedeki fare yapışkanına yakalandı. Viyaklayarak kurumasını bekleyeceğim.

Bir ayağı diğer üçünden kısa sandalyemle yapışkan tuzağımın tam karşısında oturuyorum. Tam olarak seçemiyorum. Kurtulmaya mı çalışıyor? Günlerdir evde fare. İnternette, duş alan fareyi izledikten sonra evdeki fare, medeniyetten uzak görünüyor gözüme. Tüyleri kalıplaşmış kirden. Sesine hiç su değmemiş. Çatallı. Gözlerinde, burnunda akıntılar var. Hem tuhaf biraz. Çirkin de. Benzemiyor pek fareye. Alışılmadık bir yuvarlaklığı var. Hoş, kim alışabilir fareye, üstelik şehir yerinde? Yapışkanın ortasına seveceğini düşündüğüm şeyler koydum. Peynir rivayetini dinlemedim. Kemirilecek bazı yeşil şeyler. Yapışkana bastığı anda bağırtısını duyar gibi oldum. Hay senin parkene, tonlamasıydı. Yıkayın şuraları, diyordu tuzağı anlamadan. Bir kolunu kurtarmaya çalışırken yapışkanın üstüne yuvarlandı kesin. Sağ, ön elini kaldırdıkça yapışkan uzuyordur. Vücudunun yanıyla yapışmıştır yere.

Ölmesi ne kadar sürer? Tuzak kutusunun arkasını okumuştum. Onu yapışkandan kurtarıp evden uzaklaştırabileceğim yazıyordu. Böyle yaparak kuşkuya yer bırakmamış olurdum. Ben fareler kuşkuya düşsün istiyordum. Arada kalsınlar. Farelerle dolu bir evde, masanın ya da tezgâhın üzerinde yiyecek bırakamamanın verdiği mutsuzluğu derinlerinde hissetmelilerdi. Ama onların doğası bu, diye söze girecekler için, hiçbir şeyden bahsetmek gerek. Nasıl ki hiçbir şey son derece sakin, dingin, öyleyse yok olsun her şey. Arada kalsınlar. Viyaklamalarla enerji harcayıp nihai sona daha hızlı koşmak mı, tuzağın sahibini fark edip vicdan tırmalayıcı gözlerle yardım ummak mı?

Saatler geçti. Halsiz. Tüyleri inceldi. Bakışları düştü. Kuşkusuz görünüyor. Kollarını, bedeninin yapışan tarafını çekiştirmeyi bırakır artık. Umutsuz. Emin. Gündüzleri güneşin en çok ısıttığı yerde duruyor. Üç güne kalmaz kupkuru olur. İşte o zaman gideceğim.

Kurudu. Kurumasını izlemedim. Sandalyeden de kalkmadım. Sadece ters çevirdim. Umurumda değildi kurumaya nereden başlayacağı. Kurusundu yalnızca. Ev büyüdü sanki. Sırt üstü yatmış, sağ, ön kolu bir yeri işaret ediyormuş gibi bir yöne doğru gerilmişti belki. Ağzı aralık. Gözleri açık ama karanlık.

Düpedüz ölüm bu. Umutlu görünüyordur. Koşarken de umutluydu. Ölmüşken de umutlu. Aradayken değildi. Ara umutsuzdu. Hiçbir şeydi. Kuşkuluydu. Loştu, ne aydınlık ne de karanlık. Ilıktı, sıcak ya da soğuk değil. Kısık sesliydi, sessiz ya da gürültülü değil. Biraz zorlasan seçilirdi, belirsiz ya da net değil. En çok iki kişilikti, yapayalnız ya da kalabalık değil. Kuşku nadirdi, imkânsız ya da mümkün değil. Aralar kuşkulu.

Öyleyse yola çıkmalıyım. Kulağımdaki fare sesi sona erdi. Gelecek günleri gösterdi. Özgürlüğün keskin belirliliğinden olduğun yere çivilenmeye geçişin nasıl bir yıkıma yol açacağını günlerce bekledim. Aynaya baktım kurumasını beklerken. Büyümeyen, küçülmeyen bir yerdeydi. Hareket edemiyordu ama önündeki yolları görüyordu. Kuşkuya yer bırakmayacak kadar kendinden emindi yapışkana basmadan önce. Sonra, kendi hiçbir şeyliğini fark etti. Farkındalık ölümcüldü.

Kuşkularıma gidiyorum. Yoldan eminim. Nereden sapacağımdan, nerede duracağımdan, ne zaman devam edeceğimden eminim. Adımlarımı gören, yolları ben buldum sanacak.

Varıyorum. Müzik seçilir oluyor yaklaştıkça. İnce gövdeli, gür yapraklı ağaçların arasında güneş haylaz bir çocuk gibi koşturuyor. Aralardan sızıyor. Tırmanıyor. Düşüyor. Kanatıyor kendini. Gülüp kalkıyor, gözlerime sızıyor tizliği. Canım acıyor. Yağmurdan korktuğumu biliyor. Telaşıma gülüyor şimdi. İçleniyorum. Düşeceğim.

Ne olmasını beklemiştim?

Geniş bahçeli evlerin arasından geçerek kuytularda kalan bir kalabalığa gidiyorum. Aklım sanki kaşınıyor. Bir şey anlatmaya çalışıyor. Dilinin ucunda. Terslik var. Hissettiriyor. Evi düşünüyorum, istemsiz. Ne oldu orada? Bir yandan yürüyorum, yetişmem gereken bir dans festivali var. Bir ayağı kısa sandalyemin görüş açısındaki yapışkanı gösteriyor aklım. Evet, diyorum, ben de oradaydım. Evi hatırlatıyor şimdi. Gördüm, diyorum. Başka bir şey söylemeye çalışıyor. Festivalin sesleri git gide yükseliyor. Ellerim kendiliğinden dansa başladı. Sokak da geniş, sessiz. Tek tük insanlar. Danstan haberleri yok. Hiç, hiçbir şey olmaları gerekmemiş ki. Üstelik kuşkularla buluşmamış daha önce. İhtiyaç duymamış. Ayaklarım da dansa katılıyor. Kusursuz bir eşlikçiyim.

“Fare değildi, görmedin mi?” diyor sonunda. Gevelediği buymuş. Fare değildi! Yapışkana yapışan, yerçekimine yenik düşmüş küçük toptu. Yapışkana yapışan, yerçekimine yenik düşmüş küçük top muydu? İşte, kuşku. Ama bir dakika… Kuşku şu an evimin salonundaysa, evimin salonundaki yapışkanın üzerindeki fare değilse… Yani ben kuşkularla dans etmeye giderken, yolun sonunda fark ediyorum ki kuşkular hep evdeymiş. Ama fareler değilmiş. Ben de evde değilmişim. Öyleyse, müzik? Müzik dışarda. Duyuyorum. Aklım da duyuyor. Kuşku evde olduğu için aklım net. Ellerimle ayaklarım kimin müziğine eşlik ediyor? Aklım da bir alem. Yıllardır bir fısıltıyı dost ediniyor kendine. Dinliyor usulca. Hiç kuşkulanmıyor. Sonra tutuyor, fare geldi diye sevinip yola düşüyor.

Müzikten vazgeçmiyorum. Hayalimdeki festivale, evdeki kuşkuya olduğumdan daha yakınım. Tiz, hareketli, cıvıl cıvıl sesler geliyor. Eğleniyorlar, belli. Hiçbir şey görünmüyor. Yaklaşıyorum. Ağaçlar sıklaşıyor. Kararıyor her yer. Müzik öyle yüksek ki, kulaklarımı kapatıyorum. Gözlerim de kapanıyor. Yine de yürüyorum. Adımlarımdan biri sıkı toprakla buluşmuyor. Yumuşak, şişkin bir şeyi eziyor. Sonra bir diğerini. Müzik kesiliyor yavaşça. Yumuşak, şişkin şeyden onlarcası danslarını bırakıyorlar. Hiçbiri yapışkanın üzerinde olmayan, kurumayan, viyaklamayan onlarca farenin dans festivali, birkaç arkadaşlarının büyük bir kuşku tarafından ezilmesi sonucu sona eriyor. Sessizliğe gömülüyorlar. Dört bir yana dağılıyorlar. Arkadaşlarını da götürüyorlar.

Eve dönüyorum. Bırak büyümeyi, gittikçe küçülmeye gidiyorum. Döndüğümde yapışkanda hiçbir şey bulamıyorum. Farenin kurumuş olması gereken yerde kuşku dans ediyor, hiçbir şey gibi.

 

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 12, 2020 01:00

July 25, 2020

Ay Büyük ve Turuncuyken

 

Bu öykü, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin, 131. sayısında, 11. yıldönümünde yayınlanmıştır ve Salvador Dali'nin Yanan Zürafa tablosu için yazılmıştır.

“Kim ağlarsa dünyada bir yerde,
nedensiz ağlarsa dünyada,
bana ağlar*.”

Benim tanrım öyle biri değil. Hiçbir zürafanın sonsuza dek yanmasına izin vermez. Kimseye bunu seyrettirmez.

Fakat böceklerle ilgilenmez. Resimlerle de. Dünya çok güzel. Işığa tutulan bilyenin içinde parlayan renklerin toplamı dünya. Benim tanrım el emeği dünyasını bana çok görüyor. Beni içine almıyor. Sadece resimlere baktırıyor. Ben de resimleri ona çok göreceğim. Resimlerde onun dünyasının düzünü tersine çevireceğim.

Yangını ateş böceklerinden başlatacağım. Zürafaya sıçrayacak. Zürafa yanmaya böyle başlayacak.

Ay, büyük ve turuncuyken mavi suların kıyılarındaki geniş gövdeli ağaçların altında uçuşan böceklerle iş birliği yapar. Ay yukarıdan, ateş böcekleri aşağıdan aydınlatır dünyayı. Tehlikeyi karanlıkta, zarif olanları aydınlıkta tutarlar. Bu sebeptendir ki, ışıklı böcekleri toplamaya başladım. Nerede bir tane görsem yakalıyorum. Büyük ve turuncu Ay’ı yalnız bırakıyorum. Böcekleri biriktiriyorum. Kumaş bir torbanın ağzını büzüp hepsini omzumda taşıyorum. İplik aralarından ışık sızıyor, geceleri. Geceleri belli olmaya başladım bile. Kendime büyük bir ışık yaratıyorum. Karanlığın sona ermesi gerek diye. Uzun yol boyu taşıdım. Cılızlaşan ışıkları beni korkutmadı. Ayak seslerimde dans ettiklerini, yorulduklarını düşündüm. Bir gece artık yanmamaya başladılar. Fark ettim ki, kumaş ıslanıyordu, içeride sürekli ağladıkları için ışıkları sönüyordu. Uçmak istiyorlardı. Kanatları yaşlarına bulanıyordu. Hepsi aslında bana ağlıyordu.

Bana bir de zürafa lazım. Resme zürafayla başlayacağım.

* * *

“Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin,
nedensiz gülerse geceleyin,
bana güler*.”

Benim tanrım öyle biri değil. Dünyasında bir tepenin eteğinden zirvesine dek tırmanan bir yol açmışsa etrafında çiçekler olur.

Fakat böceklerle ilgilenmez. Resimlerle de. Onun istemediği şeyi yapacağım. Tepenin zirvesine uzanan çiçeksiz, renksiz, ruhsuz bir patika. Işıklı böceklerin etrafını sardığı zürafanın tam arkasında.

Doğada mavi renk nadir bulunur derler. Onun dünyasında mor, sarı ve mutlaka mavi çiçekler olur. Öyle bir tepe, öyle bir tepe yolu, öyle bir çiçekli yol bulsaydım, yanıp sönen, benimle oldukları zaman boyunca en çok da sönen böceklerin hepsini özgür bırakırdım. Bırakırdım ki gönüllerince yansınlar. Yaksınlar. İstediklerinde sönsünler. Söndürsünler. Uçsunlar. Uçurmasınlar. Birbirlerini görsünler. Işıklarının peşinden gitsinler. Benim aksime.

Öyle bir yer bulsaydım, yürüyecek bir yolum olsaydı, gülerdim. Güldükçe büyür, çoğalır, belli olmaya, fark edilmeye dair gereksiz kaygılarımı çocukluğumdaki uzun, upuzun ağacın altına gömerdim. Kökler toprağın altında salındıkça yok olan kötü hisler olarak, hatırlanmak istemeyen anılar olarak kalırdım. Eğer öyle bir tepenin üstünde süzülen bir patika yol varsa ne dünyanın ne de resmin en uzak yeri orası olmazdı. Yol yarıda kesilmezdi. Derin bir nefes almak olurdu mavi çiçekler yol kenarında. Mavi çiçek olmaz, diyenleri oraya götürürdüm. Ben nereye gitsem ışıklı böcekler bana eşlik ederdi. Ağlamazlardı artık günler, geceler boyu süren yolda. Geceleri yolumu aydınlatırlardı. Gündüzleri ceplerimde uyurlardı. Ben de uyurdum. Geceleyin kimse uyumazdı. Geceleri gülerdik. Ay büyük ve turuncuyken. Daha önce fark etmemiş, hem de hiç mavi bir çiçek görmemiş birini yanımıza alıp gerisin geri tepeye dönerdik. Gittikçe çoğalırdık. Böylece çoğalırdı gülüşlerimiz. Işıklı böcekler çoğalırdı. Zürafa sönerdi resimde bile. Ceplerim yetmez olurdu. Bacaklarıma çekmeceler dikerdim. Mavi çiçekleri her yere dikerdim. Birken iki olurduk. Beş. On beş sonra. Daha çok yürürdük. Daha önce görülmemiş mavilikteki gökyüzünün altında, neden diye sormadan, gülerek. Hepsi aslında bana gülerdi.

Fakat dünyada öyle bir yer olsa bile benim tanrım orayı bana göstermez.

Benim tanrım beni mutlu etmeyi bilmez.

Benim resmimde tepeye tırmanan yol kupkuru, yolun kenarı bomboş, tepenin zirvesi kimsesiz olacak. İstemediği gibi. Zürafa da sönmeyecek. Manzarası ateş böceklerinin etrafını sardığı yanan bir zürafa olan kuru patika. Hak ettiğim gibi.

* * *

“Kim giderse şimdi dünyada bir yere,

nedensiz giderse dünyada,

bana gider*.”

Benim tanrım öyle biri değil. Dünyasında zavallı, utanç verici bir çıplaklığa müsaade etmezdi. Yıllar boyu süren şarkıların içlerine işlediği yemyeşil, meyveli ağaçlar, neşeli sokaklar olurdu.

Üstünden çiçekler dökülen bir tepe, önündeki mavi suları takip ederek yeşil doğanın kucağına uzanırdı.

Yine de böceklerle ilgilenmezdi. Resimlerle de. Onun istemediği şeyi yapacağım. İçinde kendi karanlığımı lanetlediğim, bilinmeyen bir dünya yaratacağım.

Ömrüm vefa ederse de adım alırsam yeşil, uzun ağaçlar arasına, mutlaka dökülürdü yapraklar, çürürdü meyveler. Başka türlü bir dünyaya dönüşürdü. Cehenneme. Denizi bulamazdım. Yol orada kesilirdi. Tadı ekşiyiverirdi havanın. Ağacın yüksekliğince yer yarılırdı. Ağaçlar saklanırdı toprağın altına. Giderlerdi. Bir yere. Ben görmezdim. Küserler miydi? Yanlış bir şey mi yapmıştım? Ben içine doğru adım aldıkça büyüsü kaçardı dünyanın. Ağaçlar giderken bana giderdi. Toprağın altında varsa birileri, onlar çıkardı. Mümkün değil öyle bir dünya. Benim için.

Bu yüzden ne ağaçlar uzayacak benim resmimde ne toprak yarılacak. Sonsuz bir düzlük. Tek renk. Ne öyle bir bulut ne öyle çiçek. Zavallı, utanç verici bir çıplaklık. Çatlaklarla dolu. Susuz. Yoksun. Dili damağına yapışmış bir toprak. Böyle bir cezayı hak ediyor benim tanrım.

* * *

“Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde,
nedensiz ölürse dünyada,
bana bakar*.”

Benim tanrım öyle biri değil. Ay büyük ve turuncuyken onun sevdiği kimse ölmez. Ben neden ölürüm? Sevmiyor. Sevmesin. Yanan bir zürafa neden ölmez? Çünkü benim dünyamda ölümler yaratıcının sevgisiyle ölçülmez. Hem resim duruyor öyle. Nefes almıyor.

Böceklerle ilgilenmez. Böcekler başı boş gezginleri bu dünyanın. İzinsiz gelmişler. Geldiklerini henüz üst mercilere bildirmemişler. Benim tanrım öyle biri değil. Basitçe açıklar her şeyi. Ama resimler benim. Onun istemediği gibi olacağım. Çıplak tepe yolunun gözlediği yanan zürafanın önünde hiçbir şey yapmadan duracağım. Ne bir çiçek ekeceğim, ne ateşi söndüreceğim ne zürafayı ne de böcekleri. Ölecek hepsi. Nedensiz. Benim için ölecek.

Işıklı böceklerin aynı zamanda uçabilmesi haksızlık. Bense aydınlık tarafı bile göremiyorum.

Kollarımı açıp gözlerimi kapattım. Böceklerin beni aralarına almasını bekledim. Karanlıkla. Karanlıkta, boyumdan kim bilir kaç kat uzun bir ağacın altında, dalların arasında uçuşan ışıklı böceklerin sessizce aklıma sızmasını bekledim. Olmadı. Utanma, diye fısıldadı böcek. Tozu dumana katarak geçen zamanın başında dikilen bir böcek gözlerimi kapatmamı söyledi. Sakin ol, utanma. Elimi savuşturup başımdan kovdum. Artık onlara ihtiyaç duymuyordum. O zaman neşeli bir çocuğum.

Bu resim benim. Ben bu resimim. Hiç kimsesiz. Sonsuza dek yanan bir zürafayım. Büyük ve turuncu Ay’ı kimse görmeyecek. Ateş böcekleri aslında ölmeyecek. Benim dünyam bir gün sönecek.

Tekrar yakacağım. İşe ateş böceklerinden başlayacağım. Yazık olacak böceklere. Bin bir huylu dünyanın gün ışığı vuran yarısında, belli olmak için yine geceyi bekleyecekler. Bense ne gündüz ne gece, fark edilmeyeceğim.

*: Ağır Saat / Rainer Maria Rilke

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 25, 2020 04:14

May 21, 2020

Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü

Bu öykü karantina günlerinde, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Masal" temalı 130. sayısında yayımlanmıştır.

Gerekli malzemeler: Dil otu, yılan otu, kereviz sapı, saçından bir tutam, tükürüğünden bir damla, kirpiğinden bir tel, domuz yağı. Ayakları.

Domuz yağı? Domuz. Bulamam. Büyü iptal.

Malzemeler aklımda kalmıştır sanıyordum. Ayakları gerekmiyor olabilir mi?

Ayaklarını kesersem gitmez zaten. Büyü meşakkatli. Ayak kesmek de. Kemiği tek hamlede nasıl bölüyorlar acaba? Gözlerimi bir türlü açamadığım filmlerde kolunu en geriye götürdükten sonra tak diye elindeki keskin, büyük satırı, kılıcı, bıçağı indiren insanlar var.

Hak etmediğini söyleyebilir misiniz?

Domuz yağsız büyü malzemeleri: Gülümsediği bir fotoğrafı. Bir daha gülümsememesi için gülümsemesi mühim. Kırmızı mum. Mühür açısından. Mühim. Saç teli. Saç mühim. Tütsü, mühim değil, ortam yapar. İğne, gülümsemesini delmek için. Ayaklar.

Yine mi? Ayakları alamam diyorum. Ayakları alabilsem büyüye gerek kalmaz. Gitmesin, gittiği yerde gülmesin büyüsü bu. Ayakları bende olursa zaten gidemez. Gidemezse gülemez. Vandallık mı acaba bu? Giden gitmemiş, gittiği gün bitmemiş midir? Acaba vandallık ne demek, mühim belli ki. Sonuna –izm getirsem olduğundan daha mühim görünürdü.

Odanın kapı aralığından bir gölgenin başı görünüyor. Kâğıdı, kalemi kaldırıyorum. Kediyi kucağıma alıyorum. Yüzüme gülümseme takıyorum. Hiçbir fotoğrafta gülmemeye özen gösteriyorum. Dost varsa düşman da var. Üstelik büyü çoğu zaman dosttan gelir. Düşmandan gelen olsa olsa lanettir. Ta ki gidemeyeceği gün gelene kadar, kendi rızasıyla kalsın istiyorum.

* * *

Günaydın sevgilim. Elbette, iyiyim. Kedi zorla duruyor gibi görünmüyordur. Gözlerini ovala. Sabahın körü değil. Evet bir tanem, geç oldu. Yok, ben ettim. Sen uyanmadan. Kızıyor gibisin. Acıktım ve sen uyanmadan kahvaltımı ettim. Acıktığım için özür dilemem gerekecek mi? Uyansaydın. Uyanmadıysan yalnız ye. Kedi de etti. Peynir ayırdık sana. Hayır, kedinin yediğinden ye demek istemiyorum. Ben de peynir yedim. Uyansaydın. Ben mi uyusaydım? İşlerim vardı. Ne işi mi? Mühim. Mühimizm. Sen uyurken güne başlamam büyük hata, doğru dedin. UYANSAYDIN! Dur. Dur, dur, dur. Sakın gideyim deme. Boşa uyanmış olurum. Boş ver niyesini. Ben sana kahvaltı hazırlayayım. Acıktım hem. Amma geç kalktın, midem kazındı. Şu tüy torbası da zoraki duruyor kucağımda.

* * *

Gitti mi gelmek bilmiyor. Geldiğinde de yüzünde birkaç gündür orada duran gülümsenin sinir bozucu izi oluyor. Gitmesin de, ne dese o. Kediden özür diliyorum. Yüzümdeki ifadeyi sıyırıp yakınıma koyuyorum. Neyse ki gitmedi, evde hâlâ.

Ayak gerektirmeyen büyü lazım. Defterlerim nerede? İçindekiler sayfasında gezen işaret parmağım karalanmış bir satırda duraksıyor. Karalamanın altında yazılanlar okunuyor. ... büyüsü. Sayfa yirmi dokuz. Tamam işte, ... demek, gitmesin, gittiği yerde gülmesin demek herhalde.

Rüzgâr pencere kenarından içeri ıslık çalıyor. Numaralandırdığım büyü defterim günlük görünümlü. Yalan da değil. Günlük büyüler hepsi. Şimdi hatırlarım gerekenleri.  

Sayfa yirmi dokuza varıyorum. Tüm sayfayı karalamışım. Bir daha yapmamaya yemin ettiğimi hatırlıyorum. Gitmeseymiş. Okurum. Karalama silme büyüsü bilsem keşke. Ayakları gerekmiyor olsun lütfen.

İlk satırda Büyü Malzemeleri yazıyor. En kolayı. Sonrası asıl iş.

Lavanta yaprakları. Büyü muhatabının üç tırnak parçası. Kırmızı gül yaprakları. Mum. Ölü kedi dişi. Ayak.

Tırnak parçaları. Ölü kedi dişi. Ayak.

Kedi uyurken dişini çeksem, kendi ayağımı malzemelerin içine batırsam. Hem ayak hem tırnak sayılabilir. Kusmak üzereyim. Gülümsediği fotoğraf malzemeler arasında yok. Olmalı. Gülümsememesi için.

İyi bir büyücü, tariften büyü yapmaz. Kaç kuşak boyu bu büyülerle annemin kocaları, anneannemin kocaları, büyük büyük annemin kocaları, hep evde durmuş. Hepsi birlikte. Evet. Tesirli büyüler diyorum. Ben bir tanesi için uğraşıyorum, henüz. Tarife boş veriyorum. Odaklan. Odaklan. Topla kafanı. İyi düşün. Otları, kokularını düşün. Bir insan neden evde kalmak ister. Onu evde tutacak eğlenceli bir şey olması gerekmez mi? İşte ben! Eğlenceli olursam gitmez, gittiği yerde gülmez. O zaman büyüyü bana yapmak lazım.

Ayak sesleri yükseliyor. Odaya yaklaştı, yine. Her şeyi kaldırıyorum. Kedinin tüylerini okşuyorum. Midem çıkış yolu arıyor.

* * *

Söyle hayatım. Ayakkabılıkta. Niçin sordun? Yok yani, sorabilirsin elbette, bir yere mi gidiyorsun diye şey etmiştim. Sık sık şey ettiğimi nereden çıkardın? Meraklı komşular gibi sorguya çeken sensin. Ayakkabılık demişken, konu nasıl da ayağa geliyor. Ayaklarını seviyor musun? Yok canım, tehdit olarak değil, üstüme iyilik sağlık. Ayakların olmazsa olmazın mıdır diye merak...şey ettim. Merak etmedim, şey ettim. Sensin komşu. Ayakların iyi ki varlar mı, yoksa ya olmasalardı vah vah mı? Vah vah diyorsun. Anladım. Peki bu kedinin dişleri nadide birer parça mı, yoksa kokmuş, sararmış kemik parçaları mı? Yok canım, ben de çok seviyorum onu. Ölse üzülür müsün diye yani. Bir sabah kalktık ki, gitmiş, kedi en nihayetinde. Kader mi? Öyle tabii ya. Peki, gitmese ama ölse ve dişleri sökülmüş olsa? Tamam dur, bitti, sorular bitti. N’olur gitme. Dur, dur. Sen geç içeri otur, mis gibi iki kahve pişireyim. Falına da bakarım hem, ayakkabı bağcıklarını buluruz.

* * *

Gitti gidecek. Lavanta çiçeği. Gül. Sarı gül. Beyaz gül. İyi ki yaptı şu bahçeyi. Bu ne? Isırgan otu. İyi, ondan da. Kedi dişi olmaz. Birkaç yeni tırmık iziyle koparılmış kedi tüyleri. İş görür. Tarağındaki saçlar. Ne güzeller. Oh... Kokuya bakın. Bakmayın. Ben bakarım. Bunları katmayacağım. Başka, başka... Ne koymalı? Kırmızı mum damlaları. Büyüyü mühürler. Gülmekten akan gözyaşları lazım. Ha ha! Ha ha ha ha! Of! Boşluğa uzun süre bakarsam gülmüşüm gibi gelir. Bakıyorum, baktım. Üç damla. Büyü yapılacak kişinin tükürüğü. Büyü bana. Püh! Bu da tamam. İyice karıştır hepsini, karıştır, karıştır, karıştır. Sür, oh, oh, şuraya da, saçlarıma, memelerime, popoma. Kollarıma. Bacaklarıma. Kokusu müthiş.

Bu büyüyü bir şeye çok benzetiyorum ama. Defter nerede...hah! Bu değil. Bu öldürme büyüsü. Günlük şeyler. Güldürme. Basiret bağlama. Kader bozma. Uğursuzluk... Eğlence büyüsü yok muydu? Ben ne yaptım acaba. Büyücü tariften bakmazmış. Senin neyine be. Bakayım... İştah açma, yüz yıllık masala yollama, iştah kap... Masala yollama! Evet, mum. Evet, lavanta, sarı gül, beyaz gül. Isırgan. Geçmişe bakıp yaşartılan gözlerden akan yaş... Boşluk sayılı...

* * *

Kocaman bir kazanın içinde dönüp duruyorum. Boyum kadar kazan. Ben boyum kadar değilim. Uf, ısındıkça kazanın dibindeki ayaklarım yanıyor. Ne oldu birden? Etrafımda suyun yüzeyine çıkmış bir sürü malzeme var. Aralarında yüzdürülüyorum. Mor bir duman yükseliyor üzerimizden. Bir el beni yakalamış, devamlı döndürüp duruyor. Biraz yukarı bakıyorum, kemikli bir burnun üstünde korkunç kırmızılıkta bir çift göz. Çok istediği bir şeyi almak üzere olan ağzından salyaları akıyor, çünkü dişleri yok. Diğer eliyle üstüme kocaman bir şeyler attı. Göremiyorum. Bir dakika, açılın. Aaa! Ayak. Bir çift ayak! Su kaynamaya başlıyor. Tepemdeki sivri şapkalı kadın fısıltılarla birine fenalık dolu büyüler okuyor. Bir cıyaklama yükseliyor. Yine hiçbir şey göremiyorum. Kazan hem fokurduyor hem sarsılıyor. Yeniden görebildiğimde kaynayan suda haşlanmış, yüzü acı içerisinde kalmış, ölü kedi görüyorum. Keşke dişlerini atsaydı. Ne büyüsü yaptığını merak ediyorum. Kendi büyümdeki başarımı takdir bile edemiyorum. Masala gitmeyi bile başaramıyorum, masal cadısının büyü kazanını karıştırdığı kaşık oluyorum. Geldiğim yerde bir daha gülmeyeceğimi bilmiyorum.

* * *

Bağcıklarım nerede? Ayaklarıma bakarken iyi ki varlar mı, yoksa vah vah mı, diye düşünüyorum. Kafayı sıyırdı iyice. Bir saattir içeride, sözüne inanıp, kahve bekliyorum. Daha kötüsü, fal bakmasını daha çok bekledim. Nasıl oluyorsa, biliyor. O bağcıkları bulmam gerekiyordu. Aklımdaki büyü için en mühim malzeme. İlla kırmızı ayakkabı bağcıkları yazıyor. Gideyim, gittiğim yerde güleyim büyüsü için biçilmiş kaftan, hatta bağcık. Neyse, çıkıyorum. Akşam bulurum. Kahvesi kendine kalsın. Nasılsa yalnız başına bol bol içecek epey zamanı olacak.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on May 21, 2020 06:18