Söyleşi

Varlık, Temmuz 2007

1981 İstanbul doğumlusunuz. İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde okudunuz ve aynı üniversitenin Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı’nda “Entelektüel Çaresizliğin Kısa Bir Tarihi: Türk Romanında Deliren ve İntihar Eden Entelektüeller” adlı teziniz üzerinde çalışmaktasınız. Sizi daha yakından tanıyabilmemiz için başka neler söylemek istersiniz kendiniz hakkında?
Uzunca bir zaman müzikle uğraştım. Kötü bir çalgıcı olmaktan öteye geçemeyeceğimi fark ettiğimde de bıraktım. Sözcüklerin olmadığı bir yerde tutunamayacağımı, dillerin sonsuzluğunu ve erişilmezliğini öğrendim böylece. Açıkçası bu biraz acıklı bir deneyimdi benim için. Üniversite yıllarımda bol bol çeviri yaptım; tiyatroyla uğraştım, ama oyuncu olarak değil oyun yazarı ve dramaturg olarak. Küçük amatör oluşumlarda yan yana gelen insanlara, “meraklı okurlar”a metin çözümleme, şiir-tiyatro-roman tarihi dersleri  verdim.

Ödül almak yazarlığınızın başkalarınca tanınması anlamına mı gelir? Yazdıklarınızın gerçekten nitelikli olduğu anlamına mı? Bir onaylanma gereksinimini mi karşılar ödül almak? Genç bir yazarın bütün bunlara ihtiyacı vardır, evet. Yalnız evde değil, evin dışında da nasıl göründüğünü bilmeye, birinin ona tutacağı bir aynaya ihtiyacı vardır. Ama bence ödül bir onay belgesi değil, bir kapının sizin için aralık durduğunu size muştulayan bir şey. Bir ayna tutulacaksa  bir yazarın yüzüne, bu daha sonra, o kapıdan geçtikten epey sonra olacaktır sanırım.
Çalışmanın da yazmanın da sonu yok. Asla o düşlediğimiz metnin yazarı olamayacağız, asla yeterince çalışmış olmayacağız. Hangi fırça darbesi bir resmin son darbesidir? Sonsuza kadar yapılamaz mı tek bir resim? Çalışırken, yazarken, çeşitli anlatım olanaklarını denerken hata yapma hakkınızı özgürce kullanıyorsunuz; bir başınıza, bir masa başında gizli gizli yazıyorsunuz. Sonra bir an geliyor, yazdıklarınız birikiyor, hepsi önünüzde duruyor, yeni bir yer açmak istiyorsunuz kendinize. Peki bu çalışmaların tamamlandıklarına nasıl inandıracaksınız kendinizi? Ya hatalıysa, eksikse onlar hala? Önce bir yazar olarak kendi kişisel ölçütünüz giriyor devreye. Ne kadar inandırıcı kılabiliyorsanız bu ölçütü kendinize, o kadar özgüvenlisiniz demektir. Ama yazının asıl tamamlandığı an onun gitmesine izin verdiğiniz andır. Benim için tam bir cesaret deneyimiydi bu. Korkunun bir başka giysisi. Yaşar Nabi Nayır Ödüllerine katılmamın en önemli nedenlerinden biri buydu: Bir yazarsam ben, yazılarımın üstünde tek söz sahibi olmamalıydım. Böyle bir hakkım yoktu. Korku, insanı felç eden bir şey. Değmemeli, dokunmamalı, yerleşmemeli içimize. Öykü dosyamı postaya verdiğimde kendimi tamamlanmış, küçücük bir öykü kitabının yazarı gibi hissettim. Şimdi çok tuhaf geliyor bana ama sonrasında öykülerimin akıbetiyle ilgili tek bir soru kalmadı içimde. Sanki unuttum her şeyi. Dosyamı alıp bir yayınevine gitseydim ya da öykülerimi birer dergiye gönderseydim de sanırım benzer bir şey yaşardım.         

Yazma serüveniniz nasıl başladı? Hangi kaynaklardan beslendiniz? Ustalarınız (yerli-yabancı) kimler oldu?
Bu soruyu yanıtlamak benim için çok güç. Yazıya karşı, oldum olası takıntı derecesinde bir düşkünlüğüm vardı. Yazmak bir şeyler eklemek değil de boşlukları doldurmaktı ve yazmazsam eksilecektim sanki. Okumayı yazmayı öğrendikten kısa süre sonra obur gibi okumaya ve başıma gelen, aklıma düşen her şeyi belgelemeye başladım. Bunlara “yazmak” değil, “belgelemek” diyorum. Tuhaf, darmadağınık ve kalabalık bir müze yapmışım kendime meğer. Bu müze, yazma serüvenimin bir parçası olabilir mi? Bakışa göre değişir; ama bence değil. Dünyanın bütün kitaplarını okumak gibi bir de hevesim  vardı o zaman. Ne kadar çok okursam o kadar yaklaşacaktım bu hedefe. Çok eski bir günceme şöyle sıkıntılı, çocuksu bir not düşmüşüm: “Hayat ne kadar kısa ve okunacak ne kadar çok kitap var...” Bir süre sonra seçici olmaya başladığımı anımsıyorum. Hayat koşullarım buna elverdiği için çok şanslıyım aslında; annemin çok geniş bir kütüphanesi vardı ve seçici olmak isteyen bir okura türlü olanak sağlıyordu bu kütüphane. Sonrasında ukalalık dönemim başlıyor: “O öyle yazılmaz, böyle yazılır. Şöyle değil de böyle bitirse daha iyi olurmuş bu romanı...” Kibir böyle bir şey galiba. Önlerinde saygıyla eğildiğim “ustalar”ı (bu ustalar yıllar boyu iskambil kağıtları gibi birbirinin üstüne devrilen imparatorlardı;  birinin hükümdarlığı en fazla bir ay sürerdi) dokunulmaz ve asla erişilmez köşelerinde bırakıp, geride kalan neredeyse bütün metinlere burun kıvırıyordum. “Kötü metinlerin öğrencisi olmak da önemlidir tabii...” diyordum kendime. Acaba gerçekten kötü müydüler? Hiç sanmam. Ama benim yazma serüvenim bu dönemde başlamış olsa gerek. Okumayı istediğim türden metinleri kendim yazmaya kalkıştığımda. Boyumun ölçüsünü alıp, öncesinde “kötü” yaftasını yapıştırdığım yazarlara daha bir hoşgörü ve sonrasında beğeniyle bakmaya başladığımda... Kısacası, anlamaya başladığımda ve denemekten korkmadığımda...
Dediğim gibi, ustalarım her dönem değişti. Umarım değişmeye de devam ederler. Hayranlık, hele ki kimi zaman tapınmaya varan bir hayranlık çok tehlikeli bir şey.  Yine de kısa bir “ustalar listesi” yapmam gerekse Virginia Woolf, James Joyce, Italo Calvino, Julio Cortazar, Dostoyevski, Marquez ve geçtiğimiz yıl tanıştığım Fernando Pessoa; yerli yazarlardansa Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Latife Tekin, Bilge Karasu ve Sema Kaygusuz ilk aklıma gelen isimler.       

Kendi kuşağınızdan aranızda kan bağı olduğuna inandığınız öykücüler var mı?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için bir kuşak bilinci edinmiş olmam gerekirdi. Ama ben kendi kendini yalanlayan bir çağın çocukları olduğumuza inanıyorum. Bizleri yan yana getirecek ve bir kuşak olarak tanımlanmamıza neden olacak bir ortaklık içinde duymuyorum kendimi. Kendi kuşağımdan habersizim ben. Bu belki de büyük bir eksiklik, çok yanlış bir inanç. Açıkçası bu konudaki hatamı sevinçle kabul etmeye hazırım. Ama bu soruya verecek bir yanıtım yok. Umarım olur birgün...
Ödüle değer bulunan “Fasulyenin Bildiği” adlı dosyanızdaki öyküleri hangi süreçte kaleme aldınız, onları bir araya getirirken neleri göz önünde bulundurdunuz? Aralarında nasıl bir ilişki var?
Bu dosyada yer alan öykülerin büyük çoğunluğunu geçtiğimiz yıl içinde yazdım. Edebiyatla ve yazıyla uğraşmanın nasıl bir hayat yaşamayı gerektirdiğini uzun zamandır biliyordum. Bu, benim durumumda tam anlamıyla bir kapanışı, yani yazıya kapanışı gerektiriyordu. Bir yandan başka işlerle uğraşıp bir yandan da yazabilen çok insan var, biliyorum. Ama ben kesinlikle onlardan biri değilim.  Bu yıl, tezimle ilgili çalışmalarıma bir süreliğine ara verip yalnızca öykü yazmaya karar verişimin altında da bu gerçeği kendime itiraf etmiş olmam yatıyor. Şimdi dosyamdaki öykülere dönüp baktığımda onlarda gündüzlerimi, gecelerimi, hatta rüyalarımı görüyorum. Bugüne dek görüp bildiğim ne varsa  hepsinin kristalleşmiş bir görünümünü buluyorum.
Öykülerimi bir dosya oluşturacak biçimde bir araya getirirken çok önemli bulduğum bir noktayı elimden geldiğince göz önünde tutmaya çalıştım. Öncelikle, bir dosya hazırlayıp onu bir jüriye göndermenin altında her zaman bir “bence bu öyküler okunmaya değer” iddiası vardır diye düşünüyorum. Her metin, okunma zamanı boyunca okuyucusunun belleğini işgal eder. Bu işgal için de yeter gerekçesi olmalıdır. Okuyucunun o anda okumayı seçeceği sayısız metinden yalnızca biridir sizin metniniz ve bir başkasının belleğinde yeniden yaşam bulma olasılığını hak etmelidir. Her yazarın bu konuda bir ölçütü vardır sanırım. Benim ölçütümse yazdığım metnin beni değil bendeki başkalarını anlattığına ikna olduğum andır. Yazarından özgürleşmiş, kendi serüvenin efendisi olmuş her metin, suya bir yaprak bırakır gibi tıpkı, kendi yoluna bırakılmalıdır. Ben de kendi olma koşulları bunu gerektirdiği için beni terk eden öykülerimi koydum dosyama. Onların serüveni artık beni ilgilendirmiyor.
Öykülerimin arasındaki ilişkiye gelince... Sanırım bu konuda doğru bir şey söyleyebilecek son insan benim. Yazarlarının ortak olmasının dışında bir ilişki var mı aralarında? İnanın bilmiyorum.      
“Meleğin Gözü”, “Unutma Beni”, “Enisse”, “Dua” gibi öykülerinizde düşsel olana yaslandığınız açık. Belki bu diğer öyküleriniz için de söylenebilir. İnsanın iç dünyasını şiirsel bir dille izlemeyi seviyorsunuz ama yine de “olay”ın tetikleyici bir unsur olma özelliğini terk etmemişsiniz. Saptamamız hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Düşsellik gerçekliğin bir başka görünümü. Hepimiz için ortak bir başka semboller evreninin dilsel bir açılımı. Kadim metinlerin, masalların, bugün mitik tabir ettiğimiz pek çok “yazı”nın bu dilin içinden konuştuğunu, evrensele bu dille dokunduğunu ve nüfus ettiğini düşünüyorum.  Metinlerimdeki düşsel ögeler sanırım bu ortak bellekle ilişkide olduğum sürece metinlerime sızan, ben önlemeye kalkışmadığım sürece de sızmaya devam edecek olan ögeler. Ben belki bir “yaslanma” değil de bir tür bilinçli/bilinçsiz “beslenme”, “ortak olma” derdim buna. Bana öyle geliyor ki, her metin kendinden önce yazılmış olanlarla bir diyalog içindedir. Homeros’un yazısı 20. yüzyılda yazılmış bir metinde de varlığını sürdürür. Ortak bellekten kastım, büyük bir yazı; ilerleyerek değil yan yana gelerek, birbirini kuşatarak çoğalan bir yazılar bütünü. Yeni yazıya inanmıyorum. Yazının eskiyebileceğine de inanmadığım gibi.  Kurmacadaki, yani yazıyla bir alem yaratmadaki çokluk kaçınılmaz olan düşselliğe ve düşselliğin kaçınılmaz bir biçimde kenetlendiği “büyük yazı”ya,  zaten başkalarınca çoktan söylenmiş olanlara, ama yine de söylemeye devam etmekteki gizeme inanıyorum. Düşsellik benim için bir usluptan çok yazının geldiği yer.
Olay, zihni tetikleyen, zihni çağrışımlara açan en önemli unsurlardan biridir bence. Suya taş atıp suyun harelenmesini anlatmak gibi. Rüzgarda eğilen bir ağaç, dünyanın altını üstüne getiren bir felaket ya da küçücük, anlık bir izlenim olabilir bu... Ben her seferinde bir olaya tutunmaya çalıştım. Bir ilk devindiriciye. Sizin deyişinizle  bir tetikleyici unsur olarak olaya...

 “Fasulyenin Bildiği” adlı öykünüzde dergilerle mücadeleye giren genç bir yazarın öfkesini görüyoruz. Sizin de genç bir yazar olduğunuzu göz önünde bulundurarak bu öykü üzerinde konuşmak istiyoruz.
Bu öykünün benim için anlamı büyük. Bir okuyucu olarak onda boşluğa yazmanın verdiği korkuyu, “orada kimse var mı?” seslenişini, tanrısı olmayan bir dünyada mırıldanılan duadaki çaresizliği ve yine de bitmek bilmeyen beklentiyi görüyorum.
Bu öyküde çok da otobiyografik bir yan olduğunu söyleyemem. Ben dergilerle mücadeleye girmedim henüz. Öykü kahramanının sorduğu soruları daha sormadım. Boşluğa yazmanın ne olduğunu henüz bilmiyorum. Bir olasılıklar bütünü, kırık dökük bir kehanet olabilir bu öykü benim için. Belki de bu yüzden bu kadar anlamlı.
Türkiye’de okurların öyküye olan ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yazar olarak öykülerinizi nasıl bir “okur” için yazıyorsunuz?
Bu konuda ne söylesem yanlış olur. Öncelikle, böyle bir ilgi var mı, bilmiyorum. Belki de bunu gözlemlemek ve sonrasında değerlendirebilmek için başka bir yerde durmam gerek. Bu konuda genel anlamda bir şikayet havasının estiğini, okurların yalnız öyküye değil edebiyata olan ilgisinin de ne kadar az olduğundan söz edildiğini görüyorum. Ama bu bakış bana biraz yanlış geliyor. Sanki sadece eksikliklerden, yoksunluklardan beslenen bir bakış biçimi bu. “Olan”a değil, daha çok “olmayan”a işaret eden bir değerlendirme gibi. Bu değerlendirmeleri elbette yanlışlayamam; ama savunamam da. Bu yüzden de şimdilik bu konuda söyleyecek hiçbir şeyim yok.
Öykülerimi ise bir “okur” için yazmadım. Daha soyut anlamda “okur”a yazdım. Düşlediğim, hedeflediğim, öykülerimi okuyacağını ya da okumayacağını bildiğim bir okuyucu kitlesi yoktu zihnimde. Bence her metin kendi okuyucusunu çağırır; yazar bu konuda ne düşünürse düşünsün, niyeti ve beklentisi ne olursa olsun, yazardan bağımsız bir biçimde gerçekleşir bu okuyucu-metin buluşması.   
 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on February 05, 2011 16:12
No comments have been added yet.


Birgül Oğuz's Blog

Birgül Oğuz
Birgül Oğuz isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Birgül Oğuz's blog with rss.