Kurgunun Sınırlarını Zorla(ma)yan Bir Öykücü
Onur Caymaz
Kitap Zamanı, Sayı 23
Bir iki yerde söyledim, fakat yanılmıyorsam ilk kez yazıyorum. Belki günlüklerimde geçmiştir adı. Ama orada da havada kalıyordu. “Günümüz Öykücülüğünde Pastırmalı Yumurta” diye uzun bir deneme geziniyor kafamda nicedir. Yok, öyle bir tarama yaparak günümüz öykü metinleri içinde çeşitli yemek adları aramayacağım. Kaldı ki bu zaten kolay bir iş olacaktır. Öykü/roman hayattan koptukça, hayatla birebir ilintili şeyler de terkedip gidiyor çünkü öyküyü/romanı. Orhan Kemal, Murtazaadlı güzelim romanında bir misafirlik sahnesi döktürür. Murtaza’nın kayınbiraderi akşam onlara yemeğe davetlidir. Murtazanın hanımı, hemen oturur bir pastırmalı yumurta yapar. Üstat bunu öyle güzel anlatır ki karnınız acıkacaktır. Aynı şekilde Gurbet Kuşlarıadlı romanında inanılmaz iştahlı bir turşu-bulgur pilavı yeme sahnesi vardır. Büyük bir metnin ilk hedefi sanırım kurguyu ya da dilin sınırlarını zorlamak değil, inandırıcılıkla ilgili okurun kafasında birtakım sorular oluşturmaktır. Sanat her zaman da bir oyun değildir, değil mi?
Nereden geldik buraya diyeceksiniz. Yazıma attığım başlık bugün artık negatif eleştiri olarak alımlanabiliyor. Fakat bence aksine günümüz için bu bir değer. Siz inanıyor musunuz kadınların halen bazı günler toplanıp kısırlı börekli toplantılar yapmadığına? Çalışan erkeklerin maaş günlerinden bahsediliyor mu öykülerde? Hiç vergi iade zarfı satan birine rastladınız mı son yıllarda okuduğunuz kitaplarda, bordro almıyor herhalde artık hiçbir kahraman. Kimseye fatura da gelmiyor sanırım. Peki bir mahalle kavgası? İlk öpüşme, ilk adet kanaması... Mektup yazana, cep telefonunu şarj yerine “şarz” edene, bulaşık yıkarken bardağı kırıp elini kesene peki? Okuduğunuz romanlarda öykülerde kahramanların ne iş yaptığını, nasıl geçindiğini anlayabiliyor musunuz? Onların o an ne hissettiklerini anlatan öykülerden söz ediyorum. Ağlayan, gülen, öpüşen, sarhoş olan kısacası yaşayan kahramanlardan, öyküdeki insan sıcaklığından. Halkınızın büyük bir çoğunluğu konuşurken üç yüz kelimeden fazla kullanmayı beceremiyor ama sizin yazar olarak amacınız dilin ve kurgunun sınırlarını zorlamak. Bir nedeni var mı peki? Tabii ki yenilik arayışına karşı değilim. Fakat züppelikle devrimciliği ayırmak gerekmiyor mu! Geçen akşam kitapçıda Yaşar Nabi Nayır ödül etiketi de üstünde duran çiçeği burnunda bir kitaba rastladım. Her zaman gittiğim nargile kahvesine koştum hemen. Garson sipariş alana kadar iki öyküyü bitirmiştim bile. Bir çay söyledim. Çay gelene kadar bir öykü daha bitti. Kendi kendini okutan bir tavır var öykülerde. Ama günün meşhur söylemi “akıcı ve kolay okunuyor” tuzağına düşmemiş Oğuz. Asla bir kere okuyarak bitirebileceğiniz bir kitap değil bu, dikkat isterim. Sadece çabuk bitiyor. Kitabın adı: Fasulyenin Bildiği. Yazarı: 1981 doğumlu Birgül Oğuz. Daha ilk sayfada okuyucuyu saran akıcılık, ritmini pek düşürmeden sürüyor Oğuz’un öykülerinde. Bilerek ya da bilmeyerek deminden beri anlatmaya çabaladığım şeyin peşinde Oğuz. Hayattan bahseden öyküler yazıyor. Hikmet savurmayan, akademik kariyerinin kulesinden insanları “küçük insanlar”, “büyük insanlar” diye ayırmadan yazıyor öykülerini. Kimi zaman “aldanış nedir ki? Bazen bütün bir hayat” gibi acıtıcı gerçekleri söylerken kimi zaman da gerçeğin tam karşısına geçip onu sorguluyor ve daha ilk kitabı olmasına rağmen o sıcaklığın uzağında kalmadan yapıyor bunu. Her zaman başkaları cehennem olacak değil ya! Fasulyenin Bildiği’nde birbirinden yalın, on bir öykü var. Oğuz yalınlığı yer yer öyle bir hâle getiriyor ki okur, kalem değil de makas kullanarak yazdığını düşünebilir bunları. İlk öpücüğün heyecanı yok bu öykülerde, doğru. Fakat bir kızı ilk kez öptüğünü bilen bir toy delikanlının gölgesi geziniyor satırlarda. Yer yer masal anlatıyor Oğuz bizlere, Enisse, Dua, Kaybolan, Leke gibi öyküleriyle. Bunları da sevdim; ama yine de şimdi adını sayacağım öykülerden aldığım tadı alamadım: “Minik ve Pembe” (son yıllarda Barış Bıçakçı’nın yazdıklarından sonra okuduğum en yalın, en doğal öyküydü), “Baba ve Oğul,” “Uzak.” Ama lafı uzatmaya ne hacet. Ben Barış Bıçakçı’yı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz), Ethem Baran’ı (Unuttuğum Bütün Akşamlar), Jaklin Çelik’i (Yılanın Yolu), Toprak Işık’ı (Sırabaşı), Serkan Türk’ü (Uzak Yaz), Atilla Atalay’ı (Öpücük Balığı) pastırmalı yumurta yemeye davet ediyorum. “Minik ve Pembe”den elmalı turtayla, ıspanaklı böreğini alıp Birgül Oğuz da gelmeli... Fasulyenin Bildiği’nde bahsettiği dergilerde görünen hep aynı adamları, aynı tornadan çıkmış gibi görünenleri konuşacağız. Olur mu?
Kitap Zamanı, Sayı 23
Bir iki yerde söyledim, fakat yanılmıyorsam ilk kez yazıyorum. Belki günlüklerimde geçmiştir adı. Ama orada da havada kalıyordu. “Günümüz Öykücülüğünde Pastırmalı Yumurta” diye uzun bir deneme geziniyor kafamda nicedir. Yok, öyle bir tarama yaparak günümüz öykü metinleri içinde çeşitli yemek adları aramayacağım. Kaldı ki bu zaten kolay bir iş olacaktır. Öykü/roman hayattan koptukça, hayatla birebir ilintili şeyler de terkedip gidiyor çünkü öyküyü/romanı. Orhan Kemal, Murtazaadlı güzelim romanında bir misafirlik sahnesi döktürür. Murtaza’nın kayınbiraderi akşam onlara yemeğe davetlidir. Murtazanın hanımı, hemen oturur bir pastırmalı yumurta yapar. Üstat bunu öyle güzel anlatır ki karnınız acıkacaktır. Aynı şekilde Gurbet Kuşlarıadlı romanında inanılmaz iştahlı bir turşu-bulgur pilavı yeme sahnesi vardır. Büyük bir metnin ilk hedefi sanırım kurguyu ya da dilin sınırlarını zorlamak değil, inandırıcılıkla ilgili okurun kafasında birtakım sorular oluşturmaktır. Sanat her zaman da bir oyun değildir, değil mi?
Nereden geldik buraya diyeceksiniz. Yazıma attığım başlık bugün artık negatif eleştiri olarak alımlanabiliyor. Fakat bence aksine günümüz için bu bir değer. Siz inanıyor musunuz kadınların halen bazı günler toplanıp kısırlı börekli toplantılar yapmadığına? Çalışan erkeklerin maaş günlerinden bahsediliyor mu öykülerde? Hiç vergi iade zarfı satan birine rastladınız mı son yıllarda okuduğunuz kitaplarda, bordro almıyor herhalde artık hiçbir kahraman. Kimseye fatura da gelmiyor sanırım. Peki bir mahalle kavgası? İlk öpüşme, ilk adet kanaması... Mektup yazana, cep telefonunu şarj yerine “şarz” edene, bulaşık yıkarken bardağı kırıp elini kesene peki? Okuduğunuz romanlarda öykülerde kahramanların ne iş yaptığını, nasıl geçindiğini anlayabiliyor musunuz? Onların o an ne hissettiklerini anlatan öykülerden söz ediyorum. Ağlayan, gülen, öpüşen, sarhoş olan kısacası yaşayan kahramanlardan, öyküdeki insan sıcaklığından. Halkınızın büyük bir çoğunluğu konuşurken üç yüz kelimeden fazla kullanmayı beceremiyor ama sizin yazar olarak amacınız dilin ve kurgunun sınırlarını zorlamak. Bir nedeni var mı peki? Tabii ki yenilik arayışına karşı değilim. Fakat züppelikle devrimciliği ayırmak gerekmiyor mu! Geçen akşam kitapçıda Yaşar Nabi Nayır ödül etiketi de üstünde duran çiçeği burnunda bir kitaba rastladım. Her zaman gittiğim nargile kahvesine koştum hemen. Garson sipariş alana kadar iki öyküyü bitirmiştim bile. Bir çay söyledim. Çay gelene kadar bir öykü daha bitti. Kendi kendini okutan bir tavır var öykülerde. Ama günün meşhur söylemi “akıcı ve kolay okunuyor” tuzağına düşmemiş Oğuz. Asla bir kere okuyarak bitirebileceğiniz bir kitap değil bu, dikkat isterim. Sadece çabuk bitiyor. Kitabın adı: Fasulyenin Bildiği. Yazarı: 1981 doğumlu Birgül Oğuz. Daha ilk sayfada okuyucuyu saran akıcılık, ritmini pek düşürmeden sürüyor Oğuz’un öykülerinde. Bilerek ya da bilmeyerek deminden beri anlatmaya çabaladığım şeyin peşinde Oğuz. Hayattan bahseden öyküler yazıyor. Hikmet savurmayan, akademik kariyerinin kulesinden insanları “küçük insanlar”, “büyük insanlar” diye ayırmadan yazıyor öykülerini. Kimi zaman “aldanış nedir ki? Bazen bütün bir hayat” gibi acıtıcı gerçekleri söylerken kimi zaman da gerçeğin tam karşısına geçip onu sorguluyor ve daha ilk kitabı olmasına rağmen o sıcaklığın uzağında kalmadan yapıyor bunu. Her zaman başkaları cehennem olacak değil ya! Fasulyenin Bildiği’nde birbirinden yalın, on bir öykü var. Oğuz yalınlığı yer yer öyle bir hâle getiriyor ki okur, kalem değil de makas kullanarak yazdığını düşünebilir bunları. İlk öpücüğün heyecanı yok bu öykülerde, doğru. Fakat bir kızı ilk kez öptüğünü bilen bir toy delikanlının gölgesi geziniyor satırlarda. Yer yer masal anlatıyor Oğuz bizlere, Enisse, Dua, Kaybolan, Leke gibi öyküleriyle. Bunları da sevdim; ama yine de şimdi adını sayacağım öykülerden aldığım tadı alamadım: “Minik ve Pembe” (son yıllarda Barış Bıçakçı’nın yazdıklarından sonra okuduğum en yalın, en doğal öyküydü), “Baba ve Oğul,” “Uzak.” Ama lafı uzatmaya ne hacet. Ben Barış Bıçakçı’yı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz), Ethem Baran’ı (Unuttuğum Bütün Akşamlar), Jaklin Çelik’i (Yılanın Yolu), Toprak Işık’ı (Sırabaşı), Serkan Türk’ü (Uzak Yaz), Atilla Atalay’ı (Öpücük Balığı) pastırmalı yumurta yemeye davet ediyorum. “Minik ve Pembe”den elmalı turtayla, ıspanaklı böreğini alıp Birgül Oğuz da gelmeli... Fasulyenin Bildiği’nde bahsettiği dergilerde görünen hep aynı adamları, aynı tornadan çıkmış gibi görünenleri konuşacağız. Olur mu?
Published on February 07, 2011 15:31
No comments have been added yet.
Birgül Oğuz's Blog
- Birgül Oğuz's profile
- 44 followers
Birgül Oğuz isn't a Goodreads Author
(yet),
but they
do have a blog,
so here are some recent posts imported from
their feed.
