Aylin Balboa's Blog

February 17, 2021

Bıktım

 

“Siz ne derseniz deyin, ben bıktım. Nah burama geldi.

Neredeyse öfkeden, çaresizlikten boğulacağım.

Kendimi kandırmaya çalışıyorum. İyi olacak, iyi olacak!

Başkalarını da kendimle birlikte kandırmaya yöneltiyorum belki, iyi olacak, iyi olacak.”*

 

Bıktım. Neşeli, güneşli hikâyeler anlatmak isterken buna izin vermeyen tüm bu koşullardan bıktım. Patlayan bombalardan, patlama ihtimali olan bombalardan, ölenler için ağlamaktan, ölür müyüz diye ağlamaktan, genel olarak ağlamaktan bıktım. Parçalanmış insanlar denmesini, vücut bütünlüğü sağlanamayan cesetler denmesini normalmiş gibi karşılamaktan bıktım. Ölenlerin sadece sayı olmasından, sayı yetersizse mühim bir hadise yerine konmamasından, yeterliyse birkaç gün içinde unutulmasından bıktım. Büyük büyük büyük adamların sırayla televizyonlara çıkıp kocaman kocaman laflar etmelerinden, tüm bu olanları ancak ve sadece esefle kınamalarından, bunu yaparken de kirpiklerinin dahi titrememesinden bıktım.

Eteğinin boyuna, kahkahanın tonuna ve saymaktan ar edeceğim daha nice nice şuyuna buyuna laf eden ahlak yaygaracılarının, karşılarına çıkan her şeye uçkur çözdüren sapıklıklarından bıktım.

Sevdiklerime her bakışımda, acaba bu son bakışım mı diye düşünmekten, sürekli diken üstünde oturmaktan bıktım. Yaşamayı bu kadar severken yaşayacak dermanı bulamamaktan bıktım. Şans eseri bir şeye sevinecek olsam, başka şeyler için üzülenler var diye utanmaktan bıktım. Çaresizlikten, çıkışsızlıktan, umutsuzluktan bıktım.

Geçenlerde meyve sebze alışverişi için pazara gittim. Marul alıyordum, tezgahın önüne bir kadın geldi, muhtaç olduğu her halinden belli. Satıcıya dedi ki “Bana o yapraklardan biraz verir misin?” Arka taraftaki çürümüş ve çöp diye ayrılmış marul yapraklarını kastediyordu. Anlıyor musunuz? Çöp yani. Pazar toplanırken satıcı tarafından konteynıra kadar götürülmeye bile tenezzül edilmeyecek artıklardan söz ediyorum. Adam “Veremem başka kapıya,” dedi. Böyle dimdik tek nefeste ve kesin bir kararla. İnanamadım. Ben adamla, niye vermiyorsunuz manyak mısınız zaten atmayacak mısınız onları diye kavga ederken kadın gitti. Adam ne cevap verdi biliyor musunuz? "Verirsem alışıyorlar sonra hep geliyorlar." İnsandan değil de köpekten bahseder gibi. Senin marulun da insanlığın da yerin dibine batsın. Ben bıktım. Birilerinin üstüne basa basa yukarı çıkmaya çalışanlardan bıktım. Kendileri hiç ezilmemiş gibi, fırsat buldukları ilk anda düşene tekme atanlardan, göz göre göre büyüyen bu vicdansızlıktan bıktım. Bir şeye sahip olmayanın sefilliğinden değil, olanın rezilliğinden bıktım.

Bizim bir Fatma Teyze vardı. Oğlunu çok genç yaşta trafik kazasında kaybettikten sonra hafiften aklı gitti. Zaten biliyorsunuz, aklı olan delirir. Neyse işte, Fatma Teyze o günden sonra bahçesine ektiği her çiçeği, her ağacı "Oğlum" diye diye sevdi. Öyle ki, kısa sürede, yas tutmak için kurulmuş o bahçe, rengârenk çiçekleri ve meyveleriyle, önünden geçen herkesi neşelendiren bir hale geldi. Birkaç yıl önce öldü Fatma Teyze. Dediklerine göre oğlunun yanına gitti. Ama kızı, kendisine miras kalan o bahçeyi, göz yaşları ve ağıtlarla satır satır, ilmik ilmik işlenen o bahçeyi, tek gecede, baltalar ve kepçelerle dümdüz etti. Ben bıktım. Bu hatırsızlıktan, bu hatırasızlıktan, bu dümdüz kaba saba izansızlıktan bıktım.

Diğerlerinin yanında önemsiz kalır ama; otobüste koltuğunu teklifsizce arkaya yatıran, ayakta insanlar beklerken boş sandalyeleri çantalarıyla doluşturan, selam verdiğinde suratına sığır gibi bakan, markette kasiyere, mağazada tezgahtara, apartmanda kapıcıya it gibi davranan, özür dilemeyi güçsüzlük sayan, lütfen demeyi ağzına yakıştıramayan, teşekkür etmekten haberi olmayan, parasını ödediği her şeyin sahibi olduğunu sanan bu işgalci, bu nezaketsiz, bu üslupsuz kalabalıklardan da bıktım.

İyi şeyler, kendileri ve başkaları için faydalı şeyler yapmak isteyen insanlara "Ne kıymeti var ki" diye düşündüren her şeyden, tüm heveslerin kursakta bırakılmasından bıktım.

Kâbuslarla uyumaktan, harap bitap uyanmaktan, elimden bir şey gelmediği için kendimi suçlamaktan bıktım. Hiçbir yere boşaltamadığım bu öfkenin namlusunu her seferinde kendime doğrultmaktan bıktım. En ufak bir coşku ve istek duymadan sırf mecbur olduğum için çalışmaktan, robot gibi yaşamaktan bıktım. Etrafımdaki herkesin aynı yorgunluğu taşıdığını görmekten, içimdeki boşluktan, içi bomboş bakışlarla karşılaşmaktan bıktım.

Bir yolunu bulup gidecek olsam bırakacaklarımı, kalacak olsam yaşayacaklarımı düşünmekten bıktım.

Her şeyin üstesinden geldim de, bu ülkenin altında kalmaktan çok bıktım.

 

“Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim,

delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim?

Ben sevinçli adamım.

Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım.”*

 Nisan, 2016

*Alıntılar Yaşar Kemal’in Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne isimli kitabından.


2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 17, 2021 01:19

March 13, 2016

Olay Rusya’da geçiyordu

.
Dostoyevski’yle metruk bir odadaydık.  Mütevazı mobilyaların üzerinde üç karış toz, Dostoyevski’nin üzerindeyse uzun bir entari vardı. Niye böyle giyindin abi dedim, dedi çağımızın gereği. Hangi çağda olduğumuzu çıkaramadıysam da üstünde durmadım.  Sonra, yere kadar uzamış sakalıyla döşemeyi süpürmeye başladı. Sakalım yok ki yardım edeyim. Abi napıyorsun kurban olayım bırak temizlikçi halleder dedim. Vakit geçiriyorum ilişşmeeğ dedi. Böyle Vahi Öz üslubuyla söyledi bunu. Kalan her şey normalmiş gibi tuttum bu kısma şaşırdım. Bana çeviri hatası gibi geldi bilemiyorum. Bir dahakine mevzuyu Rusça görmeye çalışacağım.

Yerden kalkan tozdan olacak, birden korkunç derecede öksürmeye başladı. Boğuluyor gibiydi, elim ayağıma dolandı. Belki de dedim sara krizi geçiriyordur. Zira rahmetlinin, babasının ölümünden sonra üstüne yapışan ve şahsi ölümüne kadar peşini bırakmayan böyle bir marazı vardı. Derhal pencerenin önündeki bir bardakta filizlenmeye başlamış kuru soğanı alıp ağzına soktum. Allahım ben ne yapıyordum? Neden bu kadar edebi bir durumun içinde, işe yaramayacağına emin olduğum böyle saçma ve arkaik yöntemlere başvuruyordum? Ayrıca Dostoyevski niye bardakta kuru soğan yetiştiriyordu? Birden öksürmeyi kesip ağzındaki soğanı çıkardı ve “Yoksulluk” diye başladı.  "Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar değil, insan bile olamaz. Önce insan olmak lazım. Bugünkü dünyada yoksulluk, insanın en aşağılanmış yeridir. İnsanlar yoksul olmamalı. Çünkü insanları yoksul etmeyecek her şey var bu dünyada. Bütün insanlara yetecek kadar yiyecek ve giyecek var. Ayağına giyecek ayakkabı da var. O zaman niçin insanlar yoksul olsun? Bu en utanç verici yanıdır insanoğlunun. Yazarsa bir insan, eğer insanlara bir şey söylüyorsa, yalnızca estetik olmamalı söyleyeceği. Yoksulluğunun tepesine inmelidir yıldırım gibi. Ve o zaman insan olacak, sonra da yazar olabilirse olabilecek. Ama hiçbir insan yoksulluk yok diyemeyecek.” diye tamamladı sözlerini. Çok haklı konuşmuştu ama sanki bu sözleri başka bir yerden hatırlıyor gibiydim. “Abi bunları Yaşar Kemal söylememiş miydi?” dedim. “O da çok büyük yazar olacak ama henüz doğmadı” dedi. “Hem ne fark eder,” diye devam etti, “dünya aynı dünya, yoksulluk aynı yoksulluk. Adem’den beri böyle bu, hepimiz aynı elmayı yedik.” Sonra yeni bir öksürük ve titreme nöbetine tutuldu. Bir gayretle yatağına yatırdım ve sandalyenin üstünde duran paltoyu üzerine örttüm. Gözlerini aralayıp mütebessim bir ifadeyle paltoyu okşadı ve anlaşılır anlaşılmaz bir sesle “Hepimiz bundan çıktık.” deyip derin bir uykuya daldı.

Başucundaki komodinin üzerinde Gogol’ün Palto’su vardı ve şansa bakın ki kitap Türkçe idi. Açıp yüksek sesle okumaya başladım. Ev sahibesine, "Kaybedecek zaman yok," dedi. "Çam bir tabut ısmarlayın tez zamanda, ne de olsa bu zavallı adamın meşeye parası yetmez." kısmına geldiğimde içinde bulunduğum durumun ciddiyetini idrak ettim. Koskoca Dostoyevski yanımda ölüyordu ve ben başında oturmuş armut gibi kitap okuyordum. Derhal yerimden fırladım ve odanın kapısını açıp koridordaki görevliye seslendim:  “Doktor Çehov’a ivedilikle bir telgraf çekin ve mümkün olan en kısa sürede buraya gelmesini söyleyin. Bi de bi kolonya bi şey getirin adam imamın kayığına bindi binecek!” Görevli, “İmamın kayığı derken?” dedi. Uzatmak istemedim.

Kısa sürede geldi Çehov. “Çok şükür Tanrıma, yetiştiniz!” diyerek minnetle ellerini tuttum. Tam bir Rus hanımefendisi gibi davranıyordum. “Köşede babamın bakkal dükkanı var, Cuma’ya giderken bana emanet etmişti ama neyse ki çabuk döndü” dedi. “Cuma’ya derken?” dedim. Uzatmak istemedi.

Pencerenin önündeki, kuru soğandan boşalan bardağı aldı. Dostoyevski’nin üstündeki paltoyu kaldırıp göğsünü açtı ve bardağı ters çevirip kulağını dayayarak dinlemeye başladı. Hiçbir şey söylemiyor, mutlu bir ifadeyle dinliyordu. İşine karışmak istemiyordum ama muayene iyice uzayınca “Ne duyuyorsunuz Doktor yalvarırım bana da söyleyin.” deme ihtiyacı hissettim. “Deniz Üstü Köpürür çalıyor, bu adamın sesine bayılıyorum.” dedi. Her şey iyice saçma bir hal almıştı. Dayanamayıp yüksek sesle ünledim. “Tanrı aşkına, durumun vahametinin farkında değil misiniz? Bay Dostoyevski diyorum, yaşayacak mı?” Elindeki bardağı bırakmadan pencerenin önüne gitti. “Elbette ölecek kuzum. Ciğerlerinin üstü köpürmüş. Çok zamanı kalmadı.” dedi. Duruşunu hiç bozmadan devam etti. “Ama üzülmeyin, ben de yakında öleceğim. Bir yandan şakalar yapıp beri yandan bir çanağa kan tüküreceğim, hepimizin yaptığı gibi.” dedi.

Bu derin sözün üzerine, ortamdaki acıklı edebi atmosfere ayak uydurmak adına yanına gidip ben de onun gözlerini sabitlediği yere bakmaya başladım. Neredeyse ağlamaya başlayacaktım. “Sizin,” dedi baktığı yerden gözünü ayırmadan, “küçük bir köpeğiniz vardı değil mi hanımefendi?” “Ay yok neresi küçük dombili gibi oldu artık.” dedim. Bu konuyu neden açtığını kestiremedim.

Pencerenin önünde bir sinek, o klasik, saçma ve sonuçsuz hamlelerini yapıp dışarı çıkmaya çalışıyor, ve elbette her seferinde sinir bozucu vızırtılarıyla cama tosluyordu.

Çehov, bu soğukta hala yaşadığı için sinirlerini hoplatan sineğe adeta bir Laz gibi küfrederek elindeki bardağı fırlatmak üzereydi ki gözlerimi açtım.

Uyandığımda Cuma selası okunuyordu. Köpeğim Balık suratımı yalıyordu. Bu soğukta hala yaşayan bir sinek cama pıt pıt pıt vuruyor, içimden bir yerlerden Cem Karaca’nın sesi geliyordu.

Yaşar Kemal ölmüştü. Gogol, Dostoyevski  ve Çehov zaten çoktandır ölüktü. İşler böyle gitmeye devam edecek olursa ben de ani bir ciğer köpürmesi sonucu ölebilirdim.

Kalktım. Mutfağa gittim. Dolaptan bir soğan çıkarıp pencerenin önündeki bardağın içine yerleştirdim.
.
Not: Bu yazı KAFA dergi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.
.
2 likes ·   •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 13, 2016 08:24

February 24, 2016

Zevk Alamıyorum

.
Yıllar önce Rize’ye, bir arkadaşımın ailesini ziyarete gitmiştim. Kendi ailem gibi severim onları, öyle can insanlar. Biz, arkadaşım ve kardeşleriyle, serendere çıkıp manzaraya karşı epey alkol tüketmiştik. Gündüz vakti niye o kadar içmiştik hiç hatırlamıyorum. Ebeveynler de bu alkol işinden pek hazzetmiyorlar. Çaktırmayalım ve bir kenarda oturup ayılmayı bekleyelim diye salona geçip televizyonu açtık. Anneyle teyzeler yemek hazırlığındalar. Konuşmaz, dikkat çekmezsek yakalanmayacağımızı umarak başladık sessizce televizyon izlemeye. Bir müzik kanalı açık kalmıştı ve siyah-beyaz bir Paris Hilton klibi dönüyordu. Kilitlenmiş vaziyette izlemeye koyulduk. Hadise bir plajda vuku buluyordu. Sanatçımız, artık derdi her neyse, sürekli kendini elliyor, kumlarda sürükleniyor, şarkının tempolu yerlerindeyse, yanında beliren beyefendiye doğru kerkinip duruyordu.  Büyük bir dikkatle neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Büyülenmiş gibiydik. Klibin bitmesine yakın, ekranın alt kısmında şarkının adı yazdı. Hepimiz çift gören gözlerle okumaya uğraşırken Yunus,  sanki orada yazan şey gerçekten buymuş gibi heceleyerek “Zevk a-la-mı-yo-rum” dedi.

***
Gözümü açtığımda aklımda bu hatıra vardı. Sabahın körüydü ve sabahın körleri asabımı bozuyordu. Sigarayı bıraktığımdan beri daha çok. Çünkü bilirsiniz, yeni bir günün ne anlamı var.
Yatağın içinde Gregor Samsa misali debelendim ama doğrulamadım. Bir sabah bunaltıcı düşlerimden uyandığımda, kendimi sigarayı bırakmış biri olarak buluşumun üzerinden iki hafta geçmişti ve bu benim için devcileyin bir sorundu. Ben de artık Paris Hanım gibi hiçbir şeyden zevk alamıyordum. O yönetmenler gelsinlerdi de asıl benim klibimi çeksinlerdi.

Ardımda, çile gibi geçen bir yarım ay bırakmıştım ve işler hala hiç kolaylaşmamıştı. Herkesi dövmek, yangınlar çıkarmak, bombalar patlatmak istiyordum. Sanki eskiden az varmış gibi, bırakınca daha da çok sinir geldi bana. İnternet araştırmalarım krizleri azaltmak için bol bol su için diyordu mesela. İçtim. Dünya kadar su içtim. Damacanaya fortum bağladım adeta. Fakat bu sefer de çok afedersiniz insan tuvaletten çıkamıyor. Bu yöntem pek hoşuma gitmedi.

Bir başka yol olarak da kriz geldikçe sıcak suyun altına girmeyi öneriyorlardı. Fakat benim durumumu kriz gelmesi olarak ifade etmek yanlış olurdu. Benden kriz gitmiyordu. Böylece duştan çıkamaz oldum. Elim ayağım büzüşene kadar suyun altında kalıyor, acıkınca bir şeyler yemek için çıkıyor, sonra tekrar banyoya koşuyordum. Ülkede bir kuraklığa mahal vermemek için bu yöntemle de yollarımı ayırmak zorunda kaldım.

Yüksek bağımlılık durumu varsa takviye alınabileceğini söyleyen doktorun sözüyle kendimi eczanede buldum. Nikotin sakızlarını komple ağzıma doluşturup nikotin bantlarıyla her yerimi bantladım. Ağzımda yumruk kadar sakızla, kargoya verilmek üzere bekleyen bir koliye dönüşmüştüm. Böyle de olacak gibi değildi.

Huysuzluklarıma tahammül edemeyen bazı dost bildiklerim, bana “bu kadar zorlama istersen, başka zaman denersin” gibi şeyler söylüyorlardı. Allahım ne güzel konuşuyorlardı, ağızlarını öpesim geliyordu. Fakat geri vites yapamazdım. Her şeyle baş etmişim, bi sigarayla mı baş edemeyeceğim. Kim lan o sigara, ne sanıyor kendini! Yiyorsa karşıma çıksın! İt!

Böyle böyle kendimi gaza getiriyor, kısa süreliğine de olsa içme isteğimi öldürüyordum. Sonsuza kadar sigara içmeme düşüncesine katlanamasam da pes etmeyi kendime yakıştıramıyordum. Hem ben ortamlarda herkese sigarayı bıraktım demiştim artık, ağızdan çıkmış bir laf vardı sonuçta.
Sabahın körüydü ve sabahın körleri asabımı çok bozuyordu. Yetmezmiş gibi bir de kalkıp işe gitmem gerekiyordu. Lanetler okuyarak evden çıktım. Kapıcıyla karşılaştım, bana günaydın dedi. Sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi.

Yürürken bir yandan da İtalyanca mutlu yıllar nasıl deniliyordu diye düşünüyordum. Tüm Romalılara mutlu yıllar demeyi planlıyordum sanırım emin değilim. Son sigaramla birlikte aklımı da kül tablasına söndürdüğüm için hâl ve gidişatımda bir mantık aramıyordum artık. Tam o esnada koluma bir kuş sıçtı. Coşkuyla sıçtı. Böyle bir sıçışla nadiren karşılaşılır yani öyle acayip sıçtı. Bu duruma bir mânâ yükleyecek kadar eksik zekâlı değildim elbette. Derhal kolumu temizledim ve yürümeye devam ettim.

Herkes için sıradan bir sabahtı. Sigarasız hayat ne bileyim böyle bir tuhaftı. Hayat kısaydı. Kuşlar sıçıyordu.
.
Not: Bu yazı KAFA dergi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.
.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 24, 2016 13:06

January 10, 2016

Dağın Yükü

.
“T.C. hükümetinin bu şartları ile yaşamama imkan kalmamıştır. Kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım. Mevcut evrakım olan lise diplomamı, askerlik teskeremi ve nüfus cüzdanımı iptal ederek Türkiye’yi terk pasaportumun verilmesini rica ederim.”

R.T.B., bu mektubu 1956’da yazıp dönemin cumhurbaşkanına göndermiş. Cevap alamayınca öfkelenip Türkiye’nin hem iç, hem dış siyasetinin bozuk taraflarını gazetelerin yazamadığı bir lisanla mektuplar halinde yazarak meşhurlara, gazetelere, resmi zevahire göndermeye başlamış. Bu mektuplar nedeniyle 3 defa tutuklanmış. 1959 senesinde de, bir polisin imzasıyla Bakırköy Akıl Hastanesi’ne kapatılmış. Orada kaldığı yıllar boyunca, ne yaptığını, karşısındakinin kim, kendisinin kim olduğunu unutana kadar “tedavi” edilmiş. Sonra da ölüp gitmiş işte.

R.T.B.’nin hikayesine, psikiyatrist Cemal Dindar’ın hazırladığı Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri isimli kitapta rastladım. Aynı kitapta, yine hastalardan biri olan Mustafa K.’nın yazdığı metin şöyle başlıyor:

“Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar?”

Mustafa K., dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani koca bir dağın yükünü taşıdığını gösterebilmek için cebinde bir taş taşıyormuş hep. Dünyanın tüm dertlerini temsilen taşıdığı bu taş yüzünden deli demişler ona. Metnine şöyle devam ediyor:

“Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi “O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil” demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık.”

***

Dedi ki ben iyiyim ama dedi, insanların dedi, parçaları dedi, hala üstümde dedi. İnsanların dedi, parçaları dedi. Bu gözlerim neler görüyor, bu kulaklarım neler duyuyor?

Önce evin her duvarına ayrı ayrı ağladım. Arkadaşlarım geldiler, onlar da köşelere çekilip çekilip ağladılar. Gözyaşlarımızı birbirimizin üstüne akıtmamaya özen gösterdik. Sanki hep beraber ağlarsak durum çok korkunç olurmuş, bir daha düzelmezmiş, mahvolurmuşuz sandık. Sonra her kaynaktan farklı açıklanan sayılar duyduk. Kime inanacağımızı şaşırdık. Sonra sayılar surat, suratlar hikaye olmaya başladılar. Olayın matematiksel bir hadise olmadığını tam olarak idrak etmemiz işte aşağı yukarı bu anlara denk geliyor. İnsan zihni gerçekten acayip. Yüzünü görmediği birinin ölü olduğuna inanamıyor. Mesela hoca bana demişti ki tabutu açma. Niye demiştim, işte bakma günah demişti. Yaa babam o benim nereye bakma? Açtım baktım tabii. Gerçekten ölüp ölmediğini kontrol ettim. Ölmüştü, herkes haklı çıkmıştı ama olsun, ancak bakınca inandım. Şimdi yani diyorum ki bakamadılar mı ölülerine diyorum, nasıl inanacaklar diyorum, düşünmekten aklım rutubetleniyor. Sizin aklınız kuru mu? Ben burada kendi kendime mi çürüyorum?

Birkaç gün sonra sokağa çıktım işte. Öyle katliamlar oluyor ki, insanın sokağa çıkabilmek için en az birkaç güne ihtiyacı oluyor. Çıktım. Uyuşmuş bedenimin, şişmiş gözlerimin refakatçisi olarak, görünüşte parçalanmamış organlarıma eşlik ettim diyelim. Sokaktaki insanlar sanki kimse parçalanmamış, sanki parçaları arkadaşlarının üstüne sıçramamış gibi gülüp eğleniyorlardı. Hiçbir şey anlamadım. Acaba dedim acaba bütün bunları ben mi kafamda yarattım? Delirdim mi acaba ne yaptım? O arkadaşımı tekrar aradım. Dedi ki böyle dedi çok yüksek bir ses duydum önce dedi, kulaklarım sağır gibi oldu dedi, sonra dedi üstümde parçalar vardı, bir baktım, az ötede arkadaşlarım! Oh dedim içimden, ben delirmemişim, o delirmiş!

Biraz daha yürüdüm yol bitti. Bir baktım karşımda deniz. Denize gireyim o zaman dedim ama ıslanmak da istemedim. Böyle durumlarda en mantıklı hareket vapura binmek. Bindim. Sonuçta mantıklı biriydim ve parçalanmış insanlar gördüğünü iddia eden arkadaşım gibi delirmemiştim.

Vapurda millet tost yiyor, çay içiyor ve bıt bıt bıt telefonlarını bızıklayıp gülümsüyordu. Bak dedim kendime kendimin öğretmeni gibi, bak işte her şey aynı geri zekalılıkta sürüp gidiyor, korkacak üzülecek ağlayacak bir şey yok! Sevindim bir an, amipler gibi şuursuzlaştım.

Denize bakayım da vapurun tadını çıkarayım diye kafamı sola bir çevirdim ki ne göreyim. Bir kadın, birazı dışına, çoğu içine içine, içini çeke çeke, sessiz sessiz, garip garip ağlıyor. “Neyiniz var iyi misiniz?” dedim. İnsanlar öldü dedi, çok insan öldü dedi, dayanamıyorum dedi. Elini tutup ben de ağlamaya başladım. Tutamadım kendimi bilmiyorum. Bir yandan da bu da delirmiş diye geçirdim içimden. Acaba böyle delirmiş kaç kişi var diye düşündüm. Hepsini bulsam, el ele tutuşup bir tımarhaneye gitsek, doktora desek ki biz parçalanmış insanlar var sanıyoruz ama galiba yoklar, bizim aklımızı böyle ilaç kapsüllerine koyup uzaya mı fırlatsanız? Yani tabii, doktor olan sizsiniz, işinize karışmak istemeyiz ama ne bok yiyeceğimizi gerçekten bilmiyoruz desek. Bir hasta varmış ya hani eskiden, şey diyormuş işte, bu şartlarda yaşamamın imkanı kalmadı diyormuş, kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım diyormuş, onun gibi olduk biz, iyice deli gibi olduk desek. Tazminat filan da istemiyoruz, birkaç çarşaf verseniz, uç uca ekleyip ülkenin duvarlarından aşağı sarkıtıp kaçsak diyoruz, ne biçim şeyler düşünüyoruz biz doktor bey desek.

Ne yapsak bilmiyorum. Dağın yükünü taşımaktan yoruldum. Artık kaldıramıyorum.



.
Not: Bu yazı Kafa-Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 10, 2016 11:18

Köpüksüz Zamanlar


Üniversiteden mezun olur olmaz Doğu hizmeti için Dersim’e çalışmaya gitmiştim. Mecburiyetten. Hayatta kalmanın bir yolunu bulmam lazımdı ve o zamanki şartlarımda bu, şahsi trajedilerimden kaçmak için hiç fena bir yol gibi görünmemişti. Kaçarak kurtulunabileceğini sanacak kadar küçüktüm henüz. Uğur benden de küçüktü.

“12 yaşında 13 kurşunla.” Günlerce kulaklarımda çınladı bu cümle. 12 yaşında 13 kurşunla. Çünkü tüm devletler korkaktır.

Size Uğur Kaymaz’ın hikayesini ben anlatmayacağım, çünkü onun hikayesini bilmiyorsanız gerçekten utanmanız gerekir. Bilince de başka türlü utanıyor insan. Zaten bir kalbiniz varsa her gününüz utanarak geçer.

Küçücük sobalı bir evde yaşıyordum. Başlarda, tepelerden gelen silah sesleri sizi korkutuyor ama sonra alışıyorsunuz. Her şeye alışıyoruz çünkü aşağılık bir mekanizmamız var. Akşamları sobamı yakıyor, o sesleri duymayayım, içimdeki sesleri duymayayım diye “büyük şehir”den getirdiğim CD’lerden birini açıyor ve saatlerce tavana bakıyordum. İki yılın neredeyse tamamı böyle geçti.

Hapishane duvarlarına mahkumların neden sürekli bir şeyler astığını anlamıştım orada. Delirmemek için yapıyorsunuz. Size ait olmadığını düşündüğünüz bir hayatın içinde debelenirken, aslında size ait olan hayatta neler varsa onları duvarlara asıp hatırlamaya çalışıyorsunuz. Benim evimin duvarı da böyle alakalı alakasız bir sürü şeyle doluydu ve her geçen gün yenilerini ekliyordum. Kendi küçük tımarhanemde öyle ya da böyle yaşayıp gidiyordum.

Uğur’u Kasım 2004’te öldürdüler. Yıldırım Türker, Radikal gazetesinde konuyla ilgili içimi çok kıyan bir yazı yazmıştı. Kesip duvara asmıştım onu da. Uğur, babasıyla beraber evinin önünde devlet tarafından “karanlıkta büyük adam gibi görünüyordu” gibi korkunç bir gerekçeyle öldürüldüğünde ayağında terlikleri varmış. Ayağında terlikleri. 11 yıl oldu. Uğur, hala bazı geceler ayağında terliklerle rüyalarıma gelip göğsümü eze eze yürür.

Bir gün bir arkadaşım geldi eve. Yazı dikkatini çekti, niye astın bunu dedi. İyi niyetle sordu sandım, öyle değilmiş. “Buna mı üzülüyorsun” dedi, “çocuk teröristmiş işte.” Çocuk teröristmiş. Çocukla terörü aynı cümle içinde nasıl kullanabildiğine inanamadım. Bir kalbiniz varsa her gün utanırsınız, yoksa kolay.

Olmasa kolay. Kimse ölmüyormuş, öldürülmüyormuş gibi yaşamakta ne var, mis gibi yaşar gideriz. Yaşayıp gidenler görüyorum, içim çekiyor, özeniyorum. Ama olmuyor. Kafamı nereye çevirsem ceset fotoğrafları görüyorum. Burada cesetlerin çocuk ya da büyük ya da asker ya da gerilla ya da mülteci olmasından bahsetmiyorum, ölü olmalarından bahsediyorum. Ölü insanlar görmekten yoruldum, yorgunluktan ölecekmiş gibi hissediyorum.

Tam bu noktada, aslında ters bir manevra yapıp neşeli şeylerden bahsetmek isterdim. Eğlenip sevinebileceğimiz şeylerden.  Ama hafızamın dolaplarını çekmecelerini ne kadar karıştırsam da bu ara öyle hikayeler bulamıyorum.

Arkadaşlarımla buluşuyorum mesela, gülüyoruz ediyoruz. Herkesin, her gülüşün sonunda farkında olmadan iç çektiğini görüyorum. Uzun zamandır insanları iç çekişlerinden tanıyorum.

Yeni ilgi alanları edinirsem belki iyi gelir diyorum . Gidiyorum çizgi roman dükkanlarında saatler geçiriyorum. Ya da sağdan soldan tohumlar fideler bulup çiçekler ekiyorum.  Düpedüz korkaklık yapıp, haberleri takip etmeyip, bütün bunlar yokmuş gibi yaşamaya çalışıyorum. Olsa kolay. Olmuyor. Gün sonu bakiyesini aldığımda en üstte hep o iç çekiş kalıyor.

Kafamızı nereye çevirirsek çevirelim o kurşunlar içimizden geçiyor. Kevgire dönmüş ruhlarımızla daha ne kadar idare edebiliriz? Hiç bilmiyorum.

Siz bu satırları okurken, ülke ne halde olacak kestiremiyorum. Kimseye akıl vermek haddim değil. Kim haklı kim haksız artık umurumda da değil. Sadece hayatım boyunca içinden kurşunlar geçen herhangi bir savaşın herhangi bir tarafında olmayacağımı biliyor, bunu size de tavsiye ediyorum.


Ağzı köpürerek konuşan insanlardan çok bıktım. Hepimize köpüksüz zamanlar diliyorum.
.
Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 10, 2016 11:12

October 3, 2015

Yalnızlıkla Harakiri

.Ağaç evde hayat umduğum gibi gitmemeye başlamıştı. Boyanacak her tahtayı boyamış, sulanacak her bitkiyi sulamış, sevilecek her hayvanı sevmiştim. Tamam, akşamları içinden ağaç geçen balkonum efil efil eserken kitap okumak hala harikaydı ama bunlar da insan gözü sonuçta, o kadar okunur mu. İki arkadaş yüzü görmeye, bir çift kelam edip hasbihal eylemeye ihtiyaç duyar olmuştum. Zannediyorum korktuğum başıma geliyordu. İstanbul’dayken neneleri ölsün diye beddua ettiğim kalabalıkları ufak ufak özlemeye başlamıştım.
Yalnızlığımı unutmak için akşamları bahçemde kendi kendime ateş yakıyor, sonra etrafında kendi kendime oturuyor, kendi kendime şarkılar söyleyip kendimle flört ediyordum. Çok tatlıydım doğrusu. Ama tipim değildim. Bir akşam, “Kızım ben seni üzerim” dedim kendime. “Bende bağlanma korkusu var” dedim. “Karanlığıma bulaşma, kaç kurtar kendini” dedim. “Kaybedenim ben, ıssızım annıyon mu” diyordum ki kendim ağzıma dirgenle vurdu.
Ertesi sabah mahallenin veletleri ağaç evi görmeye geldiler. Mutluluktan gözüm döndü. Oldukça kısa boylu ve deli bireylerdi ama onlar da insan sayılırlardı neticede. Çocukları derhal içeri davet ettim ve onlara filtre kahve ikram ettim. İçmediler. “Niye içmiyorsunuz kuzucuklarım” dedim, “çünkü biz çocuğuz” dediler. Söylediklerini mantıklı buldum. İşte tam da o anda son derece neşeli bir aydınlanma yaşadım. Evet bunlar çocuktular, yani pıspırıl zihin demek. Onlara istediğim her şeyi öğretebilir, ufak tefek işlerimi hallettirebilir, onlardan süper eğlenceli bir çete kurabilirdim. Büyüdüklerinde de arkadaş olurduk ve böylece ben yalnızlıktan kurtulurdum. Belki epey uzun vadeli bir plandı ama plansızlıktan iyidir.
Çocuklar etrafı incelerlerken ben de projeme bir yerden başlamak için basit bir numara yaptım. Masanın üzerindeki bir kitaba elimle çarparak sert bir şekilde yere attım. Korkmuş gözlerle bana baktılar. En davudi ses tonumla “Bilirsiniz çocuklar, yerçekimi  kanunu” diyerek başladım Newton’dan bahsetmeye. Uzun uzun anlattım. Oradan termodinamiğin ikinci yasasına geçtim. Öğrencilerim zehir gibiydiler. Beni dinlerken gözlerinde kemik çerçeveli gözlükler çıktığını görebiliyordum.” Hayat matematiktir çocuklar” diye devam ettim. Sayıların özelliklerini anlattım. Pi sayısını gözleri kapalıyken bile hesaplayabilecek kıvama geldiklerini düşündüğümde kimyanın önemine geçtim. Sürekli aynı bilim dalından bahsederek dikkatlerinin dağılmasını istemiyordum. Tam elementlerin periyodik tablosunu duvara çiziyordum ki biri ağlamaya başladı. “Kes ulan canım yavrum” diyerek veledi sakinleştirdim. Gerektiğinde sert, gerektiğinde şefkatli bir öğretmendim.
Kuzucuklarımı bir gün için mebzul miktarda eğittiğime kani olunca onlara bir teneffüs verdim. Gidin bahçede yuvarlanın biraz dedim. Böylece ben de ağaçta sigara içebilecektim, çünkü biliyorsunuz, çocuklara kötü örnek olmamak gerekir. Onların yanındayken dünya bok gibi bir yer değilmiş gibi davranmak zorundasınızdır. Bu gerçekten sıkıcı bir şey.
Sigaramı içerken ufka bakıp bir gece öncesine kadar kendimi nasıl da yalnız hissettiğimi düşündüm. Oysa şimdi hareket eden fidanlarım vardı. Onları tüm kötülüklerden uzak tutacak, hayatın habisliğinin onlara değmemesi için elimden geleni yapacaktım. Bakkala gönderip muzlu süt filan da aldırabilirdim çünkü muzlu süte bayılırım. Bu sıcakta ben mi gideceğim canım, kopkoca kadınım sonuçta.
Ben böyle kendi kendime hayaller kurarken aşağıdan “Ablaaa, ablaaa” diye yırtınmaya başladılar. Kafamı bir uzattım ki ne göreyim; kucaklarında kamyon tekeri kadar bir karpuz. “Nereden buldunuz oğlum onu” dedim, “Yamak Hikmet’in bahçeden çaldık” dediler. Nasıl bir tavır sergilemem gerektiğini bilemiyordum. Hırsızlık kötü bir şeydi ve çocuklarım bunu ne kadar erken öğrenirlerse o kadar iyiydi. Tam kendilerini uygun bir dille ikaz etmeye hazırlanıyordum ki, “kıpkırmızı abla bal gibi” dediler. “Valla mı lan, getirin bakayım” dedim. Getirdiler. Sahiden de nefis bir karpuzdu bu. Öyle ki, yemelere doyamadık. Karpuzun bünyemde yarattığı şişkinliği atar atmaz yavrularımı bir daha hiçbir şey çalmamaları yönünde bilinçlendirmeyi planlarken içim geçmiş.
Birtakım öfkeli kadınların bağrışmalarına uyandım. Çocuklarımın biyolojik anneleriydi bunlar. Karpuz çalma vakası ortaya çıkmıştı. İşin kötüsü, bunu yapmaları için çocukları benim örgütlediğime emindiler. Olayların öyle gelişmediğini, ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu belirtmeye çalışsam da balkonun her tarafına dağılmış karpuz kabukları inandırıcılığıma halel getiriyordu. Beni çok ağır bir dille tenkit ettiler. Bu kısmı edebi olsun diye böyle ifade ettim. Yoksa bildiğiniz dümdüz çemkirdiler bana. Demediklerini bırakmadılar.
Yeteri kadar fırça kaydıktan sonra yavrularımı da önlerine katıp gidiyorlardı ki çocuklardan biri düştü. Fakat ağlamak yerine yattığı yerden “yerçekimi kanunu, yerçekimi kanunu” diye bağırmaya başladı. Ah benim canım, nasıl da güzel öğrenmişti anlattıklarımı. Bu duygusal sahne, annesinin başlatma yerçekiminden diye çocuğun kulağına asıldığı gibi sürükleyerek bahçeden çıkarmasıyla son buldu. Annelerin kulakçekimi kanunu, tüm fizik yasalarının üstünde yer alıyordu.
Yine kendi kendime kalmıştım. Anneleri, çocukları zinhar yanıma göndermezlerdi artık. Kendileri de gelmezlerdi. Aman gelmesinler zaten, çok da meraklıydım sanki. Ben bana yeterdim. Bahçede bir ateş yaktım. Etrafına oturup kendime şöyle baştan aşağı bir baktım. Esasen hiç fena sayılmazdım. Zaten başka kimim var? Bu mecburi birlikteliğe bir şans daha vermeye karar verdim.Kendime,” Yalnız mı yaşıyorsun tatlı kız” dedim. Gülümsedim.
Not: Bu yazı KAFA dergisinin Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 03, 2015 08:30

Bekleme Salonu

. Herkes için herhangi bir sabaha karşı... Tüm gece onu zapt etmeye çalışmaktan yorgun düşmüşüm. O da yorgun artık. Birkaç saat önce çamaşır makinesiyle kavga edip onu defterden sildi. Yeni kankası sehpa. O sehpayla dertleşirken ben kesici, delici, yakıcı ne varsa ortadan kaldırdım. İnsan kendini öldürmekte kararlı olunca her şey öldürücü olabiliyormuş, onu anladım. Kanepeye yatırıyorum. Durmadan akan sümüklerini siliyorum. Saçlarımın, diyor, her telinin ayrı ayrı ağrıdığını hissediyorum. Saçlarıma gidiyor ellerim, sanki her teli ayrı ayrı ağarıyor. Türk filmlerindeki, saçları bir gecede beyazlayan kadınlar geliyor aklıma. Ama hiçbir şeyi uzun uzadıya düşünecek durumda değilim. Kendim için üzülmeye zamanım yok.
Yüzünün rengini ancak kör bir ressam tarif edebilir. O rengi daha fazla görmemek için kör kalmayı dileyecekken, kör kaldığı için saçlarımın her telini ayrı ayrı ağrıtan biri geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. Falsosuz gören gözlerimle, ne halim varsa görmeye devam ediyorum.

Ölüm, diyor, bu kadar mı güzel gelir bir insana… Bana sormuyor. Kime sorduğunu bilmiyor. Zaten bir cevap da istemiyor. Öyle boşluğa bakıyor sadece. Ayın çekim gücüyle yerin çekim gücünün eşit olduğu bir yer vardır ya, orada sanki. Biraz daha uzaklaşırsa sonsuza dek kaybolacak gibi. Onu asılı kaldığı yerden bu tarafa doğru çekmek istiyorum. Ellerim kocaman olsun, tek hamlede tutup alayım, gitmesin istiyorum. Ama sabaha çıkacağını ispat etmek için bile en az iki şahit gerek. Kendimi ikiye bölüyorum.

Dışarıdan saksağan sesleri geldiğini söylüyor. Dışarıdan saksağan sesleri gelmiyor. Onun kulaklarını ödünç alıp dinlemeye başlıyorum.

Küçükken kar yağdığında kuş yakalardık birlikte. Mavi bir leğeni, ip bağlı küçük bir sopayla aralık tutmayı sağlayıp, leğenin altına ekmek parçaları koyardık. İpin ucu evimize çıkardı. Evimiz sobanın üstünde kuruyan çamaşır kokardı. Pencereye tüner, kuş beklerdik. Kuş gelince ipi çekerdik. Sopa düşer, leğen kapanırdı. Kuşa bir şey olmazdı. Koşa koşa gider kuşu bana getirirdi. Avuçlarım kupkuş olurdu. Biz o anda kardeş olurduk...

Keşke, diyor, saksağan olsaydım... İçimden kuşlar dökülüyor...

O mavi leğeni bulsam... Kar yağsa... Bak desem bak, Allah melekleri rendeliyor! Hadi kuş tutalım...
....
Terliyor, bütün bedeni kasılıyor. Üstündekileri çıkarıyorum. Kolları, bacakları, kasıkları... İnsan vücudunda uç uca eklendiğinde yüz bin kilometreye yakın damar olduğunu hatırlıyorum. Morarmış iğne deliklerine bakarak kendi içinde kaç kilometre yolculuk yaptığını anlamaya çalışıyorum. Sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Anlıyorum. Anlayınca affediyorum. Noktaları birleştirdiğimde "ukde" yazıyor çünkü... O ukdeyi biliyorum. Bildiğimin yanına bir tane daha "düğüm"lüyorum.
Sabah oluyor. Ne yaşanırsa yaşansın yine de sabah oluyor ya, buna her zaman hayret ediyorum. Arabaya bindirip önceden randevu aldığım bir bağımlılık tedavi merkezine götürüyorum. Karşı koyacak durumda değil. 
Muayene ediyorlar, daha iyi hissetmesi için bir iğne vuruyorlar, yatış evraklarını hazırlarken bizi bir bekleme salonuna alıyorlar. Hayatım bekleme salonlarında geçiyor. Şayet bir gün uzaylılar gelip bana “Dünya nasıl bir yer” diye sorarlarsa onlara buranın bir bekleme salonu olduğunu söyleyeceğim. Neyi beklediğini bile bilmediğin kocaman bir bekleme salonu.
Nerdeyiz şimdi, diyor başka bir dünyadanmış gibi gelen sesiyle. Dönülmez akşamın ufkundayız, diyorum. Gülümsüyor. Bu, prensipte anlaştığımızın fotoğrafı.  Azrailden bonservisini almayı becerebilirsek halledeceğiz. Saçlarını öpüyorum. Kokusunu içime çeke çeke öpüyorum. Bir yerlerde iki kardeşin uçsuz bucaksız bir arazide uçurtma uçurduklarını hayal ediyorum. Hasta bakıcılar hadi deyip iki koluna giriyorlar.
Koridorda götürülüşünü izliyorum. Kafam, devrilmiş bir seyyar satıcı arabası gibi. Ortalığa dökülüp saçılıyorum. Derhal toplamak, kimse görmeden tamamlanmak istiyorum ama bir parçamı kucağıma almaya çalışırken bir diğerini mutlaka düşürüyorum. Bir türlü tam olarak bir araya gelemiyorum.
Odasına girmeden önce endişeli gözlerle son kez dönüp bakıyor bana. Kucağımda düşmesinler diye sıkı sıkı tuttuğum iç organlarımla, koridorun diğer ucuna doğru son gücümle “Korkma” diye bağırıyorum, “daha motorları maviliklere süreceğiz.”
Söylediğim şeye inanmasını istiyorum.

Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ağustos 2015 sayısında yayımlanmıştır..
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 03, 2015 08:28

July 27, 2015

Ağaç Ev

.
Can sıkıntısına iki motor taksam, şimdiye uzaya gitmiştim.

Beni harekete geçiren bu cümle oldu. Aile evindeydim ve pencereden bahçeye doğru boş boş bakıyordum ki birden kafamda şimşekler çaktı. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum o muhteşem şey için muazzam uygunlukta bir yer vardı. Kopkocaman ve şepşefkatli iki ağaç. Ağaçların üstüne ne yapılır? Elbette ki ağaç ev! Koşarak balkona gittim ve bu harikulade fikrimi orada ince ince demlenen alkolik abime açtım. Gözleri kayık bir vaziyette “Yaparız be aabisi ayıbediyon” dedi. Onay verilmişti. Derhal projeyi çizip malzeme listesi çıkarmak gerekiyordu. Abim “Sen bana kağıt kalem ver bak ne biçim de çiziyorum planı şimdi” dedi. Verdim. Ben de o esnada internet taramasına geçtim. Gördüğüm şeyler karşısında aklımı kaybedecektim. İnanılmaz güzellikte ağaç evler vardı. Her gördüğüm ev için ayrı tonda bir çığlık atıyor, ancak iki gözünü aynı noktaya odaklamakta güçlük çekerek çizim yapmaya çalışan abim dışında kimse tarafından ciddiye alınmıyordum. Halbuki ben kararlıydım. O evi n’olursa olsun yapacaktım!

Sabırsız yapım nedeniyle daha evin şekli şemali bile belli değilken dekorasyon fikirlerine kendimi kaptırmıştım ki abim “Bitti” deyip elindeki kağıdı uzattı. Allahın adını verdim bu ne? Bir de diyor ki “Kafamın içinde çok süper çizdim de kağıtta niye böyle oldu anlamadım” diyor. İçe içe yaktı kafayı.


Neyse ben düzgün bir proje çizdim, malzeme ve maliyet listesi çıkardık ve sabah kalkar kalkmaz işe koyulmak üzere anlaşıp yattık.

Uyandığımda abim ortalarda görünmüyordu. Meğer gece ben yattıktan sonra da içmeye devam etmiş ve hala sızık vaziyetteymiş. Yanına gidip seri hareketlerle kendisini tepikledim. Gözünü yarım açıp “Geldik mi?” dedi. “Yine mi çok içtin sen” dedim. “Yok b’abisi, seksen yetmiş liralık filan işte” dedi. Ben bunun kafasından aşağı kahve döküp yüzünde soda şişesi kırdıktan sonra bi şekilde ayılttım. Bindik arabaya. “Benzin kalmamış karttan çeksene benzin ben çok seviyorum benzin” dedi. Dedim depoya hohla zaten bizi keresteciye kadar götürür. Öyle böyle gittik. O keresteci senin bu nalbur benim derken toparladık getirdik malzemeyi.

Başlayabilmek için temel görevi görmesi adına demir bir profil yaptırmamız gerekiyordu ve yazık ki bu iş için Süleyman Usta’dan başkasını tanımıyorduk. Süleyman Usta tam bir öldüren çene. Tek saniyede üç uzun cümle kurabiliyor ve anlattıkları zerrece ilgimi çekmiyor. Ama ortaya bir iş çıkarmak istiyorsanız, bazı bedelleri ödemek zorundasınız dostlarım.

Ayaklarımı toprağa gömüp gövdemi siper ederek kendimden demir profil yapma noktasına gelmiştim ki Süleyman Usta işini bitirdi. Yeteri kadar yüksek olmuştu. Usta dedi ki alt katı da ahır yapsana dedi. Hee dedim içine de at alayım. Şakasına söylemiştim. Ama Süleyman Usta ciddiye alıp dört çekerli çenesiyle zamanında jokey kulübüne iş yaptığından, parasını alamadığı için kendisine at vermeyi teklif ettiklerinden, bakamayacağı için istemediğinden, sonra nasıl olduysa büyükbaş hayvanları kızıştırma zamanından, oğlunun nasıl da hayırsız oluşundan, olası koalisyon ihtimallerinden ve daha hatırımda kalmayan bir dünya şeyden bahsetmeye başladı. Bu konuşma nereye gidiyor derken hınzır bir ifadeyle “At alayım mı sana?” dedi. Usta dedim hayırlı akşamlar eline sağlık çok güzel oldu.

Ertesi gün ve sonraki günler ailecek çalışarak evi neredeyse bitirdik. Bakmayın abime böyle söyleniyorum ama ayı gibi çalıştı gerçekten de. Tinerini balisini eksik etmediğiniz sürece mesele çıkarmıyor. Şimdi o kadar ağır iş yapınca kasları çıktı tabii, diyor ki “Abisi” diyor, “kollarımı böyle komple dövme mi yaptırsam” diyor, “hani jakuzi savaşçıları gibi” diyor. Zihinsiz bir birey. Ama çok seviyorum.

Süleyman Usta gelip geçerken kamyonunu durdurup eve bakıyor ve her seferinde “At alayım mı sana?” diye bağırıyor.
Annem o ameliyatlı ve tontiş kafasıyla bahçeme çit yapıyor, saksılarıma kılıf örüyor. Ablam, yengem, yeğenlerim herkes bir işin ucundan tutmaya çalışıyor. Komşular çiçek fideleri taşıyor, ihtiyacım olabilecek malzemeleri getiriyor. Şunu demeye çalışıyorum; güzel bir hayal kurduğunuzda, gerçekleşmesi için herkes elinden geleni yapıyor. Gerçekleştirdiğiniz bir hayalin içinden bakınca da, dünya epey güzel bir yer gibi görünüyor.



Yalnız benim bu narin yazar ellerim nasıl oldu da iki haftada inşaat kerestesine döndü aklım ermiyor. Artık kaaveye takılıyor, kalasla adam dövüyor ve uzun malbora içiyorum. Namım Aylin Usta. Bana ona göre konuşacaksınız.

At alayım mı size?


















Not: Bu yazı, Kafa Dergi Temmuz 2015 sayısında yayınlanmıştır. Bu kadar fotoğrafla yayınlanmamıştır tabii, dergiyi babamın oğlu çıkarmıyor sonuçta.

Sevgiler. Balboa.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on July 27, 2015 10:42

March 19, 2015

N'aber neler yapıyorsun?

.
Nesli tükenmiş bir kuşun yumurtasını arıyorum.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on March 19, 2015 04:00

January 13, 2015

Bu son olsun

.
Başım ağrıyor. Bir kitapta, adam ilk elli sayfa boyunca başının ağrısından bahsediyordu. Ağrısının bir ilginçliği yoktu üstelik, bildiğiniz düz baş ağrısı. Eh be anladık başın ağrıyor diyerek kitabı bırakmıştım. Belki ilerleyen sayfalarda geçmiştir ağrısı, bilemiyorum.

Anladığınız üzere başım ağrıyor. Bunu anlatmak için tek cümle yetiyor. Başka durumları anlatmak içinse dünyanın bütün dilleri bir araya gelse yetmeyecek gibi geliyor. Zaten dil öğrenmekle aram iyi değil, kafam almıyor.

Kafanın almaması bir şey değil de aklın almaması çok korkunç oluyor. Baş, kafa ve akıl aynı şeyler değil. Kelimeler insana amma çok olanak sunuyor. Çok da umurumda. Abim uyuyor. Abim uyanmıyor.

Solunum makinesinin çok çirkin bir sesi var. Beynimi yiyor. Bir hortum abimin ağzından içinde bir yerlere kadar gidiyor. Ağzı hep açık duruyor. Kuruyor. Başka bazı hortumlar damarlarından içeri bir şeyler zerk ediyor. Karnındaki hortumla içeri mama ittiriliyor. Penisine taktıkları ise dışarı aktarım için kullanılıyor. Devr-i daim sistemini kurmuşlar, tıkır tıkır çalışıyor. Ama bir şey var işte bir şey! Bir şey yok, sakinim.

Sakinim. Kafamı antidepresan kapsüllerine koyup uzaya fırlatıyorum. Bütün gece boşlukta fıldır fıldır tur atıyorum. Sonra sabah oluyor.

Abim bazen gözlerini açıyor. Bakıyorum bakıyorum bakıyorum. Orada mısın diyorum, cevap vermiyor. Orada değil, biliyorum. Çok uzun zaman önce bırakıp gitti beni. Beni burada bunca şeyin arasında sik gibi bırakıp gitti. Nefes alamıyormuş. Bok kafalı. Ben sanki alabiliyorum. Bazen gerçekten ağzını burnunu kırmak istiyorum. Onu çok özlüyorum.

Doktoru dedi ki durumu gitgide kötüleşiyor, ciğerleri iflas etti, artık geri dönüşü kesinlikle mümkün değil. Ne demek o dedim. Kendinizi hazırlayın dedi. Nasıl hazırlayayım gidip kuaföre saçımı mı yaptırayım hazırlamak ne demek? Yani işte anlıyorsunuz dedi. Beni bir şeyler anlayan biri sanıyor. Ses tonumun ciddiyetinden olsa gerek. Doktor hiçbir bok bilmiyor.

Sonra gidip abime dedim ki moruk ciğerlerin iflas etmiş ama dert etme, ben sermayeyi koyarım çalışır didinir ciğerine yeni bir iş kurarız. Eskiden olsa gülerdi. Eski dediğim çok eski. Gülmedi. Abimin gözleri dünyanın en katı gerçeği. İlla gideceksen dedim defol gözüm görmesin seni. Demedim öyle, nasıl diyeyim ki.

İlla gideceksen ve orada bizden önce gidenler bir medeniyet kurmuşlarsa dedim, ilk iş git babamı bul. Kafanı patlatıp hafıza mafıza hepsini asfaltta bıraktığın için belki tipini unutmuşsundur, burnu kocaman ve kemerli. Hemen dikkatini çekecektir zaten. O sana gerekli oryantasyonu sağlar. Sonra dedim yetkili birilerini görürsen şöyle söyle, ‘Kardeşimin size çok selamı var’ Ötesini ben gelince halledeceğim.

Başka bir şey demedim. Artık bir şey diyemiyorum. Yanında 5 dakika kalmama izin veriyorlar. Elini tutuyorum, başımı omzuna yaslıyorum. Ona hep bu şarkıyı söylüyorum.


Başım ağrıyor. Ben bir gün delireceğim. Allah’ı asla affetmeyeceğim.
.
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on January 13, 2015 12:58

Aylin Balboa's Blog

Aylin Balboa
Aylin Balboa isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Aylin Balboa's blog with rss.