Mahir Şanlı's Blog

March 29, 2022

14 Şubat

-EROS’UN OKLARI-

14 Şubat Sevgililer günü aklımıza gelince, Şubat sayısında aşk üzerine bir yazıyla yer almamız gerektiğine karar verdik. Her konuya olduğu gibi aşka da mitolojiden bir pencere açmanın en doğrusu olduğunu düşündük. Bu bağlamda aşk, mitolojide nasıl işlenmiş? Mitlerde verilen mesajla bugünkü aşklar arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Bunları dilimiz döndüğünce anlatalım istedik.

Alan Watts “Âşık olmak, yıldırım çarpması gibi bir şey; o yüzden de mistik hayallere benzetirim.” Diyor ve ekliyor “İnsanların aşka nasıl kapıldıklarını bilmiyoruz, neyin bu duruma sebep olduğu da hâlâ tam olarak açıklanmış değil.” İşte bu sebepsizlik ve âniden vurulma metaforu bizi doğrudan Eros’a ve onun aşk zehrine bulanmış oklarına götürüyor.

Arkaik insan, bu sebepsizliği aşk tanrıçasına bağlamış; onun yayından çıkan oklar neticesinde, yaralanan kimsenin karşısına ilk çıkan kişiye âşık olduğuna inanmıştır. Bu düşüncenin, günümüzde dahi net olarak sebebi çözülemeyen bu duyguyu izah etmek için gayet uygun olduğunu kabul etmeliyiz. Biz de bu yazımızın odağına, elinde yayı ve okuyla yaramaz bir çocuk edasıyla göklerde gezinen Eros’u (Cupid) koyacağız.

Ebeveynlerini bilmek, aşkın kişileştirilmiş karşılığı olan Eros’u, dolayısıyla da aşkı anlamayı kolaylaştıracaktır. Babası Ares, annesi ise Aphrodite’dir. Birisi savaşın, kaba gücün, nefretin, hırsın simgesiyken diğeri; güzelliğin, şehvetin, arzunun ve tutkunun simgesidir. Birbirine zıt ve aynı zamanda birbirini tamamlayan bu duyguların ürünü olan aşka da mitolojide Ares ve Aphrodite’den daha uygun ebeveynler bulunamazdı. Aşkı yaşayanların ruh hallerinde arzu ve nefretin sık sık kendisini göstermesini de bu ebeveynlere bağlayabiliriz. Başta da belirttiğimiz gibi bizim, her konuya mitolojik bir pencere açmak gibi bir misyonumuz var…

Peki önüne geleni birbirine âşık eden Eros, hiç âşık olmadı mı? Cevap: Evet, o da âşık oldu. O zaman ne duruyoruz? Eros’un kendi ayağına sıktığı okun hikayesini anlatalım.

* * * * * *



Uzak diyarların birinde bir kralın üç kızı vardı. Kızların en küçüğünün adı Psykhe’ydi. En güzelleri de yine oydu. Ablaları yaşları geldiğinde birer birer evlenirken, Psykhe’nin bir türlü talibi çıkmıyordu. Bunun en önemli sebebi o güzelliğin kendilerine lanet getireceği inancıydı.

Onun güzelliğini kıskananlar arasında Aphrodite de vardı. Sürekli olarak insanların Psykhe’nin güzelliği üzerine konuşmalarından iyice rahatsız olan Aphrodite, oğlu Eros’u (Cupid) çağırdı ve ona Psykhe’yi dağlarda, mağaralarda yaşayan iğrenç varlıklardan birine aşık etmesini söyledi. Eros, annesinin isteğini yerine getireceğini söyleyerek o krallığa doğru yola çıktı.

Psykhe’nin babası, kızının geleceği konusunda yaşadığı endişeyi gidermek üzere Apollon tapınağındaydı. Bu tapınağın rahiplerinin kehanetleri çok güçlüydü. Onlar kızının gelecei konusunda nasıl bir yol izlemesi için kendisine yol gösterebilirdi.

Kahinler ritüellerini yaptılar, tanrılara adaklarını sundular ve kralın karşısına çıktılar. “Sevgili kralımız, kızınızı güzelce giydirip Mykale (Dilek) Dağı’na götürmelisiniz. Kocası onu oradan gelip alacak.” Diyerek krala salık verdiler. Kral kızının kanatlı canavarlara eş olacağını düşünerek üzüldü ama yapacak bir şey yoktu. Kâhinler böyle buyurmuştu.

Kral düğün alayı kurup kızını Mykale Dağı’na götürdü, sarılıp vedalaştı ve onu orada yalnızlığa terk etti. Kalabalık geri dönünce yalnız kalan Psykhe’nin içini tarifsiz korkular kapladı. Kendisini alıp götürecek olanın bir canavar olacağını, babasının döktüğü gözyaşlarından anlamıştı. Çaresiz akıbetini beklemeye başladı.

Nice zaman sonra batı rüzgarlarının getirdiği bir bulut Psykhe’yi alıp götürdü. Psykhe, bulut kendisini sardığı an bayılmış, kendini kaybetmişti. Gözlerini açtığında kendisini muhteşem bir sarayda buldu. Bu güzel yerde yalnızdı Psykhe. Akşam olduğunda o yatağa uzandığında kocası gelip koynuna girdi ve sabaha dek onu mutlu etti. Sabah uyandığında kocasını yanında bulamadı. Bu durum her gün tekrarlayıp durdu. Psykhe nihayetinde kocasına yüzünü görmek istediğini söyledi. Kocası ise bu şekilde mutlu olduklarını, mutluluklarının sürmesi için tek şartının yüzünü görmeden, hayatlarına bu şakilde devam etmeleri olduğunu söyledi. Psykhe her ne kadar üzülse de kocasının bu isteğine saygı gösterdi ve kabul etti. Aylar bu şekilde akıp gitti.

Nihayetinde Psykhe hamile kaldı. Hamileliği ilerlemişti ki kocasına ailesini ziyaret etmek; onlara hem hayatta olduğunu hem de yakın zamanda anne olacağını müjdelemek istediğini söyledi. Kocası, onun bu isteğini olumlu karşıladı. Ne var ki kendilerinden daha güzel olan kız kardeşlerini görmek kıskanç ablalarını pek mutlu etmemişti. Hele ki Psykhe’nin kocasına duyduğu aşk onları öfkelendirmişti. Bu mutluluğunu bozmanın yolunu hemen buluverdiler. Kocasının şartının büyük bir saçmalık olduğunu söylediler. Onun bir canavar olması halinde doğacak çocuğunun da canavar olacağını, o yüzden ne yapıp edip çocuk doğmadan kocasının yüzünü görmesi gerektiğine onun inandırdılar. Ona bir de yağ lambası verdiler.

Kocası her zamanki gibi Psykhe’nin kollarında güvenle uyurken, o yataktan sessizce kalktı ve hazırladığı lambayı alıp geri döndü. Lambayı usulca kocasının yüzüne yaklaştırdı. Tam o sırada lambadan sızan kızgın yağ kocasının üzerine döküldü ve acıyla uykusundan uyandı. Psyke şaşkınlık içindeydi. Karşısında bir canavar beklerken aşk tanrısı Eros’u bulmuştu. Eros ise ihanete uğramış olmanın hayal kırıklığıyla hızla oradan ayrıldı.

Erosla birlikte tüm güzellikler de Psykhe’yi terk etmiş oldu. Bir kuru toprağın üzerinde yapayalnız kaldı. Nihayetinde Psykhe, Aphrodite’ten yardım istedi. Aphrodite, en başından beri sevmediği ölümlünün kendisine muhtaç olmasından memnundu. Ona bir düzine şart koştu ve ancak onları yerine getirirse yardım edeceğini söyledi. Psykhe, tanrıçanın kendisinden istediği her şeyi yerine getirdi. Aphrodite’nin son isteği Phersephone’un, içinde gençlik iksiri olan şişesini kendisine getirmesiydi. Psykhe bu şartı da yerine getirmek üzere olağanüstü bir çaba sarf edip şişeyi ele geçirmeyi başardı. Ne var ki Aphrodite’ye vermeden önce merakına yenik düşerek şişeyi açtı. Şişede ölüm uykusu vardı ve Psykhe ölüm uykusuna daldı.

Eros, durumdan haberdar olunca uğradığı ihaneti unutup sevdiği kadını kurtarmak için harekete geçti. Fakat ne yaptıysa onu uyandırmayı başaramadı. Son çare olarak Psykhe’yi alıp Zeus ve Aphrodite’ye götürdü ve onlardan yardım istedi. Oğlunun bu denli üzgün olduğunu gören Aphrodite’nin kalbi yumuşadı, Zeus’un yardım etmesine razı oldu. Tanrı, nefesini üfledi ve güzeller güzeli Psykhe’yi uyandırdı. Pskhe (Ruh) ve Eros (Aşk) sonsuza dek birlikte yaşadılar. Gebe olan Psykhe, Hedone (Mutluluk) adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi.


* * * * * *


Psykhe miti, Yunan mitolojisinin en güzel hikâyelerinden biridir. Yalnız bu miti okurken, iki kişi arasındaki aşktan ziyade iki olguya odaklanmak daha doğru olur. Çünkü Eros (Cupid) aşkın, Psykhe ise ruhun kişileştirilmiş halleridir. Eros’un bir bulut suretinde gelip Psykhe’yi alması, aşkın beklenmedik anda karşımıza çıkmasının betimlenmesinden ibarettir. Aşk, ruhun ayaklarını yerden keser ve ona daha önce yaşamadığı mutluluğu yaşatır. Tek beklentisi de sadakattir. Ne zaman ki ruh başkalarının sözüne kanar, sadakatinden ödün verir; işte o an aşkını kaybetme tehlikesiyle yüzleşir ruh…

Ruhun aşkı kaybettikten sonra yaşadığı perişanlık ve akabinde ona kavuşmak için her zorluğa göğüs germesi de yine aşkın insan üzerindeki etkilerinin betimlenmesidir. Bizce bu mitteki en güzel metafor ise Aşk ve Ruh’un birleşmesinden doğan çocuğun adının Hedone, yani mutluluk/haz/keyif olmasıdır. Çünkü aşkı bulan bir ruh mutluluğa ve hazza kavuşmuş olur.

“Mitoloji nedir?” diye sorulduğunda “Mitoloji, arkaik toplumların hayatı ve dünyayı anlama ve anlamlandırma çabalarıdır” diye kısa bir açıklama yaparız. Aşk da hayatın bir parçası olduğuna göre mitlerde, aşkı anlamlandırma çalışmalarını görmemiz de kaçınılmazdır. Aşkı işleyen onlarca mit içinden bu hikâyeyi seçmemizdeki en önemli nedense, daha kapsayıcı ögeler içermesi ve aşkın özüne dair birçok sembolü de içinde barındırmasıdır. Umuyoruz hikâye de mitolojinin aşkı izah çabası da hoşunuza gitmiştir.

Eros’un oku sırtınızdan eksik olmasın diyoruz sevgili okur.

Sevgililer gününüz kutlu olsun…

Mahir ŞANLI
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 29, 2022 03:28

January 21, 2018

TSK Zeytin Dalı’nı uzattı

Zeytin Dalı, Antik Yunan’dan günümüze barışın simgesi olarak görüldü. “Zeytin dalı uzattı” sözü, sorunlu iki kişi ya da grup/kurum/ülke arasında olumlu yönde atılan adımı tasvir etmek için kullanılan bir deyim haline geldi. TSK’nın uzattığı zeytin dalının uzun vadede bölgeye barış getireceğini umuyoruz. Yalnız o dalın bazı gözlere sokulması ön koşulu ile...

Suriye iç savaşının çıkmaza girdiği, kuzeyde PKK’nın giderek güç kazandığı günlerden bugüne, Türkiye’nin müdahelesi sürekli olarak ihtimal dahilinde tutuluyordu. Gerek Türkiye’nin ABD-Rusya arasına sıkışan stratejisi, gerekse de Suriye rejimi ile olan husumeti, bu ihtimali hep çıkmaza sokuyordu. Türkiye de iyi kurgulanmış bir harekat planından mahrum, büyük güçlerin tamamına rağmen bir aceleciliği istemiyordu. Buna karşın TSK’nın bu konu üzerinde mesai harcadığı, harekat planlarını oluşturduğu biliniyordu.

Derken ABD’nin Suriye-Türkiye sınırına YPG militanlarından oluşan bir “Sınır Güvenlik Gücü” konuşlandıracağı haberi çıktı. Bu haber Türkiye’nin “Kurbağa deneyinin” de sonu anlamına geldi. Yavaş yavaş kaynayan su birden alev gibi ısındı. Önce yüksek sesle bu mantık dışı düşüncenin kabul edilemeyeceği, buna izin verilmeyeceği haykırıldı ve nihayetinde Türkiye’nin ani ama gayet akılcı müdahelesi geldi: “Zeytin Dalı Harekatı” başladı.

Suriye’de yıllar yılı yanlış politikalar izleyerek, işin bu noktalara gelmesine sebep olan bizzat AKP hükümetidir. Bu tespiti her daim yaptık, bundan sonra da yeri geldikçe hatırlatmaya devam edeceğiz. Ancak bu gerçeğin farkında olmak, bugün bu harekatın bir elzem olduğunu inkar etmemizi de gerektirmiyor. Egemen güçlerin, kendi çıkarları doğrultusunda, bölgede attıkları hamleleri yeterince izledik. Hatta sürecin uzun bir bölümünde hükümetin ön görüsüzlüğü ile bizzat bu çıkarlara hizmet eden politikalar yürüttük. Ama koşullar artık AKP hükümetinin o politikaları yürütmesine imkan tanımıyor. Esad devrilmedi, ABD ise bambaşka hedeflere yoğunlaştı. Geldiğimiz noktada, zamanında işin hangi noktaya evrileceğini kavrayamayan AKP hükümeti, koşulların kendisine dayattığı hamleleri yapmak zorunda kaldı. Bu hamleler yapılırken şükür ki kurmay aklı devreye girdi.

“Ödenmeyen her hesap, borç defterinde açık kalır” dierek bu sayfayı şimdilik çeviriyoruz.

Şu an Türkiye bir beka sorunuyla yüz yüze. Ya ABD destekli kürt terör örgütünün, önce tüm güney sınırlarımıza yerleşmesini, sonra buradan kendi topraklarımıza sıçramasını bekleyecek; ya da bugün gerekli hamleleri yaparak bu oyunu bozacağız.

Zeytin Dalı Harekatı bu oyunu bozmak için atılmış ilk ve önemli bir adımdır. Yol uzun ve bugün yaşandığı kadar coşkulu olmayacak. Daha ilk günden psikolojik savaş başladı. Türk Ordusu’nu sivillere saldırmakla itham ediyor, uluslararası arenada destek arıyorlar. Bu durum zamanla daha da güç hale getirilecek. Uluslararası baskılar artırılacak, onların etkisini güçlendirmek için kamuoyunu etkilemeye çalışacaklar. Bunun için her yolu kullanacaklar.

Yavaş yavaş kayıp haberleri gelmeye başlayacak. Bayraklara sarılı tabutlar, Anadolu’nun dört bir yanına dağıldığını göreceğiz. İçerde, bu acı tabloyu kendi amaçları yönünde kullanmak için kurulmuş bir orkestra sahne alacak. Üzülüyormuş, içi kan ağlıyormuş gibi yapacaklar. Toplumun zayıf karnını zorlayacaklar.

Onlar işlerini daha rahat yapabilsinler diye içerdeki hainler saldırıya geçecekler. Şehirlerde, meydanlarda, parklarda alçak saldırılar yapacaklar. Belki onlarca, yüzlerce insanımızın kanına girecekler. O üzülüyormuş gibi yapan orkestra en adi notalarına sarılacak, en aşağılık parçalarını okumaya başlayacaklar. Enstrümanlarının değil, insanımızın bam teline basacaklar.

İşte tam bu dönemde iş bizlere düşecek. Bizler de onların çaldığı aşağılık parçalara ritim tutarsak eğer, işte o zaman kaybedeceğiz. Savaşı kaybetmenin ilk adımıdır, psikolojik savaşı kaybetmek. Askerimizi sahada zorlu bir savaş bekliyor, bizlere düşen de onların arkasındaki kamuoyu desteğini diri tutmaktır. Bizlere düşen psikolojik savaşta her türlü taktiğe karşı hazır olmaktır.

Teyit edilmemiş açıklamalara mesafeli yaklaşmak, terör odaklarının propaganda amaçlı yayınladıkları açıklama, görsel ve haberlerin yayılmalarına olanak tanımamak, yapılan kan anonslarına da ivedilikle destek vermek, şu an için öncelikli görevlerimiz.

Borç defteri açık, o konu kapanmadı. Ama evimiz yanarsa, o defter de yanacak ve içindeki alacakların bir manası olmayacak. O yüzden önce yangını yenmek zorundayız...

Tanrı Türk’ü Korusun...
3 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 21, 2018 03:07

January 11, 2018

*Cihangirliye Kafatasçı Kürtçülük Şoku!

“HDP ile Pekeke’yi bir görmemek lazım. Sonuçta HDP isminden de anlaşılacağı üzere tüm halkların demokratik taleplerine güçlü ses olması için kurulmuştur. Dikkat ederseniz Kürt, Türk, Zaza, Ermeni, Yezidi, Süryani; her kesimden temsilciler kendilerini temsil şansı buldular.”

İşte bu cafcaflı sözlerle toplumun bir kesimine kabul ettirilen “Halkların Demokratik Balonu” Hasip Kaplan’ın attığı iki tvitle patlayıverdi. “Cihangirli”nin bu gerçekle yüzleşmesi elbette kolay olmadı, hemen genel merkezin attığı karşı tvite sarıldı. “Hasip kaplan ırkçılık yaptı ama Genel Merkez’in politikası belli” söylemini dillendirdi. Uyan Cihangirli, Üsküdar’da sabah oldu...

* * *

Cihangirlinin dün geceki şokunu yaşarken henüz 14 yaşındaydım. Yan komşumuzda çay içiyor, Arabistanlı Lawrance filmini izliyorduk. Lawrance Arapları kışkırtarak, Anadolu’ya dönmekte olan yaralı askerlerimize saldırttı. Eli, kolu, gözü bandajlı askerlerin direnmek gibi bir şansları dahi yoktu. Hepsini kılıçtan geçirdiler. Yan komşumuzda misafir bulunan, akrabaları “Haah kesin bu Tırkleri” dedi. Söylediğini algılamam 10 dakikayı bulmuştur sanırım. Benim kimliğime karşı bu nefreti anlayamadım... Adam sanıyorum bizim orada olduğumuzu unutmuş, o rahatlıkla saydırmıştı. Ev sakinleri mahcup oldular, sessizlik oldu, ben kalktım eve gittim...

* * *

Hasip Kaplan’ın öfkeyle “Bu partinin başına bir Türk geçemez, herkes haddini bilsin!” diye attığı tvit, bastırılmış duygularının yüzeye çıkmasıydı. Bazıları bunu hafife alır gibi “Rakıyı fazla kaçırdı yine.” tarzı cevaplar yazdı altına ama kazın ayağı öyle değil. Kürtler uluslaşacağız derken ciddi manada kürtçü faşizme evrildiler. Hem de olabildiğince saldırgan, olabildiğince nefret dolu.

Cihangirli bunu görmemekte ısrar etti.

İstanbul’un göbeğinde mağaza yaktı. “Münferit” denildi.
Servis aracı kundaklayıp gencecik bir kız diri diri yakıldı, “Mit işi” denildi.
Çiçeği burnunda bir öğretmen katledildi, “Adı Aybüke belli ki Türkçü” denildi.
Polis aracı geçerken patlatılmaya çalışılan bomba geç patladı bir çocuk paramparça oldu, “savaş en çok çocukları etkiliyor” romantizmi yapıldı. Suçlu görmezden gelindi.
Üniversite kampüsünde dağ gibi Fırat katledildi “Bir Faşist temizlendi.” denildi.

Ucu kendilerine dokunan terör eylemlerinde dahi PKK’ya toz kondurmamak için “Bu kan durmalı.” söylemine sarılındı.

Cihangir bu işin ajitesini yaparken HDP o saldırıları düzenleyenler için taziye çadırı kurmakla meşguldü.

Türkiye’yi de bir kenara bırakalım, dönelim Suriye’ye, Irak’a bakalım. Emperyal güçler tarafından inşa edilmeye çalışılan kürt ulus bilinci ne icraatler yapıyor görelim. Zorla göç ettirilen Türkmenler, Araplar; kimliklerini inkar etmeleri, kendilerini kürt saymaları istenen Yezidiler, işte bu “uluslaşma” sürecinin sonuçları.

Türklere ulusalcılığın, milliyetçiliğin, Türkçülüğün ne denli fena bir anlayış olduğu, ayrıştırıcı bir fikir olduğu anlatılırken kürtlere zorla bir ulus kimliği oluşturma çabasındaki tezatı görememek aptallıkla dahi açıklanamaz. Kürtler daha önce de defaatle belirttiğim üzere 100 yıl önce Ermenilerin izlediği yolu takip ediyorlar. Dış güçlerden aldıkları destekle olmadık işlere kalkışıyorlar. Bu olmadık işleri gerçekleştirmek için de taraftarlarını fanatizm boyutunda Türk düşmanlığı ile donatıyorlar.

Tarih aslında tekerrürden ibaret değil, ibret almayı bilmeyip hatalarını tekrar edenler için sonuçları da tekrar ediyor hepsi bu.

Neyse sevgili Cihangir ahalisi; “Kürt Partisi’nde bir Türk başkan olamaz!” zihniyetinin anlattığı masallara inanmaya devam edin siz. Olmadı “kandırıldık” der çıkarsınız işin içinden. Kimler nerelerden bu savunmayla çıkmadı ki?

Mahir Şanlı



*Cihangirli = Kürtçülüğün kuyruğuna takılmış, omurgasız Türk solu.
2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 11, 2018 04:47 Tags: hasip-kaplan, hdp, pkk

January 7, 2018

Allah Tanrı’yı Kışladan da Kovdu!

Atsız’ın MHP’nin meşhur Adana Kongresi sonrası gazetecilere “MHP’de Allah Tanrı’yı kovdu” dediği söylenir. Tanrı kitaplardan, şarkılardan, televizyon ve gazetelerden kovuldu. Bir tek 22 asırlık çınarda yaşatılıyordu. Türk Ordusu’nda! İç İşleri Bakanlığı’nın Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderdiği “Yemek Duası” yönergesiyle bu da son bulmuş oldu. Anlaşılan Allah, Tanrı’ya bu topraklarda yaşam hakkı tanımayacak...


TDK Sözlük’te “Kainatta var olan her şeyi yaratan, koruyan, tek ve yüce varlık” olarak tanımlanmış Tanrı sözü. Eski Türkçede Tengri olarak kullanılan kelime zamanla Tanrı halini almış. Kısaca yaratıcının Türkçe adı TANRI! Yaratıcıyı kendi dilimizle anmayı lanetleyen anlayış nasıl oldu da bu kadar kök saldı? İfade etmek zor. Türkçe ezana karşı yaratılan tepkinin etken olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz diye düşünüyorum. Tabii buna bir de NFK gibi İslamcılık adı altında Türkçeyi aşağılayan şahsiyetlerin katkılarını da eklemek lazım. Daha önce “Tanrı kulundan dinlediklerim” adında eser çıkaran “üstat” çok sonra kendisine Tanrı kelimesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda “Allah Tanrı’nın belasını versin!” Duası kabul olmuşa benziyor...

Bence bu hususta dikkat edilmesi gerek en önemli husus, yine dini hassasiyet kisvesine büründürülmüş Türk düşmanlığıdır. Türkçe ezan, Türkçe hutbe konusunu yıllar yılı kara propaganda meselesi haline getirenlerin “kürtçe ezan” konusunda, Çözüm Süreci sonuna dek ses çıkarmadıklarını gayet iyi biliyoruz. Yüce yaratıcının diğer dillerdeki karşılığı hiçbir şekilde sıkıntı yaratmazken Türkçe karşılığına tepkinin kaynağı kesinlikle Türk’e karşı duyduları kinle açıklanabilir.

Hüda, Mevla, Rabb, İlah kelimelerinin kullanımına herhangi bir itiraz duymadım. Bunun yanında, yurtdışında yaşayan biri olarak müslümanların gayri müslimlerle olan konuşmalarında “God” kelimesini gayet rahat kullandıklarına şahit oldum. Müslümanlarca hazırlanan Hollandaca Kuran’ın giriş kısmında “en jij Mohammed, bodschaper van GOD” (ve sen Muhammed, Tanrı’nın elçisi.) kullanılırken de herhangi bir sakınca görülmemiş. Sıkıntı demek ki Türkçe karşılığı olan Tanrı kelimesinde.

Tanrı sözcüğüne karşı olanların gerekeçeleri arasında “Tanrı-Tanrıça tanımları cinsiyet ayrımını göstermektedir. Allah cinsiyetten münezzehtir.” Ifadesine denk geldim. Hollandacada God kelimesi yaratıcı anlamında kullanıldığı gibi erkek tanrı için God, dişi tanrı için Godin tabiri de kullanılmaktadır. Bu tanımlara dayanarak müslümanların God kelimesinden de imtina etmeleri gerekirdi. Almancada Göttin, İngilizcede Goddes kelimeleri de keza Tanrıça manasına gelmektedir.

Batılı dilleri bir kenara bırakırsak. İbranice Elah’tan gelen İlah kelimesini kullanmakta da bir sakınca görmemekte islami kesim. Oysa İlahe kelimesi de tanrıça manasına gelmektedir ve yaratıcıya cinsiyet atfetmektedir. Sunulan bu tuhaf gerekçelerin içi boştur. Atsız’ın belirttiği “Türklüğe düşman üç zümre”nin aşağılık işlerinden biridir.



İslami kimliğiyle (!) tanınan Hüda-Par üyeleri, gösterilerinde “xweda” pankartı açarken, Kürtçe Kuran meallerinde Allah yerine Xweda kelimesi kullanılırken Tanrı kelimesine karşı sergilenen duyardan eser görülmez. Hatta bırakın karşı çıkmayı, bu kullanım teşvik de edilir. Devlet yetkilileri attıkları tvitlerde, devlet televizyonu verdiği haberlerde “xweda” kelimesini kullanmakta bir sakınca görmezler. Hatta Lice Kaymakamlığı, resmi internet sitesinden kürtçe geçtiği kutlamada bu kelimeyi kullanır... (2013)


Türk düşmanlarını bir kenara bırakacak olursak Tanrı sözcüğü Türkçedir. Yüzyıllar boyunca Türkler yaratıcıyı bu isimle andılar. Şimdi müslümanlığı Araplaşma olarak anlayan kıt zihniyet eliyle yaratıcıyı kendi dillerinde anmaları yasaklanıyor. Bunu kabullenmek kendi dilimize, kendi kanımıza ihanet etmekle eşdeğerdir. Osmanlı döneminde yapılan ilk tercümelerde de yine Allah’ın karşılığı olarak Tanrı/Tengri kullanılmıştır. Ki bu tercüme Molla Fenari’ye aittir.

Tanrı sözcüğünü kullanmaya ısrarla devam etmeliyiz. Çünkü Tanrı’dan vazgeçmek çok büyük bir mevzinin kaybı anlamına gelir. Bu topraklarda Tanrı’nın yenilgisi, Türklüğün yenilgisidir.

Şimdiki islamcılar kadar müslüman olmayı başaramayan bir kaç zattan alıntıyla yazımı sonlandırayım...




“Tengri: Allah azze ve celle.” Kaşgarlı Mahmud

“Tengri teâlâ sözin, Resulullâh sünnetin.” Hoca Ahmed Yesevi

“Aşk mı derim ben ona, Tanrı’nın uçmağını seve..” Yunus Emre

“Her kim (ki) ona (peygambere) ulaştı, ulaştı Tanrı’ya.” Süleyman Çelebi

“Tanrı’nın gölgesi olan padişah Revan’da galip” Evliya çelebi

“Devran sana memleket ve taht verdi, Tanrı bahtını daim kılsın” Yusuf Has Hacib

“Amin diyenler Tanrı’nın yüzünü görsün.” Dede Korkut


Mahir ŞANLI


Kaynakça:

Divanü Lugati’t Türk – Kaşgarlı Mahmud (Kabalcı – 2007)
De Levende Koran – (2013 Rotterdam)
Dede Korkut Kitabı - (Yunus Zeyrek)
Kutadgu Bilig – Yusuf Has Hacib (Seçmeler - Hazırlayan: Ö. Tabaklar - F. Korkmaz)
2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 07, 2018 15:39

January 2, 2018

PAYİTAHT

Kıymetli Reis-i Cumhurumuzu dinleyip tarih öğrenmek için Payitaht dizisine dört elle sarıldım. Hatta o derece abarttım ki yayınlanan bölümleri bitirdim, işi yayınlanacak bölümlerden ipuçlarına ulaşmaya kadar getirdim. Şimdi size ulaştığım bu kıymetli bilgilerden birini aktaracağım. “Spoiler” uyarısı yapayım da sonradan kızmayın...

93 Harbi kaybedilir, Ruslar Yeşilköy’e kadar dayanır. Harp sonunda Ayestafanos Antlaşması imzalanmış, Rumeli’deki hakimiyetimiz Ruslara devredilir.

Dahi (!) padişahımız müthiş bir çözüm bulur ve Kıbrıs’ı İngilizlere vererek Balkanlar’da hakimiyetimizi yeniden tesis etmenin yolunu açar. Berlin Antlaşması, Bismarck’ın da müdahaleleriyle, Rusların Balkanlardan çekilmesini sağlar. Ama bize de ödevler vermekten geri kalmazlar. “Girit’teki gibi reformlar yapacak, azınlıkların haklarını vereceksin!” derler. Biz de hay hay deriz...

Ve spoiler içeren o bölüm:

* * * *

1903 yılı Makedonya’sındayız. Balkanların her köşesinde “Konsolos” maskeli müfettişler kol gezmektedir. Kendilerini sömürge valileri gibi gören bu konsoloslar her işe burunlarını sokarlar. Kendilerine yakın olan azınlıkları isyanlara teşvik edip, bu isyanların sertlikle bastırılması sonrası ise kamuoyu oluşturacak raporlar hazırlarlar.

Bunların başını da Rus Konsolos Aleksander Arkadjevich Rostkovsky çekmektedir. 42 yaşında, Rus hariciyesinin gözdesi bir konsolostur Rostkovsky. Moskova’dan aldığı emirlerle isyanları teşvik etmekte, isyanlar sonrası verilen kayıplar sonrası ise öfkesini zor zapt etmektedir. Ona göre Rusya beklememeli, Balkanları özgürleştirmelidir. Ama kendisine verilen görevin gereğini yapmaya devam eder. Raporlarını hazırlar ve o kutlu günün yaklaştığı konusunda hem kendisini, hem de kendisine umut bağlayanları inandırır.

Rostkovsky, Manastır’da haddi olmayan işlere karışmaya başlar. Dükkanları denetler, askerlerle münakaşalara girer, kimi zaman da şiddete başvurur. Bunun tanıklarından olan İngiliz seyyah Durham “Rus Konsolos arabasına asılan bir çocuğu ölesiye dövdü. Gözü dönmüş adamın elinden çocuğu jandarmalar güçlükle alabildi.” diye not düşmüştür. Aynı dönemlerde Fransız Le Matin ve Amerikan New York Times gazetelerine verdiği demeçlerde; “Bunların anladığı dil sertliktir, herkese anladığı dilden konuşmak gerekir.” tarzında açıklamaları olmuştur.

Rostkovsky adeta olay çıkarmak istercesine, pervasız davranışlarına, yersiz taleplerine her gün bir yenisini eklemektedir. Manastır Valisi Ali Rıza Paşa’ya çıkan Rostkovsky, Osmanlı askerlerinin kendisini selamlamak zorunda olduğunu, bunu yapmadıklarını dile getirir. Ali Rıza Paşa böyle bir uygulamanın örneği olmadığını söyleyerek bu talebi reddeder, ısrarın devamı sonrası ise “PAYİTAHT”a yazmak durumunda kalır. Gelen cevap “uyma çocuğum sen ona” kıvamındadır. “Konsolosun üniformalı olması halinde selam vermeniz uygun görülmüştür.” denir. Ali Rıza Paşa bunu askerlerine duyurur.

Rostkovsky, isteğine kavuştuktan kısa süre sonra kendisine selam vermeden geçen bir askeri elindeki şemsiyeyle herkesin gözü önünde döver. Bu durum askerin gururuna dokunur. Kendi topraklarında bir Moskof tarafından aşağılanmayı hazmedemez. İddia odur ki ne pahasına olursa olsun bu hadisenin tekrarı halinde sessiz kalmayacağını, hesabını soracağını söyler.

Kader bu ikiliyi 8 Ağustos 1903 sabahı yine karşılaştırır. Rostkovsky’nin şemsiyeyle dövdüğü Halim, Nüzhetiye Karakolu’nda nöbetçidir. Rostkovsky karakolun önünden geçerken askerlere bakar, selam vermediklerini görünce hiddetlenir. Üzerlerine yürür. Halim konsolosu tanımıştır ama üzerinde üniforma olmadığı için selam vermez, kendisine bağırmaya başladığında ise kimlik sorar, tüfeğini ona doğrultur. Bu hareket karşısında iyice öfkelenen Rostkovsky tabancasına davranır. Halim bu hamleyi görünce tetiğe basar, Rostkovsky’yi vurur. Biri göğsünden, biri de başından olmak üzere iki yara alan Rostkovsky olay yerinde can verir. Jurnaller PAYİTAHT’a haberi telgrafla geçerler.

Silah sesini duyup karakola koşan Erkan-ı Harp yüzbaşısı Enver’e silahını teslim eden Halim: “Ben vurdum, silahına davrandı, o beni vuracaktı, ben önce hamle ettim.” der. Yaptığının nefsi müdafaa olduğunu söyler.

1 gün sonra yani 9 Ağustos günü Sultan’ın iradesiyle Divan-ı Harp kurulmuştur. PAYİTAHT bununla yetinmemiş kararın en kısa zamanda alınmasını buyurmuştur. Gereği yerine getirirlir. 4 gün içinde Halim’in idamına hükmedilir. Yetinilmez, yanındaki diğer nöbetçi olan Abbas da cinayete göz yummakla hüküm giydirirlir. Onun cezası da idamdır. Bu kadarla da bitmez... Mahkemede Halim lehine tanıklı eden askere 15 yıl kürek cezası verilir.

Ruslar bunu da kafi görmez. Vali Ali Rıza Paşa’nın bu cinayeti tertiplediğini iddia ederek onun da ceza alması gerektiğini söylerler. Diğer konsolosların da içinde oldukları komisyon bu iddiayı mesnetsiz bulur. Buna rağmen PAYİTAHT Ali Rıza Paşa’yı görevden alır, Trablusgarp’a sürgüne gönderir.

1 hafta içinde tüm yargılama ve infaz gerçekleşir. Halim ve Abbas Rostkovsky’nin öldüğü yerde asılır. PAYİTAHT Çar’a özür mektubu gönderir, maktulün ailesine 400 bin Frank tazminat ödemeyi teklif eder. Ailesi bu teklifi reddeder.


Makedonlar anısına şarkı yazarlar:

“Tüfek iki kez patladı,
Bitola Karakolu’nda;
Birinci kurşun patladı
Rus konsolosu omuzunda;
İkinci kurşun patladı
Rostkovski’nin başında!”

* * * *

Bu bölümü mutlaka izleyin... Devlet-i Aliyye’nin, PAYİTAHT’ın bir kalemde harcadığı, Türk’ün gönlünde ise sonsuza dek yer bulacak Halim’in hikayesini kaçırmayın...

Şaka şaka... Tabii ki Halim’den, Kıbrıs’tan bahsedilmeyecek. Fantezi yapıp, “Yıldız burcundaki” zata İngiliz konsolos tokatlatmak varken, bunlardan ne diye bahsedilsin?

İroni bir tarafa, siz Reis-i Cumhur’a bakmayın. Tarih dizilerden değil, ciddi kaynaklardan, çapraz okumalar yaparak öğrenilir. Okuyun.

Bizi okumak kurtaracak...

Mahir ŞANLI
2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 02, 2018 03:06

October 20, 2017

Mezhebimiz Türkçülüktür

Kerkük’ün Haşdi Şabi destekli Irak Ordusu tarafından geri alınma süreci Türkiye’de farklı tepkilerle karşılandı. Sevindirici olan, kamuoyunun ağırlıklı olarak, aksi yönlendirmeye karşın Barzani-Peşmerge karşıtı tutum sergilemesi oldu. On altı yıllık yoğun propaganda ve algı çalışmalarına karşın Türk’ün olaylara mezhepsel açıdan yaklaşmayı reddinin net göstergesidir bu...

On altı yıllık algı çalışması derken altı boş bir iddiada bulunmuyorum. Arşivler ortadadır. İktidar yanlısı gazetecilerden vekillere, sosyal medya trollerinden Cumhurbaşkanı danışmanlarına kadar her çevreden bu algı çalışması yapıldı. Türkmenlerin İran güdümünde olduğu, Barzani’nin ise Türkiye’nin dostu olduğu sıkça dile getirildi. Kendi bakış açılarını tüm topluma dayatmaya, o istikamette tavra itmeye çalıştılar ama sonuç hüsran oldu. Kendileri Türk’ün taleplerine boyun eğmek durumunda kaldılar. Gerçi bunda değişen konjonktürün etkisi de çok büyük, bunu inkar edemeyiz.

Peki bunca propaganda aracını kullanarak sevdirmeye çalıştıkları Barzani ve “Kürdistan” neden Türk toplumunda karşılık bulmadı? Başlıca nedeninin, Türk devriminden bu yana çelik ağlarla örülen Türk ulus bilincinin doğal refleksi olduğu fikrindeyim. Bunun yanında Barzani’nin atalarından miras alıp bugün de sürdürdüğü “Büyük Kürdistan” hayalinin Türkiye’de net bir şekilde görüldüğü gerçeğini de ekleyebiliriz. Türkiye’nin 22 şehrini kendi sınırları dahilinde göstermekte ısrar eden, her ihtilaflı meselede Diyarbakır’ı tehdit unsuru gibi kullanan birinin “Dost” olarak topluma kabul ettirilmeye çalışılması zaten abesle iştigaldi.

Kerkük referandumuyla birlikte artık gizli ajandası açığa çıkan Barzani’yi parlatmanın mümkün olmayacağını gören AKP geç de olsa bu ısrarından vazgeçmiş gibi duruyor. Daha net adımların atılmasına dair beklentilerimiz elbette var ama çok ince hesapların yapıldığı bu süreçte aceleci davranmamak gerektiği kanaatindeyim.

Gelgelelim mezhepçi yaklaşımlara.

Peşmergenin Kerkük’ten kaçmasıyla birlikte kürtçü çevrelerle birlikte en fazla ses yükseltenler, durumdan en çok rahatsız olanlar mezhepçiler oldu. Suriye iç savaşında izledikleri hatalı siyasetle Türkiye’ye onarılması güç zararlar veren mezhepçi güruh; Kerkük özelinde de aynı siyasetin yürütülmesini, Türkiye’ye ödeyemeyeceği yeni ve daha kabarık faturaların kesilmesini arzuluyor olmalılar. Rahatsızlıklarını “Haşdi Şabi’nin Kerkük’e girmesine sevinen Türk değildir!” e kadar vardırdılar. Ne var ki Türkleri inançları üzerinden ayıranların Türklük üzerine laf etmeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Türklüğü, Türkçülüğü bize bırakın, siz bildiğiniz istikamette devam edin.

Türkçülük demişken...

Reis-i Cumhurumuz buyurdular ki “Türkçülük bölücülüktür!” Eksik olmasınlar, bir bölücü olmadığımız kalmıştı, zat-ı şahaneleri bize bunu da layık gördüler, minnettarız kendilerine. Yalnız zat-ı şahanelerine gururla her yere taşıdıkları “Cumhurbaşkanlığı Forsu”nu hatırlatmak isterim. Her bir yıldız bir Türk Devleti’ni temsil etmektedir. Bu devletleri arasında “Putperest” olan da var “affedersiniz Yahudi” olan da. Devletlerin o forsta yer bulmuş olmaları, tamamıyla Türklükleriyle alakalı. Yani bildiğiniz Türkçülük!

Türkçülük, zat-ı şahanelerinin tarif ettiği gibi bölücülük değildir. Aksine birleştiricidir. Tüm Türk Devletlerinin sosyal ve kültürel açıdan birleşmesi ülküsüne sahiptir. Türk’ü ileriye götürmek, “Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak” hedefindedir. Bunun yegane yolunun da ulusal bilince ve tam bağımsızlığa sahip çıkmaktan geçtiğini de bilmektedir.

Zat-ı şahaneleri Barzani sempatizanı baş danışmanlarının önüne koydukları metinleri okumaktansa bu meseleler üzerine biraz düşünmeleri isabet olacaktır.

Atsız’ın dediği gibi:

“Siyasi, içtimai mezhebimiz Türkçülüktür.”
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 20, 2017 16:10

September 12, 2017

Bu Devlet Kimin?

Küçük yaşlarda ezberlediğim bir şiirdi “Bu Vatan Kimin?”

O zamanlar “Bu vatan toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duranların”dı. Ve bizde devleti her şeyin üstünde tutan, neredeyse ona kutsiyet atfeden “Devlet fetişizminin” kaynağı da buydu. Devletimizi Gazi Paşa Hazretleri ve onun aziz silah arkadaşları kurmuştu ve bize emanet etmişti. Emanete sahip çıkmak adına devletimizi hep yücelttik. Haksız yere canımızı yaksa da, bizim yerimize başkalarını kollasa da ona toz kondurmadık.

Fakat zaman değişti, insanlar değişti, hükümetler değişti, sonunda devlet de değişti. Belki çoktan değişmişti de bizim görmemiz zaman aldı. Artık ne kurucusuna bağlıydı, ne de “sıradağlar gibi duranların”dı. Bir zümreyi ve o zümrenin çıkarlarını koruyan bir mekanizmaya dönüşmüştü.

Kendisini “Türk Milliyetçisi” olarak tanımlayan birinden duymaya alışık olmadığınız bir şey söylediğimin farkındayım. Ama ben hissettiklerimi, doğru olduğuna inandıklarımı yazdım hep. Yanıldığım, yanlış yazdığım mutlaka tonla şey olmuştur ama inanmadığımı yazmadım, söylemedim.

* * * * *

Mehmetçiklerimizin, Güneydoğu’da verdiği zorlu mücadeleyi anlatan, Dağ adlı çok güzel bir film vardı. Beğenildiği için ikinci bölümü de çekildi. Televizyonlarda da oynadığı için muhtemelen izlemişsinizdir. Dün itibariyle, Dağ filminin ikinci bölümünde, Özel Kuvvetlerimiz tarafından kurtarılan Türkmen köyü, PKK’nın kontrolüne geçti. Bizim filmde kurtarıp sanal zafer yaşadığımız köylülerin canı PKK’nın elinde. Devletimiz bu gelişmeyi şimdilik seyrediyor. Muhtemelen de seyretmeye devam edecek...

Seyrettiği ve seyredeceği için o soru yankılanıyor beynimizde: “Bu Devlet kimin?”

* * * * *

Ki o Devlet, Kobani’deki IŞİD-PKK mücadelesinde, PKK’ya yardım etmeleri için, Barzani’nin peşmergelerini Kuzey Irak’tan topraklarımıza sokmuş, topraklarımız üzerinden Kuzey Suriye’ye nakletmişti.

Ki o Barzani, 2 hafta sonra yapacağı referandum sonucu “Bağımsız Kürdistan” hayali kuruyor. “Kimseden akıl alacak değilim.” diyor ve ekliyor: “Son Kürt kalıncaya dek Kerkük için savaşacağız.” Kerkük, uğruna türküler yakılan, nice canlar verdiğimiz Kerkük...

Ki o Kerkük; baba Barzani’nin eliyle ve Irak merkezi kuvvetlerinin desteğiyle Türkmen katliamına sahne olmuştu. Sene 1959... Devletimiz o gün de bugünden farksız tavır takınmış, “Katliam hakkında haber yasağı” getirmişti.

* * * * *

Stratejik Derinlik safsatalarıyla içinden çıkılmaz bir hale gelen güney sınırımız, yeni ve daha kanlı sorunlara gebe. Barzaniler, Türkiye’nin de üstü kapalı desteğiyle, 100 yıllık rüyalarına, “Bağımsız Kürdistan”larına kavuşmak üzereler. Suriye’de, Irak’ta kendi bakiyesini korumayan; onlar arasında önceliği mezhepsel aidiyetlere göre dağıtan akılla geldiğimiz nokta tam da bu...


* * * * *

Okullarda, hastanelerde, sosyal yardımlarda, konut edindirmede kendi vatandaşını ezen; göçmenlere ayrıcalık tanıyan bu devlet kimin?

Yüzlerce terör saldırısında binlerce şehit veren, bu hadiseler sırasında “ulusal yas” aklına gelmeyen; Suudi Kralı’nın ölümü üzerine 3 gün “Ulusal yas” ilan eden bu devlet kimin?

Kurucu babasına sahip çıkmayan; adını kitaplardan, stadlardan, salonlardan silen; heykellerine saldıran meczuplara o cesareti veren bu devlet kimin?

Aynı dili konuşan, aynı köklerden gelen evlatlarının feryatlarını görmezden gelen; onlardan çok Barzani’nin yanında olan bu devlet kimin?

Ülkeyi “şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi” haline getiren; geçmişte FETÖ’ye tahsis ettiği koltukları bugün başka cemaatlere veren bu devlet kimin?


* * * * *

Güneyimizde yaşanan hadiselere Türk Devleti’ne yaraşır tepkiler verecek miyiz? Yoksa tepkimiz “#” ile başlayan etiketlerle mi olacak?

“Bu Devlet Kimin?” sorusunun yanıtını bu ay daha net göreceğiz sanırım.

Tanrı Türkmeneli Türklerini korusun!
Keza Türkiye’nin öyle bir derdi yok gibi görünüyor.


Mahir ŞANLI
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on September 12, 2017 02:01

August 30, 2017

ATATÜRK

30 Ağustos’ta Atatürk’ten başka bir konuyu yazmaya elim gitmedi. Hele ki aziz hatırası; toplu ve sürekli olarak saldırılara maruz kalıyorken onu anmadan geçmek olmazdı. Atatürk hayattayken olduğu gibi, bugün de bizlere çok uzaklardan yol göstermeye, rehber olmaya devam ediyor. Güzel yarınlar bizlere uzak değil, yeter ki onun rehberliğinden şaşmayalım.

Asla şaşmayan bir sağlamam var benim. Atatürk, doğruları bulmak için şaşmaz bir pusula, gerçek ile sahteyi ayırmak için bir turnusol kağıdıdır. Herhangi bir kişi veya kurumla alakalı, kafanızda soru işareti mi var? Onun milli günlerdeki tutumuna, Atatürk’e karşı bakışına dikkat edin. Bu konulardaki en ufak falsosu, o kişi veya kurumun gerçek yüzünü anlamınıza yetecektir.

Ben öyle yapıyorum... En sevdiklerim de dahil, Atatürk konusundaki saygısızlığa asla tahammül göstermiyorum. Aleyhinde olmasa dahi, mizah malzemesi yapılmasını hoş karşılamıyorum. Adının basit sohbetlere malzeme edilmesini doğru bulmuyorum çünkü. Bunun adına isteyen “Kutsiyet atfetmek” der isteyen “Tanrılaştırmak.” Kimin ne dediği çok önemli değil. Bize ders verenler dönüp önce kendi şirklerini sorgulasınlar.

Bugün, dini hassasiyetleri olduğunu öne sürenlerce “yol yabdı” dan öte bir argümanları olmadan birileri ilahlaştırılıyorsa; bırakın da yere düşen sancağı kaldıran; namusumuzu, onurumuzu, şerefimizi ayaklar altında ezilmekten kurtaran, ülkenin kurucu babasına hassasiyetimiz olsun.

Zamanında kimileri “Mücadele etmekte inat edersek, eldeki toprağımızdan da olacağız.” derken; kimileri “İngilizler artık İslam toprağının yeni koruyucusu olmuştur.” diye teslim bayrağı çekerken; kimileri de “Amerikan mandası bizim için en doğru seçenek.” diye bir yalana kendilerini inandırırken; bu seçeneklerin tamamını masadan kaldıran, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyen ulu başbuğa hürmetimiz olsun.

Sadece İngiltere’nin kara gücü görevini üstlenen, donanımlı Yunan ordusuna karşı verilmedi Kurtuluş Savaşı. Kuzeydoğuda Ermeniler, Kuzeyde Pontusçu çeteler, Güneydoğuda kürtçüler, batıda Çerkes Ethem gibi çetecilerle de boğuşuldu. Yetmedi Kuvayı İnzibatiye’yle, yetmedi suikast timleriyle... Ve bunların tamamından da zor olmak kaydıyla; yoksullukla, imkansızlıkla boğuşuldu...

Yıllarca Fethullah Gülen ve aşağılık takipçileri tarafından zehirlenen onbinler, bugün Atatürk düşmanlıklarına iktidarın kanatları altında devam ediyorlar. Tarihçi etiketli meczuplara yayınevlerini açan; kitaplar, dergiler bastırarak Atatürk düşmanlığının kitleselleşmesini sağlayan Fethullahçılar, bayrağı iktidara devretmiş görünüyor. Yandaş kanallar, aynı soytarı takımının programlarıyla dolu. Belediyeler bu alçaklar için söyleşiler düzenliyor, bütçelerinden onlara kaynak aktarıyor.

İşte bu ortamda yetişen kimi ayrık otları “putları yıkacağız” diyerek; her biri ulusal bağımsızlığımızın birer nişanı olan Atatürk anıtlarına saldırma cesareti buluyorlar. “Yakalandı... Akli dengesi yerinde değilmiş... Cezasını çekecek...” açıklamaları artık kafi gelmiyor. Bu saldırıların kasıtlı ve sistematik olduğu açıktır. İktidar yaptığı hatalardan zerrece ders almamış, yeni hatalara da koşar adım ilerlemektedir. Bir cemaati devletten temizlerken –ki o da şüphelidir- nicelerini devlete yerleştirmektedir.

Toplumsal tepkiler bazen hiç olmadık yerde patlak verir. Siz yaptığınız hataları halkın hep hoş göreceğini, size duydukları sevginin sonsuz olduğunu, yetmediği yerde de korkuyla sindirebileceğinizi hesap edersiniz. Ama bu, bir gün sizin de bir Timişoara’nızın yaşanmayacağını garanti etmez. O yüzden fazlasıyla sınadığınız toplum reflekslerini daha fazla zorlamayın, yaptığınız hataları telafi etmeye yoğunlaşın. Ve unutmayın ki “İnsanın en zayıf anı, kendini en güçlü gördüğü andır.”

                   *           *         *         *

Son olarak benim de severek kullandığım, sosyal medya üzerine bir kaç söz etmek istiyorum.

Faal olarak kullanmaya başladığım ilk günden bu yana, belli bir kitlenin iki konuyu anlamakta güçlük çektiğine şahit oluyorum. 1- Atatürk’ün Türk Milliyetçisi olduğu 2 – Pkk ve türevlerinin terörist bir organizasyon olduğu. Bu tartışma götürmez iki gerçekliği, söz konusu kitleye bir türlü kabul ettiremedik. Atatürk’ü Lenin’in halefi, Che’nin selefi olarak göreni mi ararsın; Pkk’yı UNICEF’den hallice bir yardım kuruluşu mu? Sosyal medya; hadsizliğin, bilgisizliğin, sığlığın kalesi olmuş konumda. Bu yüzden biz Türkçülerin, insanlara ulaşmak için bir yol olan sosyal medyayı daha bilinçli kullanmamız elzemdir. Hakaret yerine gerçekleri haykırmak, insanlara itici gelen üslup yerine ikna edici olmak bize hayli fayda sağlayacaktır...

                   *           *         *         *

Atatürk ve silah arkadaşlarına minnetle...

Yaşasın 30 Ağustos, Yaşasın TSK!

Mahir ŞANLI
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 30, 2017 14:30

August 24, 2017

Ypres’den Dersler

Ypres ya da Flemenkçe adıyla Ieper; Belçika’nın güneybatısında yer alan, 40.000 nüfuslu küçük bir kasaba. 1. Dünya Savaşı sırasında büyük çarpışmalara sahne olmasa muhtemelen kimse tarafından da tanınmayacaktı. Oysa şimdi tarihe meraklı milyonlar tarafından biliniyor.



Geçen gün tesadüfi bir şekilde bu şehirde bulundum, saat 19:30 gibiydi. Kasabanın meydanındaki büyük anıt dikkatimi çekmiş, onu yakından görmek istemiştim. Anıta geldiğimde ise etrafta müthiş bir kalabalığın olduğunu fark ettim. Zaman zaman Belçika Kralı’nın kasabalara düzenlediği gezilerden biri olarak tahmin edip önemsemedim ama kalabalığın içinde çok sayıda İngiliz’in bulunması, toplanmanın nedeni konusunda beni meraka düşürdü. Kalabalık içinden bir kişiyle sohbet edip işin aslına vakıf oldum.

Ypres, “Great War” olarak da anılan 1. Dünya Savaşı sırasında, Alman İmparatorluğu ile Birleşik Krallık kuvvetleri arasında müthiş çarpışmalara sahne olmuş. Yakınında beş ayrı muharebenin gerçekleştiği Ypres, aynı zamanda zehirli gazın da kullanıldığı ilk yer olarak tarihe geçmiş. Toplamda Birleşik Krallık 510,000, Alman İmparatorluğu ise 350,000 zaiyat vermiş. İngilizler verdikleri kayıplara ithafen şehri Ypres yerine Wiper (silecek) olarak anıyorlarmış.

“Ypres’ten çıkaracağımız ders ne?” derseniz, vefa ve saygı dersi.

Kasabanın her yanına anıtlar, anıt mezarlar, müzeler yapılmış. Tüm kayıpların isimleri şehrin her yanına kazınmış. Birleşik Krallık’tan hemen her gün turlar, akın akın insanları buraya taşıyor. Ve asıl hayrete düşüren hadise; her gün saat 20:00’de 10 dakikalık bir anma düzenleniyor. Evet yanlış okumadınız, yılın 365 günü tekrarlanan bir anma bu.


Anmadan yaklaşık yarım saat önce insanlar anıt etrafında toplanmaya başlıyor. Birleşik Krallık ordusu’na mensup askerler, ellerinde İngiliz bayrağı ile sessizce saatin 20:00 olmasını bekliyor. 20:00’de başlayan “gün sonu borusu” ile saygı duruşuna geçiyorlar. Bir konuşmacı hayatlarını kaybeden askerleri minnetle yad ettikten sonra anıta çiçek koyularak tören tamamlanıyor.

Olayın üzerinden 1 asır geçmiş olmasına rağmen, ağlayan insanlara şahit oldum. Tören boyunca kimse bir saniye olsun ciddiyetten taviz vermiyor. Ses çıkaran çocuklar üslubunca uyarılıyor, hatıraya saygı için telkin ediliyor.

Yer ve olayları karşılaştırınca Ypres için Batı Avrupa’nın Çanakkalesi demek yanlış olmaz. Mücadelenin sertliği, yerin lojistik önemi ve tabi kayıplar... Her yönüyle Çanakkale’yi çağrıştıran bir savaş Ypres Savaşı.

Belçikalılar, o topraklarda can veren İngiliz askerine bu kadar vefa sergiliyor. 100 yıl sonra bile onlara saygı duyuyor, onlar için gözyaşı döküyor. Ve bunu her gün tekrarlıyor. 90’lardan itibaren bizde de Çanakkale’ye ilgi arttı ama hiçbir şekilde buradakiyle kıyaslanamaz.

Salt Çanakkale olarak da düşünmemek lazım. “Kurtuluş Savaşı Tiyatrosu” diyerek, verdiğimiz binlerce şehidin aziz hatırasını kirleten deyyuslar var. Bir Flaman’ın, İngiliz askerine gösterdiği saygının binde birini, ülkenin kurtarıcısına göstermeyen aşağılık nankörler var. Yılda dört kez kutlanan Milli bayramları, bir kez tutulan milli yası hazmedemeyen arsızlar var. Ulus bilincimizi çelikleştiren her olaya nefretle yaklaşan namussuzlar var...

Sakarya Meydan Muharebesi’nin yıldönümünü yaşadığımız bu günlerde size Avrupa’nın göbeğinden “ecdada saygı” örneği sunmak istedim. Onlar bu tarz törenleri ne “1930’lardan kalma, Faşist Mussolini’nin ritüelleri” olarak görüyor, ne de bu anmaları demode buluyorlar.

Kulak ağrısı sebebiyle bu törenlerden kaçanların inadına, alanları daha bir coşkuyla doldurmalı, çocuklarımızı şehitliklere götürerek onları şehitlerine saygılı bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Her alanda “işte medeniyet yahu” diye gösterilen Avrupa, böyle yapıyor. Ulusumuzu/ülkemizi onlardan daha mı az seviyoruz? Yoksa bizim ecdadımızın verdiği savaş, akıttığı kan onlarınkinden daha mı değersiz? İkisi de değil!

Tüm değerlerimize sahip çıkacağız. Atatürk büstleri de kazandığımız tüm zaferlerin birer mührüdür, mühre uzanan elleri kırmak boynumuzun borcudur. Gazi Paşa’nın Sakarya Meydan Muharebesi’yle özdeşleşen emriyle yazımı tamamlayayım.

“Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz...”
Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK
1 like ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 24, 2017 06:36

August 20, 2017

“Stalin Denen Hıyar!”

İlber Hoca’nın içten tepkisi kimi çevrelerce yadırgandı. Hem “Azeri diye bir millet yoktur.” söylemi, hem Stalin’e hıyar demesi hazmedilemedi. Kendilerini bilimden, tarihten, gerçeklikten tamamen soyutlamış bu çevrelerin hezeyanlarına alıştık artık.
Bunların saplantıları ideolojilerinden de öte, bunların derdi Türklük çünkü.

* * * * *

Bilinen adıyla Joseph Stalin, gerçek adıyla Yosif Çugaşvili; bugün Gürcistan sınırları içerisinde yer alan, Gori’de dünyaya geldi. Ayakkabı ustası olan babası alkole olan düşkünlüğü sebebiyle evi terk ettiği için, annesi onu tek başına büyütmek zorunda kaldı. Dindar bir kadın olan annesi Ekaterina oğlunu, kocasının tüm itirazlarına rağmen Papaz Okulu’na kaydettirdi. İlk yıllarda okulda hayli başarı gösteren Yosif, Bolşeviklerile tanıştıktan sonra okuldan soğudu. Çıkardığı bir isyan neticesinde de okulla ilişiği kesildi. Annesinin “Oğlum asilik yapmayı bırak, sen koca Nikolay’ı nasıl yenersin?” şeklindeki uyarılarına kulak asmadan yoluna devam etti. Bu yol onu Çar’ı (Nikolay II) devirip iktidara geçen kadroya taşıyacaktı.

Stalin devrimi başarıya ulaştırmak adına her yola başvurdu. Tam bir eylem adamıydı. Grevler, boykotlar, mitingler, banka soygunu ve cinayetler. “Halkın iktidarı” için her yolu mübah görüyordu. “Devrim bir seldi ve karşısında duran herkesi süpürecekti.”
1917’de Pravda’nın başına geçti. 1922 yılında ise şansının da yardımıyla SSCB Komünist Parti Genel Sekreterliği’ne seçildi. Şanslıydı çünkü bu görev, ondan önce Troçki’ye teklif edilmiş, Troçki ise görevi lüzumsuz addedip kabul etmemişti. Lenin’in “Cumhuriyetler Birliği” olarak tasarladığı devletin “Rusya Federe Sosyalist Cumhuriyeti” olması gerektiğini savundu. Lenin Rus olduğu halde, Rus üst kimliği savunusunu Gürcü Stalin yaptı.

1924 yılında Lenin’in ölümüyle genç SSCB lidersiz kaldı. 2 yıl yönetim kollektif şekilde yürütüldü. 1927 yılında ise Stalin ipleri eline almayı başardı. Hemen akabinde en büyük rakip olarak gördüğü Troçki’yi sürgüne gönderdi. İlerleyen dönemde de öldürttü.

* * * * *

İktidarı estireceği fırtınayı şu konuşması özetliyor:
“Bize çok çalışmak lazım! Evet, çalışmak, gevezelik etmek değil, esnemek, homurdanmak değil. Planlı, disiplinli çalışmak. Kapitalist ülkelerin seviyesini yakalamak, sonra da onları geçmek için çok çalışmak!”

Stalin’in hedefi hem tarımda, hem de sanayide büyük bir atılımdı. Köylüleri tembellikle suçlayan Stalin, daha fazla üretim yapılması direktifi verdi. Kolhozlar, kendilerinden istenen miktarda ürünü vermekle mükelleftiler. Buna direnen, baskıya karşı çıkan herkes ağır bedeller ödedi. En ağır bedeli ödemek Ukrayna’ya düştü. Bugün “Holodomor” olarak anılan kıyımda 8 Milyonu aşkın Ukraynalı açlık ve hastalık sebebiyle hayatını kaybetti. Aynı dönemde Kazakların ödediği bedel nüfuslarının %40’ını kaybetmek oldu. 1,5 Milyon Kazak hayatını kaybetti, ya da ülkeyi terk etti. Stalin’e göre bu katliamlar doğaldı. Çünkü bu direnişe katılanlar, kapitalistlerin uşaklığını yapanlardı, Sosyalizmi içerden yıkmaya çalışan hainlerdi, açlık içinde ölmeyi hak ediyorlardı.

Bunun yanında “Ağır Sanayi Hamlesi” olarak adlandırılan kalkınma hamlesi meyvesini verdi. Sanayi gelirleri devrim öncesine oranla %1200 arttı. Kaçınılması mümkün görünmeyen savaş öncesinde bu durum Stalin için sevindirici bir gelişmeydi.

Ağır Sanayi hamlesini “Büyük Temizlik” takip etti. Stalin kendisini iktidara taşıyan, Komünist Parti’deki üst düzey “yoldaşları” da dahil binlerce kişiyi; hapis, sürgün ve idam ile saf dışında bıraktı. Büyük Temizlik sonunda hayatını kaybedenlerin sayısı 1,5 milyonu aştı.. 2. Dünya Savaşı arefesinde artık tek hakimdi.

Ülke içinde demir yumruğunu hissettiren Stalin, başka milletlere karşı daha acımasız tutum sergilemekten geri durmadı. Almanya’ya karşı savaşa girmeden hemen önce, tarihe Katyn Katliamı olarak geçen hadiseye imza attı. Esir alınan 25,000’e yakın silahsız Polonyalı, Katyn Ormanı’nda, bizzat Stalin’in emriyle infaz edildi. Toplu mezar Polonya’nın Nazi işgali sırasında yapılan tren yolu inşaatı vesilesiyle ortaya çıktı.

Kızıl Ordu mensuplarının savaş boyunca işledikleri savaş suçlarının haddi hesabı yoktur. Almanlara karşı üstünlüğü ele geçirdikten sonra Nazilerin uyguladığı şiddete misliyle karşılık verdiler. Buna ek olarak ele geçirdikleri topraklarda onbinlerce kadının ırzına geçtiler. Bu tecavüzlerden daha vahim olansa Stalin’in toplu ve sistematik tecavüzleri haklı gören “Binlerce kilometre yol katetmiş, kan ve ateşin içinden ilerleyen bir askerin bir kadınla biraz eğlenmesinde ne var?” sözüdür.

Savaşta üstünlüğü ele geçirdikten sonra “Demir Yumruğu”nu tüm şiddetiyle Türk Yurtları’nda hissettirmeye başladı Stalin. 1944 yılında Kırım Tatarları için sürgün kararı aldı. Karara gerekçe olarak Kırım Tatarlarının Nazilerle işbirliği yapmasını gösterdi. Sürgünler sonucunda 200,000’e yakın Kırımlı hayatını kaybetti.

Aynı yıl bir başka sürgün kararı da Ahıska Türkleri için alındı. Kırım Tatarları için isnat edilen suç, yani Nazilerle işbirliği Ahıskalılar için söz konusu bile değildi. Gerekçe komikti:” Türkiye sınırında yer almaları sbebiyle güvenlik sorunu teşkil ediyorlar.“ İki saat içinde 200 köyde yaşayan, kadın ve çocuklardan oluşan onbinlerce Ahıska Türk’ü hayvan vagonlarına doldurulup Orta Asya’ya götürüldü. Sürgün sebebiyle 20,000 Ahıskalı hayatını kaybetti.

* * * *

Yukarıda saydıklarım Stalin’in yaşamının yalnızca bir makaleye sığabilecek kısmı. Daha fazlasını öğrenmek için bol bol okuma yapmak lazım. Bir ufak parantez de Stalin’in Türklere ve Türkiye’ye yönelik siyasetine açarak, yazımı tamamlayayım.

Stalin’in Türkiye’ye yönelik toprak talebi için “Böyle bir şey yok, tamamen ABD propagandası!” savı çok işlendi. En yakınındaki isim, Vyaçeslav Molotov bakın anılarında ne diyor:

-“Boğazların denetimini Türklerle birlikte yapmamız gerektiğine inanıyordum.”

-“Boğazlar SSCB ve Türkiye’nin kontrolünde olmalıydı. Bu başarılamadı, Karadeniz’den çıkış kapısıydı. Çanakkale’ye girebilseydik her şey farklı olurdu.”

-“Kars’ı Gürcüleri, Ağrı’yı da Ermenileri gerekçe göstererek almak istiyorduk.”

* * * * *

İlber Hoca’nın “Stalin denen hıyar” sözünü öylesine söylemediğini, sanıyorum daha iyi anlamışsınızdır. Stalin, eli kanlı bir diktatördür! Stalin, Emperyalizme, Kapitalizme ve her türlü sömürüye karşı olduğunu iddia ettiği halde; Asya’da Rus Emperyalizminin baş aktörlüğünü yapmıştır. Bunu salt ekonomik bir sömürü olarak değil; kültür emperyalizmi boyutuyla da icra etmiştir.

Mihail Pavlovic eliyle, kardeş toplumlar birbirlerine yabancılaştırılmış, hepsine ayrı ayrı Milli kültürler inşa edilmeye çalışılmıştır. “Şark Milletleri Kurultayı” adındaki tiyatro, Rus kültür emperyalizmine uygun zemini oluşturmak için yapılmıştır. Hocanın vurguladığı işte bu hıyarlıktır.

Zerre onurunuz varsa “Azeri” sözü için sergilediğiniz titizliği Stalin’in katliamları için de sergilersiniz...

Mahir ŞANLI


Kaynakça:
Simon Sebag Montefiore - Genç Stalin
Ekaterina Geladze – Oğlum Stalin
Felix Çuyev – Molotov Anlatıyor
Ş.S. Aydemir – Suyu Arayan Adam
Halit Kakınç – Sultangaliyev ve Milli Komünizm
Yunus Zeyrek – Dünden Bugüne Ahıska Türklü
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on August 20, 2017 03:36