Onur Ataoğlu's Blog
August 12, 2025
Çağımızın Hastalığı Hiperatansiyon
Başlığı okuyanların çoğu eline makinayı alıp ölçmüştür, "büyük 13, küçük 8, iyi, her şey yolunda..." diye rahat bir nefes almıştır. Ama başlığı tekrar okursanız hastalığın vasfını tamamen değiştirecek ekstra bir harf fark edeceksiniz; konumuzun kan basıncı ile ilgisi yok, aşırı derecede faaliyet, dikkat ve odaklanma(ma) ile ilgisi var.
Başlık, ingilizce "hyperattention" kelimesinden geliyor ve bu terimi Koreli çağdaş filozof Byung-Chul Han'dan çaldım, daha önce kullanan olduysa da bilemem... Han, günümüz filozofları arasında en dikkat çeken ve ilgi gören isimlerden; öyle ki belli çevrelerde Han okumayanı dövüyorlar artık. İtiraf etmem gerekirse, birkaç yıl önce bir yazısını okumaya çalışmış, kilitlenip kaldığım için sonunu getirememiştim. Okuması zor bir arkadaş, ama yine de (nispeten) anlaşılır ve düzgün ifade edilmiş eserleri var. Ben de yorgunluk/tükenmişlik toplumu başlıklı kitabını elime geçirince keyifle okudum - en azından yarısına kadar.
Han, eski filozof ve düşünürlere de bol bol atıfta bulunarak yazıyor. Bu kitabının da ilk yarısında yazarla birlikte kalmayı başarabiliyorsunuz. Sanki bir köy yolundasınız, onun altında Ferrari, sizde Clio, ikiniz de 60-70'le gittiğiniz için Han'ın yazdıklarını takip edebiliyorsunuz. Kitabın yarısını geçince bir kavşağa gelip otobana çıkıyorsunuz; Han birden 280 basıyor, siz de arkasından taş çatlasa 140 ile takip etmeye çalışıyorsunuz, araba titreyip tıkanıyor, fark giderek açılıyor. Yine de alıp bir okuyun derim.
Kitap öyle bir zamanlamayla denk geldi ki, sosyal medyanın en hımbıl vatandaşa bile sürekli gaz veren zorlantısı üzerine düşünüp taşınırken, Han'ın bu konuda çok daha düzgün ifade edilmiş düşünceleri imdadıma yetişti. İnstagram'ından linkedin'ine kadar tüm camia el birliğiyle, sizi neler yapabileceğiniz konusunda düdüklü tencere misali pişirirken, Han'ın sınıflandırmaları ve günümüz paradigma değişikliğini tanımlaması cuk oturdu. Cranberries'in çok sevdiğim albümüdür, "Everybody else is doing, so why can't we", yani, "herkes yapabiliyorkene, biz niye yapamıyorkene?"
Günde yarım saatini asosyal medyada geçiren herkesin aklına gelmiştir; tanıdığınız veya tanımadığınız bir çok insan uçuyor, kaçıyor, hem çocuk hem de kariyer yapıyor, yazıyor, çiziyor, boyuyor, dans ediyor, siz de (afedersiniz) kütük gibi kıçınızın üstünde oturuyorsunuz. Art niyetli olmasa bile, çoğu eleman veriyor motivasyonu; örneğin bir gezgin diyor ki "gezmek hiç de sandığınız kadar zor ve pahalı değil, çok kolay, istersen yaparsın, bak bana..." Evet, bunu yazarken iyi niyetli olabilir ama sizdeki yansıması şu oluyor: "Gezemiyor musun? Salaksın sen. Loser'sın. Saaalak saaalaak"
İşte bu aktivite zorlantısı sizi hemen savunmaya çekiyor: "yaaa, belki de istemiyorum, ben böyle memnunum" diyeceksiniz ama... "Zoooorrrt! yanlış cevap". Aslında istiyorsun, bahane buluyorsun. Kim istemez ki? Sende potansiyel var, sende mevcut, sen istesen neler yaparsın, kendini geliştir, kendini gerçekleştir, kendini oluştur, kendini becer (yanlış anlamayın, becerikli ol anlamında)...
İşte, Byung-Chul Han modern hayatın dayattığı bu paradigma değişikliğini gayet güzel ve anlaşılır bir dille özetlemiş. İnsanların bir "disiplin toplumu"ndaki "itaat öznesi" olmaktan çıkıp, "başarı toplumu"nda birer "performans öznesi" oluşunu anlatmış. Demek istiyor ki, bizler eskiden "dış güçler" tarafından güdülen, sınırlanan, yasaklar ve zorunluluklar empoze edilen varlıklardık. Bir şey yapmıyorsak ya da yapamıyorsak, bizi engelleyen toplumsal bir sistem veya fiziksel kısıtlar vardı.
Ama artık çağın getirdiği bireyselleşme, kişisel gelişim, bilişim ve iletişim imkanlarının sınırsızlığı, post modern ve neo-liberal olanaklılıklar iklimi bu kısıtları kaldırıyor. Artık insanın "kendini gerçekleştirmesi" (ne demekse??) önünde engeller çok az! Yapabilirsin, yapanlar var, yapamıyorsan salaksın! Önündeki tek engel bizzat sensin. Tango yapamıyorum deme, yaparsın! Resim de yaparsın, sörf de yaparsın, viyolonsel çalıp pentatlon yarışlarına da katılabilirsin. Yapamıyorsan suç sende, otur ağla, kahrol...
Tabii spor, sanat, seyahat, hobi vb. alanlarda yine de bahane bulabilirsin, bunlar para ve maddi imkan gerektiren konular dersin ama fatura yine sana çıkıyor. Sevmediğin bir işte, yetersiz gelirle yaşıyorsan yine salaksın, yine beceriksizsin. Niye sevdiğin işi yaparak hayatını kazanmıyor, hem mutlu hem varlıklı olmuyorsun? Sosyal medya ne hikayelerle dolu; masa başından istifa edip sevdiği işi yapmaya koyulan, bir şeyler boyayıp satan, ahkam kesen, fikir üreten, kafe işleten niceleri yaptı; sen niye yapamayasın? Saalak, saaalak.
Gazveren sosyal medyada kolay kolay denk gelemeyeceğiniz kötü bir haberim var; dünyada "severek yapacağınız iş" kontenjanı çok, ama çok sınırlı. Sevmeden yapacağınız işler ise çook daha fazla istihdam gerektiriyor, ve üzülerek söyleyeyim, bu işlerin de yapılması lazım. Ben de Formula 1 pilotu olmak isterdim, iki haftada bir dünyanın değişik yerlerinde yarışlara katıl, podyumda şampanya patlat, sabaha kadar partile.
Ama dünyada bu iş için mümkün olan kontenjan 30, 40, hadi bilemedin 100 kişi olsun. Diğer taraftan, çöp kamyonu veya cenaze aracı pilotluğu kontenjanı onbinlerce ve birilerinin yapması gerekiyor! El emeğinle güzel bir süs eşyası yapıp satabilir, kazandığın parayla jogging yapabilirsin, ama koşarken giyeceğin eşofmanı, ayakkabıyı üretmek için yüzbinlerce kişinin sevmediği işlerde ve berbat koşullarda çalışıyor olması gerek.
O zaman ne yapalım, gemisini kurtaran kaptan diyeceksin, her koyun kendi bacağından asılır diyeceksin. Post modern toplum bireyselleşmeye, atomizasyona imkan tanıdıkça, "biz" merkezden uzaklaşıp "ben" merkezi benimsedik. Ben yaparım, ederim, kendimi gerçekleştirir sevdiğim işle iştigal ederim, geri kalansa... eh, onlar da uğraşıp başarsın; cranberries ne demiş, everybody else is doing it, so why can't they?
Tekrar başlığımız olan hiperatansiyon ve Byung-Chul Han'a dönersek; itaat toplumundan performans toplumuna geçiş ilk başta kulağa çok hoş geliyor. Ne de olsa "itaat" olumsuz bir kelime; toplum seni kısıtlıyor, darlıyor, çeşitli normlarla elini kolunu bağlayıp "kendini gerçekleştirmeni" engelliyor. Bir an için, tüm bu uygarlığa, lükse ve kolaylığa toplumsal rol dağılımı ve mecburi bir itaat sistemi içinde ulaştığımızı unutuyoruz, ama ne yardan, ne serden vazgeçebiliyoruz.
Böylece disiplin toplumundaki "dış güçler"in kontrolü, giderek iç güçlere geçiyor. "Yapmam gerekli", yerini "yapabilirim"e bırakıyor. Motivasyon, öz kontrol devreye giriyor, yapılabilecekler kümesi giderek genişliyor ve insanın kendisi ile mücadelesi başlıyor. Olumsuzluk, yerini aşırı olmululuğa bırakıyor; istersen her şey mümkün, onu da yaparsın, bunu da, şunu da... Han'a göre, itaat'ten performansa geçiş, olumsuz'dan olumlu'ya geçişle paralel; böylece yaşanan paradigma değişikliğini çok iyi bir şey olarak görüyoruz. Birey giderek gelişiyor, güçleniyor ve kendisini gerçekleştiriyor (off, bu laftan da bıktım).
Tabii bu aşırı olumluluk, giderek kendini aşırı bir aktiviteye, performansa, yoğunlaşmaya (yani, hiperatansiyona) zorluyor. Hayat hızlandı, yapacak çok iş var, önce sevdiğim işi yapacağım, sonra sevdiğim sporu, sanatı, hobimi, gezimi, yemeğimi... hepsine vakit ayıracağım, yapacağım, çünkü yapabilirim, bak yapanlar var, falancanın insta sayfasında günde 50 post var, sabah yogasını yaparken, kahvesini almış işe giderken, toplantıda sunum yaparken, öğlen gurmelik yapıp akşam ata binerken, ertesi sabah da aurora borealis izlemek için Norveç'e uçarken...
İşte Han'a göre zurnanın zırt dediği yer de bu hiperatansiyon hali; çağımızın "cool" hastalıkları olan depresyon, dikkat eksikliği, borderline kişilik, hiperaktivite, tükenmişlik sendromunun kökeninde bu hayat tarzı yatıyor. Bireyselleşerek ve kendimizi geliştirerek baskı ve kontrolden kurtulmuyoruz, kendi kendimize baskı ve şiddet uyguluyoruz. Aşırı çalışmamız, koşturmamız, hatta severek yaptığımızı sandıklarımız bizi zorluyor, ama kırbacı vuran yine kendimiziz. Çünkü yapabiliyorum, çünkü neyim eksik, çünkü evimizin dibinde tango kursu açılmış, yine de gitmezsem suçlu benim!
"Olumsuz"dan "olumlu"ya geçiş kulağa çok olumlu gelse de, bir şey yapmamanın, durup düşünmenin, derinlemesine düşünmenin kötülendiği bir paradigmanın esaretinde sürmenaja doğru ilerliyoruz. Farkındalık, meditasyon bile koştururcasına, moda birer akım ve zorunluluk gibi yapılıyor, yogadan çıkar çıkmaz koşa koşa bir sonraki aktiviteye yetişiliyor. Hiperatansiyon, yani aşırı dikkat, yoğunlaşma ve konsantrasyon giderek tükenmişliğe yol açıyor ama şimdilik memnunuz, çünkü yapabiliyoruz, çünkü direksiyon bende!
Han, bir şey yapmamanın pasiflik olmadığını, aktif bir tutum ve pozitif bir tercih olabileceğini önemle vurgulamış. İnsanlığın düşünce ve kültür tarihinin gelişiminde bir şey yapmamanın, tefekkürün hatta tembelliğin büyük rolü olduğunu hatırlatıyor. İnsanın gün içinde büyük hızla odağını değiştirmesi, nefes alacak vakti bulamaması, kendini aktif, meşgul ve hatta mutlu olmaya zorlaması yorgunluğumuzun, mutsuzluğumuzun, tatminsizliğimizin başta gelen sebebi. Bu zorlantı, itaat toplumundaki sömüren/sömürülen diyalektiğinin yerini, insanın kendi kendisini (memnuniyetle) sömürdüğü bir döngüye bırakıyor.
Sosyal medyada bazı konnekşınlarımın etiketlerini görünce dehşete kapılıyorum. Eskiden bir kişinin künyesinde "genel müdür" yazardı, veya yüksek mühendis, veya kardiyolog, veya son ütücü, veya ressam, veya muhabir, veznedar, santrafor yazardı. Şimdi, kimlikler için satırlar, paragraflar yetmiyor. Bir bakıyorsunuz adam künyesine "project coordinator, digital creator, influencer, public speaker, personal coach, pilates instructor, part time mentor, content provider, advisor, freelance writer, career planner, amateur painter, administrative consultant, marketing lead, solo traveler, fusion cuisine, wine connoisseur, software engineer, sales specialist, certified barista, professional sailor, ceramic artist, phptography_by_Ahmet" yazmış...
- Memnun oldum Ahmet, ben de Onur (kıskanma emojisi)
- Üzülme Onur, sen de yapabilirsin (acıma ve şefkat emojisi)
- Tabi ya, herkes yapabiliyorkene, ben niye yapamıyorkene? (kahrolma emojisi)
- Bu arada, ölü diller uzmanı ve tropikal kokteyl eğitmeni olduğumu söylemiş miydim? (nasıl koydum ama emojisi)
Onur'un Seyir DefteriApril 17, 2025
Bir Ülkenin Pul Koleksiyonu
Benim hesabımı takip edecek kadar yaşl… pardon, kıdemli arkadaşlarımın ekseriyeti gençliğinde (çeşitli saiklerle) pul koleksiyonu yapmıştır; o yüzden pul nedir, ne değildir, tarihçesi, amacı gibi konulara uzun uzun girmeyeyim. Ama Ankara Ulus’taki tarihi PTT binasında yer alan Pul Müzesi’ne giderseniz sadece pul koleksiyonu değil, yakın tarihe dair kapsamlı bir kültür ve tarih sergisine tanık olacaksınız.
Ne de olsa pullar, sadece ticari/idari birer değerli kağıt değil, toplumun gündemini, tercihlerini, dönemin ideolojisini yansıtan birer belge. Zarfa bilmem kaç kuruşluk bir kağıt yapıştırmanın ötesinde, üzerine basılan resim, desen, portre ile bir mesaj verme iddiasında. Müzede, Türkiye ve dünya tarihinden, son 100-150 yılda basılmış pullardan çok değerli bir seçki haricinde, PTT’nin tarihi boyunca yaşadığı tecrübeleri gösteren, posta treni vagonlarından postacı çantalarına; eski tip santraller ve telegraflardan kıyafet ve posta kutularına kadar aklınıza ne gelirse görebilirsiniz.
Aslında pulun tarihi çok da eskilere dayanmıyor; ilk pul 1840 yılında basılan ve Kraliçe Viktorya’nın profili ile taçlandırılan Penny Black. Matbaa konusunda epey bir rötar yaşayan Osmanlı ise, sadece 23 yıl sonra pul mevzuuna ısınmış ve 150 yıl sonra doblo araçların arka camında standartlaşan tuğranın bulunduğu ilk pul 1863’te basılmış. Ardından savaş dönemi, cumhuriyetin ilk yılları derken, gerek arap, gerek latin harfleriyle pul basımı hiç aksamamış ve savaşın en sıcak dönemlerinde bile sürmüş! Hatta genç cumhuriyetimiz o kadar işin gücün arasında Londra’da pul bastırmayı ihmal etmemiş; sanırım posta pulları o dönemin en önemli egemenlik sembollerinden biriydi.
Savaş sırasında bile posta hizmetlerinin ne kadar dikkatle, özen ve özveriyle yürütüldüğünü görebiliyorsunuz. Kurtuluş Savaşının devam ettiği yıllarda Ankara’ya gönderilen bir posta kartının yolculuğu beni hayretlere düşürdü. Antalya-Ankara yolunun kapalı olmasından dolayı, kart İngilizlerin kontrolündeki Port Said Limanına, oradan İzmir’deki İngiliz Posta Şubesine ve sonunda Ankara’ya iletilmiş. Demek ki bundan 100 yıl önce bile VPN uygulaması mevcutmuş; yurt içi iletişim ağları kesildiyse, yurt dışından hedefe ulaşmak mümkünmüş. İşin ilginci, taa Münih’ten yola çıkan kart, tüm bu yolculuğu yapıp bir ay içinde hedefine ulaşabilmiş! O yıllara ait pul/zarflar arasında gözüme hemen Fatsa çıkışlı bir mektup ilişti (algıda hemşericilik). 1921 yılında Fatsa’dan Samsun’a gönderilen bir mektup ve Fatsa’da bir postane olduğuna dair damgalar beni şaşırttı doğrusu…
Ardından cumhuriyet dönemi ve pulların giderek çeşitli tarihi/sosyal gelişmelerle ilişkilendirilmesi, eğitici, öğretici amaçlarla tasarlanması, ülkeler arasında dostluk ve dayanışma amacını gütmesi, önemli kişilikleri onurlandırması… Örneğin, 1945’te çıkarılan “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” için basılan pulların zarafeti, naifliği… Demokrat Partinin kurulması ve Adnan Menderes’in yükselişini tetikleyen bu vaka pul tarihine de geçmiş.
Müzede aklınıza gelmeyecek konu ve çeşitlilikte pullar var. “Zararlı böcekler” temalı bir grup pul basılmışsa, ardından “yararlı böcekler” konulu bir seri de basılıyor. Öyle ya, pul defterini eline alan doğaya çıkıp da önüne gelen böcüklerin üstüne basmasın, pullara bakıp ziyanlısını faidelisinden ayırt etsin. Uluslararası ilişkilerle ilgili basılan jest niteliğindeki pullar da belli bir dönemde hangi ülke ve halklarla nasıl ilişkiler içinde bulunduğumuzu hatırlatıyor. Bir çok ülke ile ikili ilişkilerimizin önemli dönemeçlerinde hatıra pulları basılmış elbette; düzenledikleri olimpiyatlar, kurtuluş günleri, önemli kayıpları için dayanışma…
Örneğin, Afrika ülkelerinin pullarında çok ilginç detaylara denk geldim. Çad Cumhuriyeti, Prenses Diana için öyle güzel pullar basmış ki, İngilizlerde yok böylesi. Togo Cumhuriyeti ise Marilyn Monroe 1962’de öldüğünde nefis bir seri yayınlamış. Yahu, Monroe kim, Togo nere diyorsunuz ama pul meselesi tamamen güncel ve kültürel işte; Togo’lular da, diğer dünya memleketleri gibi Marilyn’e hayran. Gana hükümeti ise politik/popüler insanlara bulaşmak istememiş, tamamen Disney karakterleri üzerinden harika bir seri yayınlamış.
Tabii bu pulların çizim/tasarım süreçleri merak uyandırıyor ve müzenin en ilginç kısımlarından biri, tasarım adımlarını görebileceğiniz sergiler. Yetenekli çizerlerin eserleri yetkililer tarafından inceleniyor, öneri ve talimatlarla geri gönderiliyor, bazen tamamen reddediliyor, bazen de birkaç iterasyondan sonra pulun tasarımı belirginleşiyor ve basıma gidiyor. Tüm bu süreçlerin analog yapıldığı yıllarda, tasarımların üzerine dolmakalem el yazısıyla düşülen notların zerafeti, işini oldukça ciddiye alan sanatçıların ve yöneticilerin basireti pul mevzunun ne kadar derin ve önemli olduğunu gösteriyor.
Beni bilirsiniz, yazıyı illa ki Japonya’ya bağlamadan bitiremem. Müzede hem Japonya’da basılan pullar, hem de iki ülke arasındaki ilişkiler onuruna özel tasarlanan eserler mevcut. 1964 Tokyo Olimpiyatlarından tutun da, 2024 diplomatik ilişkilerin yüzüncü yılına kadar güzel pullar basılmış. 1964 pulu 50 kuruş iken 2024 pulunun 29 lira olması (arada 6 sıfır atılmasına rağmen) ibretlik. Zaten 29 lira da ilgimi çekti, 25 değil, 30 değil, ama 29 lira? (Japon Yapmış kitabımdaki “Japonya ve asal sayılar bölümünü dönüp tekrar okuyabilirsiniz)
Ama aralarında kesinlikle en ilginç olanı, 1994 yılında Türkiye’de rafting’i tanıtmak için basılan bir pul; Japonya ile hiçbir ilgisi olmayan pulda, ünlü Japon tahta baskı (ukiyo-e) sanatçısı Hokusai’nin en tanınmış eseri olan “Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga” eserinin kullanılmış olması şaşırtıcı. Sanatçı arkadaşımız eserin güzel bir uyarlamasını yapmış, ama pulun üzerine de açıkça yazdıkları gibi, “bir akarsu sporu” olan rafting için koskoca Pasifik Okyanusu dalgasının kullanılmış olması bizleri gülümsetiyor. Çoruh nereee, Kanagawa nere? Gambatte kudasai…
Onur'un Seyir Defteri
November 13, 2024
Yunan Pantheon'unun Hınzır Çocuğu Dionysos
Netflix'te "izlemeye değer" bir dizi Kaos; yunan tanrıları günümüzde yaşasa ne olurdu? Kafadan çatlak, oldukça geniş ırksal bir yelpazeye yayılmış bir olympos panteonu...
Küllerinden dirildi derken ezbere konuşmuyoruz. Dionysos’un en ayırt edici özelliklerinden biri yeniden dirilmesi ne de olsa… Mitolojiye biraz meraklı olanlar bu detayı hatırlayacaktır, fazla ilgilenmeyenler ise şu soruyu soracaktır; neden Dionysos? Kardeşim, Yunan Pantheon’unda bir sürü tanrı/yarı tanrı var. Hepsinin karakterini, hayat hikayesini bilmesek de çoğunun ismi bir şekilde kulağımıza çalınmıştır; Zeus, Hades, Poseidon, Apollon, Athena, Hermes, Ares, Demeter hatta halk arasında Afrodit olarak bilinen Banu Alkan. Dionysos’un ayrıcalığı ne, kimden torpilli de son zamanlarda her yerde karşımıza çıkıyor?
eleman açılışta aniden ekranda arz-ı endam edince, TRT spikerimiz bile ne diyeceğini şaşırdı, "şarap ve tiyatronun tanrısı dionysos" diye takdim etti... şimdi nerelerdedir acaba?Efendim, aslında Dionysos kardeşimiz Yunan mitolojisinin etkisini yitirmesinden, o coğrafyada Hristiyanlığın egemenliğinden sonra ortalıktan kaybolmuştu. Tek tanrılı inançlar devriyle birlikte, her türlü skandala, cümbüşe, hatta enseste imza atan Olympos tanrılarının hepsi göz önünden çekildi diyebilirsiniz ama Dionysos’un durumu biraz daha farklıydı, oraya geleceğiz. 2000 yıl civarı “karanlıkta” kalan Dionysos’u yıllar sonra uykusundan uyandıran, topluma hatırlatan Nietzsche oldu; evet, şu posbıyık Niçe. Hani tanrıyı öldüren filozof. Niçe, Tragedya’nın Doğuşu adlı ilk önemli eserinde Dionysos’u insanlığa yeniden hatırlattı ve bunu üvey kardeşi Apollon ile olan (bir birini tamamlayıcı) zıtlıkları üzerinden yaptı.
dionysos içinde barındırdığı onlarca "sıfat"a bağlı olarak çok çeşitli şekillerde betimleniyor; üzüm salkımı saçlar, androjen bir güzellik, tanrısal bir karizma...Niçe bildiğiniz gibi daha sonra tanrıyı da “öldürdü”. Bu kışkırtıcı ifadenin altında yatan derinliği bilmeyen ve anlamak istemeyenler hemen Niçe’ye saldırdı; vay Allahsız ateyiz, adi şerefsiz filozof, sen kim, tanrıyı öldürmek kim… Tabii Niçe suçluyu da hemen ifşa etti; parmağını insanlığa uzatıp “onu siz öldürdünüz” dedi. İnsanlık tanrıyı, ama özellikle Apollonik tanrıyı öldürmüştü. O da kim diyeceksiniz; Dionysos’un üvey kardeşi, birçok bakımdan zıttı olan düzenin, intizamın, aklın, mantığın, ölçülülüğün, hukuğun, kuralın, ışığın, güzel sanatların tanrısı. Yani, tek tanrılı dinlerle başlayan disiplinin, otoritenin tanrısı. Olumsuz sıfatlardan arınmış saf ve pürüzsüz bir kusursuzluğun tanrısı. Pagan inanıştaki Apollon terfi edip de semavi dinlerin tek tanrısı oldu demiyoruz; ama onun özellikleri galip gelir ve tek tanrı ile büyük oranda özdeşleştirilirken, Apollon’un “zıttı” Dionysos sahadan hükmen yenik ayrılarak sıfatlarını da alıp tarihin sahnesinden çekilir.
dionysos'un "zıttı" apollon... bazı şehirler tanrılardan birini kayırarak o şehir ile özdeşleştirmiş; örneğin Apollon Didim'de alemlerin kralı iken, Teos, Dionysos'tan sorulur olmuş.Dionysos için Apollon'un “zıttı” demek tabii ki çok indirgemeci ve basite kaçan bir tanımlama; ama tamamen yanlış da değil. Dionysos genelde coşkunun, esrimenin, duygunun, şarabın, eğlencenin, tutkunun, tiyatronun, yıkım ve yeniden yaratımın tanrısı olarak bilinir. Apollon insanlara “bak akıllı ol, üstüne başına çeki düzen ver, efendi ol, ölçüyü kaçırma, otur çalış, öğren, bir şey yapacaksan kuralına kitabına göre yap” der; Dionysos ise “tamam anladık ama, biraz da eğlenmene bak, sev, seviş, ye, iç, kendinden geç, içinden geldiği gibi yap, kuralını kitabını boşver” der. Apollon tapınağının girişinde herkesin çok iyi bildiği “Nosce Te Ipsum”, yani “kendini bil” yazarken Dionysos “koyver gitsin, kendini unut, bi rahat bırak, gel iki kadeh parlatıverelim” der. “Kendini bilmek” aklını kullanarak ayrışmak, bireyselleşmek iken, “kendini unutmak” ise benliğinden sıyrılıp evrenle bir olmaya, doğa ve yaratıcı güçle bütünleşmeye karşılık geliyor. Yani Apollon semavi dinlere göz kırparken, Dionysos panteist/panenteist inançlara işaret ediyor.
Şimdi, bu iki tanrıyı karşılaştırınca, yüzlerce yıldır topluma kazınmış değer yargıları ile birini “iyi”, birini de “kötü” ilan etmek çok kolay. Apollon, tam da dinlerin, devletin, egemenlerin, işverenlerin, komutanların, yönetimin istediği tanrıdır; Dionysos ise toplumu istenmeyen bir şekilde ayartmaya çalışmaktadır. Ama o kadar da değildir işte; bu iki tanrı, ya da kavram diyelim, birbirinin zıttı/düşmanı değil, tamamlayıcısıdır. İnsanoğluna “ikisinden birini tercih et” denmemektedir; ikisinin diyalektiğinden ideal bir toplum/hayat tarzı ortaya çıkacaktır. Örneğin sanatı ele alalım; iki tanrı da “sanat” ile ilişkilidir; ama Apollon ölçülü, kurallı bir sanatı öğretirken Dionysos sezgiye dayalı, içinden geldiği gibi, kuralları yıkan bir sanat anlayışını öne çıkarır. Herakles’in “her şey çatışmayla başlar” ilkesindeki gibi Yunan tragedyası da iki tanrının sentezinden doğmuştur. Veya Freudyen dille konuşursak, Dionysos ilkel benlik (id), Apollon ise süperego olarak düşünülebilir.
Özellikle Hristiyan ahlakının Roma hukuku ve güçlü devlet mekanizması ile bütünleştiği bir dönemde, Apollon gücünü, etkisini korurken Dionysos yavaş yavaş tü kaka olmuş ve modern döneme kadar gölgede kalmıştır. Apollon semavi dinlerce kabul edilmemiş ve bir pagan tanrı olarak lanetlenmiştir, ama o gün bugündür “biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda” diyerek kendini meşrulaştırmıştır. Hristiyanlık, tek tanrı fikrini güçlendirirken tabii ki aklı, otoriteyi, düzeni, intizamı öne çıkarmış, coşkuyu, heyecanı, aşkı bastırmaya çalışmıştır. Ardından Hristiyan inancında, aslında İsa öğretisinde bu kadar güçlü olmayan bir şeytan figürü belirmiştir. Şeytan, tanrı imgesinden tamamen ayrıştırılmış, onun en büyük düşmanı olarak ortaya konmuş ve aralarında kozmik bir mücadele başlamıştır.
Apollon “tek tanrı”ya fikren destek olurken, her türlü dünyevi, zevk-ü sefa, vur patlasın çal oynasın faaliyet Dionysos’la birlikte şeytanlaştırılmış. Dionysos’un mitolojide zaman zaman boynuzlu, toynaklı, keçimsi tasvir edilişi de kilisenin işine yaramış ve “ahan da şeytan” denilerek Hristiyanlığın bildiğimiz iblis imgesinin gelişmesinde rol oynamış. Toplumları kıstırmak, bastırmak, ellerinden neşeyi, yaşam zevkini almak isteyen din ve devlet adamları tarafından lanetlenen Dionysos, bir bakıma Niçe tarafından yeniden keşfedilene ve bir miktar iade-i itibarı sağlanana kadar cehennemin dibinde çilesini doldurmuş. Yardımına gelen kimse olmamış, çünkü ciddi devletlerin, güçlü ve merkezi krallıkların, bağnaz yönetim, inanç ve ideolojilerin döneminde hiç kimsenin eğlenceyi, coşkuyu, sevgiyi kutsayacak cesareti olmamış.
olimpiyat açılış töreninin sürprizleri... genelde sıkı bir nizam/intizam içinde, çakı gibi, askeri disiplinde koreografilere alışmışken, karşımıza kendini müziğe koyveren, özgür takılan gençler çıktı.Şimdi gündeme tekrar monizm/düalizm çekişmesi geliyor; daha önce de birkaç yazımda değindiğim bu konu, “ikilik”e karşı “teklik”in meşruiyetini sağlayacak şekilde yorumlanmış uzun yıllar. Monizm bana kalırsa monoteizm (tek tanrıcılık) ile karıştırılmış. Monizm tam anlamı ile teklik; iyinin ve kötünün aynı kaynaktan geldiği, tek bir ilahi öze bağlı olduğu ilkesi (hayır da şer de Allah’tan gelir). Mantık olarak, monoteist inançların monist olmasını, politeist (çoktanrıcı) dinlerin de düalist (ikilik – kötülüğün ve iyiliğin tamamen farklı özlerden kaynaklanması) olmasını beklersiniz, ama tarih boyunca neredeyse tam tersi yaşandı.
Mısır, Hint, Mezopotamya, Anadolu ve Yunan dinlerinde çoktanrıcılık hakimdi; ama tanrılar iyi ve kötüler diye ikiye ayrılmadı. Mitolojiye baktığınızda, çoğu tanrı karşıt kavramları birlikte taşıyordu. Ölüm ve bereket tanrısı, fırtına ve tarım tanrısı, savaş ve bilgelik tanrısı vesaire. Tanrılar alemi insanlar ile aynı kozmik düzlemde idi, Olympos’taki yazlık sitelerinde otursalar da “insani” bir hayat yaşarlar, eşlerini aldatınca evden atılırlardı. Zaten Yunan mitolojisinden aşk, nefret, ihanet, aldatma, savaş, seviş, yeme, içme, keyif ve her türlü insani durumu çıkarsan geriye ne kalır?
Yani Apollon ve Dionysos’tan biri iyi, biri kötü değildi. Apollon, bilginin, kuralların tanrısı olduğu kadar yıkım ve salgın hastalıkların da tanrısıydı. Dionysos da ölümle ilişkilendirildiği kadar, şarap ve coşkunluktan sorumluydu. Ama insanlar tek tanrılı inançlara geçtikçe iyiliği ve kötülüğü aynı öze yakıştıramaz oldular; kötülüğü yavaş yavaş tek tanrılarından sıyırarak ayrı bir varlıkta paketlemeyi tercih ettiler. İslamın en temel iman esaslarından olan “hayır ve şerrin Allah’tan gelmesi” ilkesi bile yumuşatıldı, “şer sandığınız şeyin içinde sizin için bir hayır vardır mutlaka” denilerek göklerden sadece doğrudan veya dolaylı “hayır” gelmesi sağlandı ve bütün “şer” şeytanın üzerine kaldı. Apollon’un yıkım ve salgınları bile “hayır” iken, Dionysos’un eğlencesi, bereketi şerre girdi.
Bu yüzden insanlık karanlık yüzünü, gölgesini kabullenmek ve benimsemekten giderek uzaklaştı. İyi bir şey yaptığında aman ne güzel, kendi iyiliğiniz ve iradeniz; ama “kötü” olarak yaftalanan her fiilin müsebbibi şeytan; şeytana uydum, şeytan ele geçirdi, iblis zorladı, lucifer arkadan ittirdi vesaire… Böylece, bütün “iyi”, “saygın” ve “kutsal” insanların karıştığı istismar, tecavüz, cinayet, yolsuzluk haberlerini “tüh, şeytana uymuş” diye karşılar olduk ve iblise, Mephistoteles’e, Dionysos’a (hele ki içkili araba kullandıysa) sövmeye devam ettik. Eski Yunan’ın, tanrıları da, karakter ve özelliklerini de birbirinin zıttı değil bütünleyicisi olarak kabul ettiği bilgelikten tamamen koptuk.
Yunan tanrıları Olymposu'un tepesinde tepişiyor. "Kız Athena, az ileri gitsene, maazallah düşecem şimdi bulutun kenarından"Dionysos, Yunan mitolojisinde çok farklı bir tanrı; tüm Pantheon’da Hermes ile birlikte tek geçerim. Antik Yunan edebiyatı mitolojisi ve tragedyasında Dionysos’a dair kimi zaman bir biriyle çelişen çeşitli rivayetler var. En bilindiklerine göre, kendisi başta bir yarı tanrı: Olympos çapkını Zeus’un Semele isimli bir prensesle ilişkisinden doğuyor. Kıskanç Hera zaten Zeus ve gayrımeşru bebelerine gıcık vaziyette; bir şekilde Dionysos’u ele geçiren tanrılar parçalayıp öldürüyor, Zeus da Dionysos’un cesedini (veya kalbini) baldırına dikiyor ve Dio tam bir tanrı olarak yeniden doğuyor! Dinler tarihini düşünecek olursanız, bir tanrı baba ile insan anneden doğan, öldürüldükten sonra yeniden dirilen ve tanrının ruhunu, özelliklerini taşıyan kim aklınıza gelir? Haleluyaaa!
Ve Dionysos çeşitli efsanelerde, tragedyalarda rol almaya başlar. Tanrı olduğu için onun da mucizeleri vardır. Bunların en önemlilerinden biri, bir kayadan doğan su, süt ve balla dolan derelerdir; hatta bazı Dionysos şenliklerinde buna bir de şarap akan dere eklenir. Su, süt, bal ve hatta şarap akan ırmaklar, aklınıza iyi bildiğiniz bir kutsal kitabı getirebilir. Yani diyeceğim o ki, Dionysos’u sadece coşkunluk, sapkınlık, kuralsızlık ve şeytani özellikler ile paketlememeli; onun semavi dinleri de etkilemiş olumlu özellik ve mucizelerini de göz önüne almalı; böylece, iyi ile kötünün, olumlu ve olumsuzun yin/yang benzeri uyumunu ve zorunlu birlikteliğini tekrar kavrayabiliriz.
Dionysos, Bacchus takma adıyla Roma'ya transfer olunca hemen Caravaggio'nun fırçasına konuk olmuş.Dio (veya annesi) bir rivayete göre doğu kökenlidir; doğu demişken Trakya/Frig ülkesi kökenli olduğu tahmin edilmiş, tam batılı (yani Grek) olan Apollon’a karşı biraz daha doğu kültürü taşıdığını varsayılmıştır. Yolu Trakya’dan geçtiyse, bizim emşeri sayılır biraz da… Zaten Apollon akıl ve bilimi temsil ederken Dionysos’da mistik ögelerin öne çıkması da bu durumu açıklar. Dionysos, Grek coğrafyasında popülerliğini artırdıkça, bir takım gizemci/esrimeci ritüel ve şenlikleri de ele geçirir; maskelerin takıldığı, hayvan postlarına bürünüldüğü, çılgın geçit törenlerinin yapıldığı “eyes wide shut” şenlikler. Zamanla, daha çok kadınların yer aldığı, canlı hayvanların kurban edilip çiğ olarak yendiği, katılanların esriyerek kendinden geçtiği gizem kültü ritüelleri de yapılır; ancak bu gibi kültler orta çağda şeytan tapımı ile özdeşleştirilerek katılanlar cayır cayır yakılır.
Bu gibi ritüellerin, gizem kültü tapınımının cılkını çıkaran Roma olmuş aslında… Yunan tanrısı Dionysos, Roma Pantheonuna Bacchus olarak geçmiş. Dionysos zaten şaraptan (da) sorumlu devlet bakanıydı, Bacchus’da bu rol daha da ağırlık kazanmış. Roma, Yunan’a göre çok daha katı ve sert bir devlet yapısına sahip olduğundan, Bacchus tapımı olan Bakkhanalia ayinleri giderek dikkat çekmeye başlamış. İlk başta sadece kadınların katıldığı ayinlere her yaş ve sınıftan erkekler de katılmaya başlayınca ayinler giderek orjiye evrilmiş. Ciddi tarihçiler, bu iddiaların büyük ölçüde abartı olduğu, kulağa “seksi” geldiği için biraz da Hollywood ve netflix tarafından köpürtüldüğünü iddia ediyor; bilemiyoruz. Sonuçta Roma yönetimi bu ayinleri sert bir şekilde bastırmış, yönetime karşı başkaldırı ve suikast komplolarını da öne sürerek epey bir katılımcıyı idam etmiş.
Dionysos şenlikleri veya Bakkhanalia ayinleri denilince hemen akla dans edip kendinden geçen (özellikle) kadınlar (biraz da) erkekler gelir olmuş...Genelde Dionysos/Bacchus kültleri şarapla, esrimeyle, orji ve ölçüsüzlükle bilinir olmuş. “In vino veritas”, yani “şarapta gerçek vardır, şarap gerçeği söyletir” terimi de o zamanlardan kalma; ama bu deyim çok da yüzeysel anlaşılmamalı. Yani, adam şarabı içti, dili çözüldü, bilinçaltında ne varsa bülbül gibi şakıdı kadar basit değil. Şarap, esrimeye, kendinden geçmeye yardımcı oluyor, ama bu basit bir sarhoşluktan ziyade, tanrısal olanla bütünleşmenin aracı. Bir insan benliğinden sıyrılmadan tanrısal olanla birleşemez; madem ki tanrı bir başka düzlemde, benim de oraya “yükselmem” gerek. Veya, bir diğer yoruma göre, tanrı/evren ile olan sınırlarımı kaldırarak O’nun benim içime girmesini sağlamam gerek.
Yunanlılardan çok daha önce, eski Hint toplumlarında da bu anlayış hakim olmuş. Binlerce yıl önce Veda panteonunun en önemli tanrılarından olan Soma, kendi adıyla bilinen alkollü içki vasıtasıyla insanlara ulaşmış. Soma, bütün kötülüklerin anası olmak bir tarafa, bilgeliğin, cömertliğin de simgesi olmuş. Ama en önemlisi, esrimeyi sağlaması sayesinde dini ritüellerin, tanrıya ulaşmanın en önemli aracı imiş. Zaten insanın ayık ve bilinçli haliyle tanrı(lar)a ulaşması mümkün görülmüyormuş; vedaların meşhur bir ilahisinde demişler ki “Soma içtik, ölümsüz olduk; ışığa varınca tanrıları bulduk”. Esriklik, insanın beden ve akıl/bilinç zincirlerinden boşalarak tanrılarla aynı sofrayı paylaşmayı, havayı solumalarını sağlamış.
Bu durum sarhoşluğa övgü gibi algılanmasın, içelim güzelleşelim tarikatının reklamı gibi olmasın. Amaç bir kendinden geçme, vecd ve cezbe haline ulaşmak. Vecd ve cezbe bildiğiniz gibi içki alemlerinin değil, zikir ve sema ayinlerinin terimleri. Hatta bu amaca sadece içerek de ulaşılmıyor; gerek dionysos kültünde, gerek diğer inanç ve ritüel sistemlerinde insanın benliğinden sıyrılarak “sarhoş” olabildiği başka teknikler de var. Örneğin, Dionysos’a adanan ve dithyrambos diye bilinen şiir/ilahiler, bu kültü izleyen müritlerce, bir araya gelerek, toplu halde ritmik olarak tekrarlanan, topluca transa geçilen ayinlerde okunuyor.
bir zikir ayininde vecd'e ulaşmak için nefes ve ritm ile benliklerinden sıyrılan müritler... kimilerine göre "gerçek islam bu değil", kimilerine göre de bir yaratıcıya en çok "yaklaşma" ihtimali olanlar bu arkadaşlar...Hepinizin önüne ara sıra düşen, değişik tarikat ve cemaatlerin zikir ayini videolarına denk gelmişsinizdir. Bazen arka fona hızlı ve ritmik bir metal/thrash parçası koyan, hatta bir heavy metal konseri ile zikir ayinini peş peşe gösteren paylaşımlar sizi gülümsetmiş olabilir. Aslında orada yaşanan oldukça dionizyak bir ayin ve belki de, gerçekten yaratıcıya yaklaştığını, onunla bütünleştiğini hisseden, kelimenin tam anlamıyla bir ritüel gerçekleştirenler işte onlar. Bazen bu videolar “aklı başında” ve “ölçülü” Müslümanları da çok kızdırıyor olsa da, tanrı ile kimin daha yakın, daha samimi bir bağ kurduğu tartışmaya açık.
Vecd ve cezbe halinin verdiği “sarhoşluk” ile ilgili teknik açıklamalar var. Belli bir ritmi, frekansı tutturarak hareket etmek, tekrarlayan bir mantra, mısra, ayet vb., başı sallayarak kendinden geçme, hızla dönme, hepsinin birleşimi ile transa geçerek benliğinden sıyrılma ve hatta ruhun bedenden geçici ayrılması. Durumu kolaylaştırmak veya yoğunlaştırmak için kullanılabilecek psikedelik maddeler, ot, mantar, çay, vesaire. Şaman ayinlerindeki yoğun davul, ritm dans ile şamanın gökyüzüne yükselmesi veya yeraltına inmesi... Sonuçta hepsi bir araya geldiğinde, yöneldikleri nesne farklı da olsa, bir rock konseri izleyicisi, sema ayini müridi, yogi, keşiş aynı yerde buluşup vecd haline ulaşıyorlar, bir anlığın/saniyeliğine/dakikalığına tanrı ile, doğa, evren, kozmoz ile bütünleşip varlığın gücünü duyumsuyorlar.
Eski Hint topluluklarından şamanlara kadar herkes esriyerek kendinden geçmenin ve tanrı(lar)la bütünleşmenin peşindeBunu yüzlerce yıl önce bize tavsiye eden Dionysos ve takipçisi kültler zaman içinde şeytanlaştı, Apollon karşısında yenik düştü, yıllarca gölgelerde, mağaralarda inançlarını sürdürdü, yakalanınca cadılıktan, şeytan tapımından dolayı yakıldı, ahlaka mugayirlikle suçlanıp dışlandı, dini ortodoksilerin içinde batıni/tasavvufi marjinallikler olarak kenarda kaldı. Ama insan (ve tanrı) doğasını bastırmak ne mümkün, Apollon ne yapıp edip zıddını/kardeşini/bütünleyicisini arayacak, bulacak ve Dionysos ile kucaklaşacak. Dünyanın en “apollonik” organizasyonlarından, azmin, çalışmanın, dakikliğin, mükemmelliğin sembolü olimpiyatların açılışında bir köşeden fırlayıverecek ve açılış töreninin davetsiz misafirleri olan ucubelerin kendinden geçtiği esrik danslar eşliğinde, doğamızda bulunan ikiliğimizi hatırlatacak.
Onur'un Seyir DefteriAugust 22, 2024
Yüzen Dünyadan Resimler
ukiyo denildiğinde akla ilk gelen, çoğunuzun bir şekilde rastladığını düşündüğüm, Kanagawa Büyük Dalgası (ufukta Fuji'yi görmeyi unutmayın)17. yüzyılda ukiyo-e’ler tek renk mürekkep ile basılırken, 1700’lerden itibaren çok renkli basım tekniklerine geçilmiş. Bunun için öncelikle sanatçı abimiz basılacak resmi güzelcene çiziyor, asistan(lar)ı, resmin üstünden geçerek kopyalarını tahta blokların üzerine çıkarıyor. Tahta bloklar oyularak kalıplar hazırlanıyor. Her kalıp ile bir (veya birkaç) renk sırayla kağıda basılarak resim çoğaltılıyor. Yani, bizim ilkokuldayken yaptığımız patates baskısının (ki, kaç kilo patatesi mundar ettiğimi hatırlarım) biraz daha sofistike olanı...
Ukiyo sanatçılarındaki kompozisyon, kadraj bakışı nice sinemacıda yoktur...Ukiyo-e’ler, Edo dönemi popüler kültürünün en önemli öğelerinden olmuş. Ukiyo-e’lerin konuları zamanla “selebriti” dediğimiz ünlü bay ve bayanların resimlerinden, sokaktaki hayata, ve daha sonra da manzara ve doğa betimlemelerine kaymış. Bu sanatın en meşhur icracılarından Hokusai, ukiyo’larda doğa ve manzara kompozisyonlarının doruğuna çıkmış; En önemli eseri “Fuji Dağı’nın 36 görünümü” olan Hokusai’nin, “Fuji Dağı’nın 100 görünümü”, “Fuji Dağı’nın 46 görünümü”, “Fuji Dağının bilmemkaç tane daha görünümü” isimli eserleri de mevcut olup, bir tanecik dağdan çıkardığı malzeme ile haklı bir şöhret kazanmış. Şimdi diyeceksiniz ki, Hokusai Fuji dağıyla kafayı bozmuş. Doğrudur; Fuji Dağı ve simgelediği yüzlerce kavram Hokusai’yi derinden etkilemiş. Ancaak, Fuji Dağı’nın ukiyo’da kullanılmasının bir amacı daha var…
Arkada güzel bir manzara var, ama ön planda ne dolaplar dönüyor?Edo döneminin baskıcı askeri rejimi, ukiyo-e’lerde günlük hayatın betimlenmesine gıcık kapmış. Çünkü bu eserlerde halkın fakirliğine, yönetici sınıfın kokuşmuşluğuna ve benzeri sosyal çarpıklıklara göndermeler yer almaya başlamış. Bunun üzerine yönetim sanatçılara kibarca “gidin de biraz dağ taş, börtü böcek, ağaç orman falan çizin” demiş. Bunun üzerine ukiyo’cular Fuji dağı başta olmak üzere manzara resmi çizmeye başlamışlar. Ancak bir süre sonra kanı bitlenen çizerler, arka planda Fuji Dağı gözükecek şekilde, ön planda şehir hayatından enstantaneler çizmeye devam etmişler. İşte, “Fuji Dağı’nın 36 görünümü” gibi eserlerin bazılarının arka planında tüm haşmeti ile Fuji görünse de, ön plana dikkatlice bakıldığında gündelik hayat ile ilgili bir çok detaya rastlanmış:- Gel buraya ressam bozuntusu, bizim zabıta müdürünü rüşvet alırken çizmişsin.- Ekmek Buda çarpsın ki ben Fuji Dağı’nı çizdim abi.- Sus yalancı, Fuji arkada miniminnacık zor gözüküyor, önde müdürüm esnaftan haracını toplarken bütün resmi kaplıyor.- Abi ne yapayım, perspektif diye bir şey var… Ben tam Fuji’yi çizerken, o da kadraja girmeseymiş.
Onur'un Seyir Defteri
July 4, 2024
Konya Çıkışlı Mark Cavendish
Avusturya'ya karşı kazandığımız galibiyet, maçın kahramanı Merih Demiral'in bozkurt sevincinin sebep olduğu toz duman arasında gölgelenirken, olayın ertesi günü Türk bayrağının altında yol bisikleti tarihinin en büyük efsanelerinden biri yaşanıyordu! Bu sefer herhangi bir politik mesaj içermeyen, ama sanki Türk bayrağı ile bitiş çizgisinden geçermiş gibi görünen sevinç gösterisinin öznesi Türk değil, olayın bizimle ilgisi bir zamanlama ve fotoğraf açısından ibaret... Mi acaba? Bu epik hikayenin Konya'da başladığını iddia edersem belki yazının okuyucusu artar...
Efendim, yarışı kazanan şahıs İngiltere'nin yetiştirdiği en büyük bisikletçi Mark Cavendish. Kendileri yol yarışlarının en önde gelen sprint bisikletçisi. Dikkat edin, sadece "sprint" alanında en büyük; genel olarak bisiklet tarihinin bir numarası ise Belçikalı Eddy Merckx. Eddy'nin Fransa Bisiklet Turunda 34 etap kazanmış olmak gibi müthiş bir rekoru var, ancak Mark 2010'lu yıllarda Fransa'da aldığı etaplarla rekora yaklaşmak konusunda "acaba" sorusunu aklımıza düşürüyordu... ama...Şimdi, Mark değişik ve tartışmalı bir karakter.Genelde sprinterlerin özelliği olan agresiflik, şımarıklık, bencillik, duygusallık, küfür, gazetecilerle polemik, diğer sporculara sataşma, ne ararsan var; ama yine de şeytan tüyü, sevimliliği ile belli bir sempati de yaratmış durumda (ara not; tırmanışçılar ise sprinterlerin aksine daha sakin, mütevazi, durgun, bilge oluyor). Mark'ın kariyerinin tamamını anlatmayayım, ama büyük başarılar kazanıp Fransa etap rekoru kıracak seviyelere geldikten sonra büyük bir çöküş yaşıyor. Eppstein-barr virüs enfeksiyonu sonucu kronik yorgunluk, fiziki bir çöküş ve bunu izleyen depresyon ile 2017 yılında bisiklet hayatı neredeyse bitiyor. Yaşı da biraz ilerlemiş, artık buralardan geri dönüş pek mümkün değil, Eddy'nin 34 Fransa etap zaferinin peşinden 30 yarış ile ikinciliğe razı olarak kariyerini sonlandıracak... iken azmediyor, takım değiştiriyor, antrenmanlara başlayıp pistlere dönüyor ama eski gücüne ulaşması imkansız. Yeni takımı ile bir yol yarışında (2020 sanırım) çuvallıyor ve gözyaşları içinde bunun son yarışı olduğunu ilan ediyor.
Artık sadece keyif için bisiklete binecek gibi iken yine kanı bitleniyor, büyük bir takımın direktörü (Quickstep'in diktatörü Lefevre) bisiklet sporu aşkına "gel bizim takımda takıl biraz, sana para falan veremem ama antrenman yaparsın, arada bir iki yarışırsın" teklifini getiriyor. Biraz gelişme sağlayınca yaşlı kurt Mark'ı, en iyi sporcularını riske etmek istemedikleri bir yarışa kadroyu tamamlamak için alıyorlar; 2021 Türkiye Turu! Yarışta gayet güçlü sprinterler var, Mark da yarışa renk katacak eski bir yıldız kontenjanından gelmiş ülkemize...
İlk etap Konya'da koşuluyor, yarışın sonunda heyecanlı bir sprint ve o da ne; Mark en başlarda, pelotonun en önünde tamamlıyor. Bisiklet camiası şaşkınlık ve tabii sevinç içinde! Kariyeri bitti denilen 36 yaşındaki yıldız, kronik yorgunluk ve fiziki çöküşüne yol açan bir hastalık sonrası çakı gibi gençlere toz yutturarak İnce Minareli Medrese önünde etabı kazanıyor. Ve hatta arkasından 3 etabı daha! Tüm dünyanın gözü Türkiye'de, müthiş bir geri dönüş hikayesini izliyorlar. Dünyanın gözü üzerimizdeyken, Beyşehir-Alanya etabını kazanan Mark, podyumda şampanya patlatarak zafer kutlamaya alışkın iken, ödül olarak boynuna 10 kiloluk bir Alanya muzu hevenki takıyor ve farkımızı gösteriyoruz. Neyse, bu başka hikaye...
Ve Mark'ın şansı dönüyor; çünkü takımının Fransa turuna gidecek en formda sprinteri sakatlanınca kadroya giriyor ve 2021 Fransa etabında 1, 2, 3 ve... 4 etap kazanıyor! Bisiklet alemi ayakta, Eddy-Mark maçı 34-34'e gelmiş ve son Paris etabının favorisi artık Mark.Ama hayat trajedi ağırlıklıdır ve Mark bu etabı birkaç santimetre ile kaybediyor! Eh, rekor başka bahara... diyemiyorsunuz, çünkü bisiklet yarışları çok ciddi bir müessese ve Portekiz'in her frikik ve penaltıyı Ronaldo'ya kullandırıp mundar etmesi gibi bir durum söz konusu değil. Mark'ın yaşı ilerlemiş, bir anlık parlamayı zamana yayması zor ve ertesi yıl kadroya alınmıyor.
Mark yeniden çöküyor, rekoru kıramadan profesyonel hayatı bitiyor derken nispeten daha az iddialı bir takım, (Kazakistan) Astana Mark'a kapıyı açıyor ve sırf rekor denemesi için 2023 Fransa turu kadrosuna alacağını açıklıyor. Tura olanca hırsıyla hazırlanıyor, bir iki etabı yine santimetrelerle kaybediyor ve var gücüyle asıldığı sekizinci etabı düşerek ve kemiğini kırarak terk ediyor. Eh artık, 38 yaşında, kırık kemikler, yorgunluk sendromları, bu sefer tamam derken... 2024'te son şansını deneme kararı!
Yok artık derken 2024'e geliyoruz ve geçen hafta başlayan yarışın ilk etabının ilk kilometrelerinde Mark geride kalıyor. Korkunç sıcak bir hava, Mark kusuyor, pelotondan büyük fark yiyor, ve diskalifiye edilecek bir derece almasına ramak kala yarışı bitirmeyi başarıyor. Camia üzgün, Mark'ın son yıllarda başına gelenler, Arabesk filminde İstanbul'a gitmeye çalışan Müjde Ar'ın başına gelmemiştir... Yine de üçüncü etaba çıkıyor, kazanma ihtimali en büyük olan etap, ama finişe iki kilometre kala önünde bir kaza olunca frenle asılıyor, tüm hızını ve ivmesini kaybederek çuvallıyor. Evet, artık Mark efsanesi bitti, hiç bir şekilde başka etap alma şansı yok. gibi.
Yine de Mark büyük sempati topluyor, bisiklet seyircisinin gönlü, rekoru kıramasa bile onunla. Her şeye rağmen spor tarihinin en görkemli geri dönüşüne imza atmış durumda. Dikkat edin, bahsi geçen spor yol bisikleti; dünyanın en ağır, en fazla fiziksel güç gerektiren sporlarından. Yani belki bir curling yıldızının da geri dönüş hikayesi olabilir, ama bisiklet kadar etkileyici olması söz konusu değil. Yıllar içinde yaşadığı trajedi, ailesi ve arkadaşları ile ilişkileri, takımlar ve gazetecilerle kavgaları ile öyle büyük bir iz bırakmış ki, hakkında çok güzel bir belgesel çekiliyor. Kurgusuyla, duygusuyla son derece başarılı bir sporcu belgeseli olan "Never Enough" netflix'te, bisikletle ilginiz yoksa da izleyebilirsiniz.
Ama ilginç olan şu; belgesel, 2023 yapımı, yani Mark biraz şansı olan son tura da katılmış, düşüp abandone olmuş ve artık rekor kırma ihtimali neredeyse yok. O yüzden demişler ki, artık belgeseli çekebiliriz. Hani bir sene daha beklesek, bir ihtimal etap kazanıp rekoru kırsa, belgeseli epik bir hollywood finali ile bitirebiliriz. Ama herhalde durumu o kadar ümitsiz ki yapımcılar 2024'ü beklememişler...
Ve zaten 2024 turu da berbat başladı. Mide rahatsızlığı, neredeyse diskalifiye olma, tek şansı olan etapta önünde kaza olması... Artık beşinci etaba gelindiğinde kimse Mark'a bakmıyor bile; çok çekişmeli, iddialı ve ciddi bir yarış koşuluyor. Ama beşinci etap sprint finaline kaldığında, son metrelerde hayret verici bir görüntü ile karşılaşıyoruz; pelotonun içinde ufak tefek bir bisikletçi inanılmaz manevralarla, müthiş bir sezgi ve tecrübeyle rakiplerini bir bir alt ederek finişi en önde geçiyor...
Ve o sırada yarışı naklen yayınlayan onlarca dünya televizyonunda kıyametler kopuyor, ama ne kıyamet! Bağırış çağırışlar, gözyaşları, alkış tufanı, 94. dakikada çizgiden top çıkaran Mert misali... (ahtapot musun örümcek misin Cavendish) Hiç beklenmedik bir anda gelen 35. galibiyet ve kırılması imkansız denilen bir rekorun tarihe gömülmesi... Bir hollywood senaryosu olsa "yok artık, bu kadar da olmaz, abartmışlar senaryoyu" diyeceğiniz olay gerçekleşiyor! Yarış finalini izlemenizi tavsiye ederim, hatta Eurosport Türkiye yayınında Caner Eler ve Sarper Günsal'dan dinlemenin keyfi ayrı...
https://www.youtube.com/watch?v=8Cmqjtg871U&t=3s
Tabii ki ingiliz medyası çıldırmış durumda ve İngiltere'de gündem Mark Cavendish! İngiliz medyası bu efsane zaferi yüzlerce değişik görsel ile servis ederken, en şık zafer fotoğraflarından birinin Türk bayrağının altında finişi geçişi olması çok anlamlı; Fransa turunun her etap bitişine yetişerek bayrağımızı dalgalandıran bisiklet sevdalısı (yanlış bilmiyorsam) Ahmet Mumcu sayesinde... Bir büyük şampiyonun hızla çöken kariyerinin en dibe vurup tekrar yukarı zıpladığı noktanın Konya olmasından sebeplenip biz de kendimize ufak bir pay çıkaralım yani... Onur'un Seyir Defteri
June 25, 2024
Fotoğraf Nasıl Çekilmeli
Geçenlerde paylaştığım Tokyo Tuvalet Projesi bağlantılı Wim Wenders'in Mükemmel Günler filmi beklediğimden çok ilgi çekti; medyada film hakkında tahmin ettiğimden çok daha fazla tanıtım, eleştiri, değerlendirme yazıları yayınlandı. Tabii Wenders'in (ve bağzı Japonların) naifliği bizim gibi anasının gözü, dişine kan değmiş kurt milletlerin aklına yatmadı. Efendim, görmüş geçirmiş, entelektüel bir insan tuvalet temizleyerek mutlu bir hayat yaşar mı, gerçekten de tuvalet temizlemek zorunda kalan emekçilerin böyle toz pembe bir hayatı var mı, kapitalist sistem ve emek sömürüsü normalleştiriliyor mu, otomatlardan sıcak içecek alınabilir mi, vesaire...
Bahçeye belli bir açıdan bakacaksın...Tabii bir de eski kasetlerden müzik dinleyen, elinde analog bir fotoğraf makinesi ile "komorebi" resmeden, gidip fotoğrafçıda tab ettiren amcamızın durumu... Sanki bir dijital kamera alamayacak ya da cep telefonu ile yaprakların gıpraşmasını kaydedemeyecek... Tabii yeni nesil 24 veya 36 poz ile sınırlı antika bir alet ile fotoğraf çekmenin heyecanını bilmiyor. Ben bir bakıma şanslıydım, çünkü Japonya'da bulunduğum zaman, dijital kameraların yeni yeni yaygınlaştığı ve halkın ekseriyetinin analog kamera kullandığı günlerdi.
Bu kısıtlılığın da kendine göre heyecanları vardı; 128 GB kapasite ile sakura seyrine çıkıp da akşam eve 4500 kare resimle dönüp bunların 3500 tanesini sosyal medyaya yükleyemiyordunuz. Elinizde 36 kare, idareli kullanacaksın, ziyan etmeyeceksin, elinde yedek film olsa da bir yere kadar, deklanşöre her basışında sınırlı bir kaynaktan harcıyorsun!
"Yasal" resim çekme noktasıBu yüzden fotoğrafçılık konusunda saplantılı Japonlar, dijital çağ öncesinde elinizdeki filmi verimli kullanabilmeniz için her türlü çareyi düşünmüşlerdi. Gezdiğiniz park, bahçe, tapınaklarda, şehrin fotojenik köşelerinde size hangi nokta ve açıdan fotoğraf çekmenizi gösterecek, rehberlik edecek tabelalar, krokiler, hatta fotoğraf makinası standları ile yol gösteriyorlardı. Fotomanyadan muzdarip halk da bu yönlendirmelere harfiyen uyuyordu tabii ki!
Koy kameranı, çek fotoğrafını... Biz senin için her şeyi düşündük! Güzel bir Japon bahçesine gelmişsin, diyelim ki elinde 5 poz film kalmış, daha girişte abuk subuk birkaç kare çekip mundar etmenin alemi yok. Parkta şöyle bir dolaş, "taking a picture point"lerin nerede olduğuna bir bak, oralarda garantili pozlarını çek, günün sonunda hüsrana uğrama.
Tabii şu detayı da hatırlatmam gerek; Japon bahçeleri genelde ünlü bir bahçe tasarımcısı tarafından yaratılmıştır. Döneceğiniz her köşede ve açınızın değiştiği her noktada karşınıza değişik bir manzaranın, farklı bir tablonun çıkması beklenir. İyi bir tasarımcı, bahçeyi gezdiğiniz süre boyunca sizi birbirinden değişik kompozisyonlarla şaşırtmalıdır; hatta günün çeşitli saatlerinde gölgeler nasıl olacak, bahçe yağmurda mı, siste mi daha etkileyici gözükecek, ışık ve nem durumuna göre hangi taş ve ağaçlar ne çeşit yosunla kaplanacak ve daha neler...
Bir Japon Bahçesi ve çay evinin krokisi. Girişte eline veriyorlar, ilgili noktayı tespit edip resmini çektiriyorsun.
Yukarıdaki krokide tarif ettikleri noktada resmimi çektirdim. Nasıl açı ama? Japonlar her şeyi düşünmüş, ölçmüş biçmiş, risk almanın alemi yok. Özellikle gezinti bahçelerinin tasarımında en önemli tekniklerden birisi shakkei’dir (ödünç manzara). Bahçeyi düzenlerken arazi sıkıntısı çeken bahçevanımız, tasarıma perspektif, zenginlik ve boyut katmak için uzaklardaki doğal manzaraları “ödünç alır”. Bu tekniğe özellikle Kyoto’daki bahçelerde çok rastlanır; üç tarafı fotojenik dağlarla çevrili olan Kyoto’da bahçe dizaynırlar doğal manzaraları bahçelerine entegre etmek konusunda büyük ustalık kazanmışlardır.
Sakura zamanı abimiz "fotoğraf çekme noktası"na eşşek gibi ekipmanla çökmüş. Yapacak bir şey yok... Özellikle bu durumlarda tasarımcı, bahçeyi gezenlere belli seyir noktalarını “dikte eder”. Patika üzerinde geniş bir açıklık, veya oraya yerleştirilmiş bir bank, hatta küçük bir çay evi size durmanızı, başınızı kaldırıp manzarayı temaşa eylemenizi emreder. Bazen bu emir çok daha direkt ve kör göze parmak şeklinde olabilir; girişte elinize tutuşturdukları bahçe krokisinde “fotoğraf çekme noktaları”nın yeri işaretlenebilir, hatta yürürken önünüze çıkan bir levha “aha burada fotoğraf çekin” diye muhtıra verebilir.
Bir sonbahar "komorebi"si... Dicital çektim :))Tabii artık bu detayları aştığımız bir çağdayız. Bağa bahçeye dalan herhangi bir turist dakikada 50 fotoğraf, gezi sonunda üç kısa bir uzun metraj film çekebildiği için bir noktada durup da bahçeyi temaşa eyleyecek, açıyı tutturup parmağı titreyerek filmlerinden birini harcayacak, fotoğrafçıya koşup bir an önce tab ettirmek için biraz daha fazla para vererek ekspres hizmet isteyecek durumu yok. Komorebi mi seyrediyorsun, çek 150 poz, koy wassap'a, gönder gitsin, alıcılar düşünsün...
Onur'un Seyir DefteriTokyo Tuvalet Projesi
Yurt dışına çıktığımızda en unutamadığımız hatıralar arasında tuvalet maceralarımız gelir… iyisiyle, kötüsüyle. Bahse konu hatıra Japonya’ya ait ise tecrübemiz genelde “iyi”dir, hatta iyinin ötesindedir, temizliği, teknolojisi ve ücretsiz oluşu ile aklımızda mutlaka yer etmiştir. Netekim, yıllar önce “Yurt Dışında Tuvalet Sorunsalı” başlıklı paylaşımımda ağırlıklı olarak Japon tuvaletlerine değinmiş, halkımızı Japonya ayakyolu deneyiminin hoşlukları kadar zorluklarına karşı uyarmıştım:
https://onurataoglu.blogspot.com/2018/12/yurtds-tuvalet-sorunsal.html
“Japonya ve tuvalet” külliyatının benim dönüşümden beri ne kadar geliştiğini tahmin etsem de, geçenlerde izlediğim Wim Wenders filmi “Perfect Days” (Mükemmel Günler) Japonların yine “yapmış” olduğunu bir kez daha kanıtladı! Paris Texas, Berlin Üzerinde Melekler gibi filmleriyle pek sevdiğimiz Alman sinemacı Wim Wenders, geçtiğimiz yıl Tokyo’da çevirdiği bu filmiyle yine gönülleri fethetti. Wenders, bir Japon sineması hayranı olup özellikle Yasujiro Ozu’ya sinema tanrısı olarak iman ettiğinden Japon kültürüne ayrı bir düşkünlüğü vardır. Wim, Tokyo’da Shibuya Belediyesi’nin başlattığı “Tokyo Tuvalet Projesi”ni görmek üzere Tokyo’ya gider ve birden “ben buradan bir film çıkarırım aga…” diye düşünür. Gerçekten de, 2 hafta içinde düşük bütçeli, oldukça sade, sıcak ve mütevazı bir film kotarıverir!
Shoto Parkı Umumi Tuvaleti - Kengo Guma tasarımıFilmin konusu çok basit; Tokyo’da parklarda yer alan tuvaletleri temizleyen Hirayama’nın hayatını izleriz. Japonya’da hepimizi hayran bırakan, ücretsiz olmasına rağmen her daim tertemiz umumi tuvaletler Hirayama gibilerin sayesinde varlığını sürdürür. Hirayama, fakir, pespaye, acınacak halde bir temizlikçi de değildir; hayatın anlamını çözmüş, hırsları olmayan, hobilere, ince zevklere sahip, kültürlü, mütevazı, iç huzurunu yakalamış bir “ermiş” kişidir. “Tokyo Tuvalet Projesi” kapsamındaki parklarda rutin bir şekilde tuvaletleri temizlerken karşılaştığı kişiler ile paylaştığı “yaşamdan dakikalar” ile sıcacık bir film izleriz. Japon wabi/sabi anlayışı ile çevrilen film o kadar beğenilmiş ki, bu yıl “en iyi yabancı dilde film” dalında Japonya'nın adayı olarak oskarlara katıldı ve ilk beş film arasına seçildi! Bir Alman yönetmenin Japonya adına oskara aday olduğu yıl, bir Türk (asıllı) yönetmen de Almanya’nın oskar adayı. Güzel.
Filmin konusuna ilham veren “Tokyo Tuvalet Projesi” ise şöyle bir şey; Japon tuvaletlerinin uluslararası şöhretinin farkında olan Shibuya Belediyesi, 17 ünlü mimar/tasarımcıya sanat eseri birer umumi tuvalet dizayn ettiriyor ve her birini bir parka inşa ediyor. Her tuvaletin bir teması, hikayesi, teknolojik özelliği var; öyle ki girsen işemeye kıyamazsın. Bu tuvaletleri filmimizde görebileceğimiz gibi internetten kısa bir araştırma ile yakından incelemeniz mümkün. Ne yazık ki bu proje ben döndükten çok sonra gerçekleşti ve bu muhteşem umumi tuvaletlerde hacetimi giderme fırsatım olamadı.
Shoto (Ördek) ParkıAncak filmi seyrederken eski bir dostla karşılaşmanın heyecanı içimi titretti. Bu 17 tuvaletten biri, Tokyo’da oturduğumuz eve çok yakın olan ve hemen her gün (o sıralarda 2 yaşında olan) kızım Çağla’yı oynamaya götürdüğümüz Shoto Parkı’na yapılmıştı! Filmi seyrederken bir anda karşıma “Ördek Parkı” (Shoto Parkı’nın aile içindeki ismi) çıkınca gözlerim yaşardı. Bizim yaşadığımız günlerde parkımız iptidai bir tuvalete ev sahipliği yapıyordu, ama zaten evimiz 3-4 dakika mesafede olduğu için pek ihtiyaç duymadık. Bugün ise, parkın köşesinde bir mimari şaheser var! Filmde Shoto parkı tuvaletinin hikayesi de çok tanıdık idi; parkta oynayan küçük bir oğlan çocuğu gözden kaybolup tuvalete saklanıyordu ve annesi panik içinde çocuğu arıyordu. Hikayenin niye “tanıdık” geldiği konusuna girmeyeyim…
Gelelim tuvalet ile ilgili diğer “ilginç” detaya; dediğim gibi, her bir tuvalet ünlü bir mimar tarafından tasarlanmış ve bizim Ördek Parkı tuvaletinin mimarı Kengo Kuma! İsim ilk anda tanıdık gelmeyebilir, ama üstadımız Tokyo Olimpiyatları stadyumunun da emanet edildiği, Japonya’nın en ünlü 2-3 mimarından biri. “Bana hala tanıdık gelmedi” diyorsanız bir başka eserinden bahis açayım; Eskişehir Odunpazarı Modern Sanatlar Müzesi! Evet, Eskişehir’e gidip de bu nefis müzenin mimarisini takdir etmeyene rastlamadım. Zaten filmi izlerken Shoto Parkındaki tuvaleti görünce, “bir dakika yahu, bu tuvalet bana bir yeri anımsatıyor” demiştim, şimdi aşağıdaki fotoğraflara bakın ve Odunpazarı Müzesi ile Shoto Parkı Tuvaletini karşılaştırın!
Eskişehir Odunpazarı Müzesi - Kengo Guma tasarımı
Evet efendim, umumi tuvalet gibi bir konu başlığından böyle samimi, hijyenik, duygusal bir yazı çıkartabilmek ancak Japonizma ile mümkün olabilir. Bir tuvalet temizleyicisinin huzur dolu, kendiyle barışık, ermiş bir hayat sürdürebilmesi de sanırım Türkiye’de mümkün olmaz… Filmin kahramanı Hirayama’nın en büyük zevklerinden birinin “komorebi” olduğunu hatırlatarak yazımı bitireyim. Belki bir kısmınızın önüne sosyal medyada düşmüştür; sadece japonca’da bulunan, birebir tercümesi imkansız sözcüklerden biri komorebi. Anlamı ise kısaca (ya da uzunca) ”güneş ışınlarının ağaç dalları ve yaprakları arasından süzülürken yarattığı alacalı ışık hüzmelerinin verdiği, sadece o ana özgü ve bir kez yaşanan duygu hali”. Yani, tam bir ichi-go, ichi-e örneği… “O da nesi” demeyin, size bir kitap önereyim, gidip okuyun…
Onur'un Seyir Defteri
Kutsalıma Dokunma
Geçenlerde yazdığım kitap tanıtımında kilise, endüljans, azizler, mucizeler ve din/tanrı ticaretinden bahsettikten sonra (bakınız bir önceki paylaşım) Netflix'te karşıma bir belgesel çıktı; Mysteries of the Faith (İnancın Gizemleri) Zamanlama manidar! Bu ilahi bir mucize, göklerden bir işaret değil de nedir? Haleluyaaa! Oturup bir iki bölüm seyrettim hemen, oldukça ilginç bir belgesel, netflix'cilerde konuyu biraz sündürme huyu var ama olsun artık. Efendim, hikayelerin biri şöyle başlıyor; 1506 yılında İtalya'nın ufak bir dağ köyüne (Manoppello) bir hacı geliyor. Elinde tülbent gibi bir peçe, peçenin üstüne bir insan yüzü silueti çıkmış, kim olabilir, tabii ki İsa. Keşiş, bunu köyün papazına veriyor, papaz duygulanıp hüngür hüngür ağlıyor, kafasını bir kaldırıyor, hacı ortadan kaybolmuş! Mucize! Demek ki o hacı insan görünümünde bir melekti.
Göklerden inen bir "melek" İsa'nın peçesini bu küçük köye getirmeyi tercih etmiş Ardından mucizenin hikayesi yazılıyor. İsa çarmıha gerilip öldükten sonra bir mağaradaki mezarına taşınıyor, kefene sarılıp yüzüne bir peçe örtülüyor ve mağaranın girişi büyük bir kaya ile kapatılıyor. Üç gün sonra mağaraya gelen iki havari bir bakıyor, mağaranın ağzı açık, içeride kimse yok! Ne olmuş olabilir? Tabii ki İsa dirilmiş. Nasıl dirilmiş? Mağaraya intikal eden kutsal ruh (teslisin üçüncü ögesi) öyle güçlü bir ışıkla parlamış ki, İsa'nın sureti peçeye işlemiş. Hani fotokopi makinalarında çok güçlü bir ışık kağıdı tarar ve orijinalin kopyası ışığa duyarlı fotoreseptörler yoluyla kağıda işlenir, aşağı yukarı aynı mekanizma...
Neyse, işin teknolojisi 2000 yıl önce farklı olabilir ama sonuçta İsa'nın suretinin nakşolduğu bu peçe gizemli bir "melek" tarafından 1500 yıl sonra Manoppello köyüne getirilir. Melek niye Vatikan'a, Venediğe, Madrid'e, Paris'e gitmemiş diye sormayın, hikmetini siz anlayamazsınız. Neyse efendim, köy bu mucizevi "kutsal emanet"i sahiplenir. Bir süre sonra peçe, bölgedeki capuchin keşişlerinin himayesine geçer ve büyük bir saygı ve gizlilikle korunur. Capuchin keşişlerini bilirsiniz, dünya kültür tarihine en büyük armağanları cappuccino olan bu azizler münzevi, mütevazi bir hayat sürer. Kapuçino, bir rivayete göre bu keşişlerin kahveye süt katmasıyla bu ismi almıştır. Diğer (ve daha akla yatkın) teoriye göre, kahveye süt katıldığında rengi aynen bu keşişlerin açık kahverengi cüppesini andırdığından, kahveyi sek içen fanatikler "bu ne lan, kahveyi kapuçin keşişine çevirmişsiniz" diye süt katanları eziklemiştir.
Manoppello İsa'sı; tarz olarak bulunduğu dönemin ekolüne uysa da biz onun birinci yüzyıldan kaldığını "biliyoruz". Neyse, konuyu feci dağıttık, İsa'nın yüzü nakşolan peçeye dönelim; şimdi bu hristiyan aleminde kutsal objelerin yeri çok büyük. İslam'da da kutsal emanetler var tabii, ama hristiyanlarda işin boyutu kat be kat fazla. Kefeninden parçalar mı istersiniz, çarmıhından kıymıklar mı, kutsal kaseler mi, offff... Dan Brown'a sorun anlatsın. Peki, bu objeler kendisine asla şirk koşulmasını istemeyen, her yerde hazır ve nazır, herkesi duyan, işiten tanrı fikriyle nasıl bağdaşıyor? Netflix belgeselinde bu durumu açıklamaya çalışan teologlar, akademisyenler vardı ve nasıl kıvıracaklarını şaşırmış bir şekilde lafı geveliyorlardı.
Efendim, tanrı sizin duanızı zaten işitirmiş, ama bu kutsal objeler vasıtası ile sesinizi "daha güçlü" duyabilirlermiş (örneği var, şefaat ya resulullah diyen Evliya Çelebi'nin sesi kısık çıkınca seyahat bahşediliyor) Veya, bu emanetler vasıtası ile dualarda bir çeşit kestirme yol, ayrıcalık elde edebiliyormuşsun. En basit tanımıyla, havaalanlarındaki fast track hatlar gibi, diğeri pasaport kuyruğunda yarım saat bekliyor, sen VİP olduğundan vızt diye geçiyorsun. En masum açıklama, insanların soyut bir inanç yerine, somut objeler ve onlara yüklediği anlam sayesinde kendilerini tanrıya daha yakın hissedebilmeleri... Yanlış anlaşılmasın, kutsal objelere gösterilen bu bağlılık "inanç" düzeyinde kaldığı sürece benim bir itirazım yok, ama önce putlaştırıp ardından ticareti başladığında sanki inanılan tanrı konseptine 180 derece ters bir konuma düşülüyor.
Manoppello halkı zaman zaman bu peçeyi ayinlerde kullanıp mübarek varlığı ile manevi destek alıyor. Peçeye işleyen resme baktığınızda İsa'nın kafasının normal bir insandan haylice iri olduğu anlaşılıyor, ama o kadarını karıştırmayın artık. Bir de peçedeki İsa sureti, o yıllarda bölgede hakim olan resim stillerine çok benzerlik gösteriyormuş ama lütfen şeytanın aklımıza böyle şüpheler sokmasına izin vermeyelim. Tabii bazı zındık İtalyanlar yine de bu peçenin gerçekliğini sorgulamak istemiş. Hala öğrenemedi bu münafıklar, iman konusu bir objenin varlığını, ontolojik gerçekliğini tartışmak abes değil midir? Belgeselde kutsal emanetlere can-ı gönülden inanan bir rahiple konuştular, adam dedi ki "tanrının ve İsa'nın varlığına bir kanıt olmadan inanıyordum, gelip bu peçeyi fiziken görünce emin oldum". Yani sen adama bizim varlık düzlemimizden bir obje göster, kutsal de, gerisini merak etme. Ama yine de "şu peçeyi bir verin, bilimsel olarak o döneme ait olup olmadığına bir bakalım" dediklerinde kapuçin keşişleri (doğru tahmin ettiniz) peçeyi asla vermemiş ve pozitivist materyalist kafirler konunun üzerine koyu bir kahve (kapuçino olmayan) içmişler.
Kapuçino cüppeli kapuçin keşişleriBelgeselde köy sakinleri ile röportajlar var. Hepsi köylerini şereflendiren bu kutsal obje sayesinde hayatlarının nasıl değiştiğini, ne muhteşem mucizelere tanık olduklarını anlatıyorlar. Başlarına gelenler asla tesadüf veya hayatın olağan akışı değil, ama tanrı veya oğlunun köydeki cisim üzerinden hayatlarına dokunuşu, müdahale edişi. Kesin bilgi. Tereddütsüz. Köydeki bir elemanın babası, 2. Dünya Savaşı ertesi çalışmak için Belçika'ya bir kömür madenine gitmiş. Yer altına ineceği bir gün rahatsızlanmış, doktor biraz dinlenip akşam vardiyasında madene inmesini tavsiye etmiş. Adam dinlenirken bir göçük olmuş ve 260 masum işçi hayatını kaybetmiş. Eleman diyor ki, tam madene inecektim, ciizıs beni kenara çekip kurtardı. Yav iyi hoş da, orada korkunç bir şekilde ölen 260 kişi kafir miydi? Bu nasıl bir ciizıs, bildiği bir felaketten köylüsünü çekip kurtarıyor, "yaw bırak diğerleri insin yer altına, sen sesini çıkarma, geç otur şuraya" diyor? Hemşericilik, tanıdık kayırma göğün yedinci katına kadar sirayet etmiş olabilir mi?
İsa'nın çarmıhtan indirilip defnedildiği, üç gün sonra dirilerek sırra kadem bastığı mağaraKutsal emanetler dünya üzerinde öylesine yayılmış ki, özellikle eski/katolik coğrafyada İsa'nın bir şeysi olmayan köy, kasaba yok denecek kadar az. Belgeselde yahudi bir akademisyen ile röportaj vardı, adam bu konular üzerine epey araştırma yapmış; en yaygın kutsal objelerin başında İsa'nın çarmıhından parçalar geliyormuş. İnanışa göre bizim İstanbullu Konstantin'in (hristiyanlığı resmi din kabul eden) annesi, çok dindar bir madonna, ve Kudüs'e gidip İsa'nın çarmıhını buluyor, çarmıh küçük parçalara ayrılıp tüm dünyaya yayılıyor. Yahudi akademisyenin biraz da sarkastik yorumuna göre, dünyada kutsal çarmıhtan geldiği iddia edilen tahta parçalarını toplasan değil İsa'nın gerildiği çarmıhı, büyük bir ahşap kulübe bile inşa edebilirmişsin. Olsun o kadar, İsa'nın en büyük mucizesi ekmek ve balığı çoğaltmak değil miydi, biraz da çarmıh çoğaltsın.
Notre Dame yangınından bir "mucize" eseri kurtarılan bir diğer kutsal obje, Romalı askerlerin aşağılamak amacıyla İsa'nın başına taktıkları dikenli taç. Altın kaplamalı, süslemeli, işlemeli aksesuarları o dönemden olmayabilir...Tabii ki hristiyanlık ve müslümanlık inançlarında objelere atfedilen kutsallığı şiddetle reddedenler de var. Onlara bakılırsa, bunca peygamber tek tanrı inancını, ona fiziksel (veya ruhani) bir şirk koşulmamasını tebliğ etmek için bu dünyaya geldi, mücadele etti, işkence gördü, hatta canını verdi. Ama taaa Musa'dan itibaren bazen putperestlik, bazen de politeizm en küçük delikten, en ufak çatlaktan tek tanrılı dinlere sızmaya devam etti; Musa 10 emirin yazılı olduğu tabletleri almak için dağa çıktığında, birkaç günlüğüne başıboş bıraktığı kavmi hemen bir buzağı heykeli yapıp tapınmaya başladı. Musa da dağdan indiğinde deliye döndü tabii... Harari de Sapiens kitabında güzel bir benzetme yapmıştı; Hristiyanlığın kapıdan kovduğu tüm pagan tanrılar, yıllar içinde aziz, melek, vesaire olarak baca ve pencerelerden geri girdi. İnsanların inançla ilgili böyle bir zaafiyetleri var demek ki; o yüzden dünya üzerindeki en yaygın inanç tektanrılı dinler mi, yoksa putperestlik mi tartışmak gerek. Sözün kısası, en iyisini kapuçin keşişleri yapmış; kahveye biraz süt katacaksın, mis gibi... ne o öyle katran gibi içiyorlar? Bu dünyada kahveyi bile markalaştıran, kutsallık atfeden, müridi olan, ritüeller geliştiren, neredeyse tapan insanlar oldukça tanrıya daha ne şirkler koşulur göreceğiz...
Onur'un Seyir DefteriDansa Davet
Geçen haftalarda okuduğum ilginç bir kitap, "Dansa Davet", 100 sayfa, çok rahat okunuyor. Arka kapak tanıtımı demiş ki; "Dansa Davet, 1518 yılında görülen, dünyanın en ilginç toplumsal histeri vakalarından birinin hikâyesini anlatıyor. Strasbourg'da açlık ve sefaletin, insanları cinayete sürükleyen bir yokluğun hüküm sürdüğü zamanlarda, ıstırabından aklını yitiren bir kadın, aniden sokaklarda dans etmeye başlar. Kısa bir süre içinde ona katılanların sayısı gitgide artar ve "Dans Vebası" tüm şehri esir alır. Binlerce insan yaşadıkları ağır travmalar sonucunda bilincini yitirip ölene dek dans eder durur"
Önce kurgu sandım, ama yer ve tarih böyle açıkça tanımlanınca bir bakayım dedim, gerçekten de 1518'de Strasbourg'da böyle bir toplumsal histeri yaşanmış. Sebebi tam anlaşılamamış, gıda (mantar) zehirlenmesinden, stres kaynaklı histeriye kadar birkaç teori var. Yazar da konuyu güzel bir şekilde kilise ve din adamlarının halkı sömürüsü, yeni başlayan protestan hareket ve hatta Türk istilası korkusuna bağlamış (türklerle ilgili anekdotlar komik). Fantastik şeyler çizmek için bahane arayan Pietr Brueghel de hemen olayı resme dökmüş zaten...
İnsan katolik kilisesi ve ruhban sınıfın acımasız sömürüsünü okurken gerçekten dehşete kapılıyor. Endüljans adı verilen din ve tanrı ticaretinin ne kadar geliştiğini görmek akıllara ziyan. Biz okulda basit bir versiyonunu öğrenmiştik, cennete giriş belgesi veya bir arsasının tapusu satılıyor gibi... Kilise öyle ürünler, hatta türev enstrümanlar üretmiş ki, her keseye, inanca, halet-i ruhiyeye göre ne ararsan var. Konuya/temaya göre işin içine birkaç aziz de kattın mı tadından yenmiyor. Tanrıyı dünyanın en karlı ticari metası haline getirenler, karşısına çıktıklarında kendilerini nasıl savunacaklar, merak ediyorum...
Kilise baskısı, aristokrasi/burjuvazi sömürüsü, salgın hastalıklar, kıtlık, kuraklık, Türk korkusu ve umutsuzluk birleşince garip bir histeri yaşanmış ve insanlar ölümüne dans etmişler! Böyle bir ölümüne dans hikayesini de sinema tarihinin olağanüstü kült eserlerinden "Atları da Vururlar"da izlemiştik. İki öykü bir birinden farklı gelişse de, altta yatan ümitsizlik, bezmişlik ve kurtuluş için son çare ölümüne dans ortak paydaları...
O zaman ne yapıyoruz? Hepinizi piste davet ediyoruz! Hadi bakalım, dans! Renk! Oturmaya mı geldik şu dünyaya?Onur'un Seyir Defteri
February 19, 2024
Gılgamış ve Medeniyyet
Çoğunluğunuz eğitim hayatınızın bir döneminde Gılgamış Destanı'nı duymuşsunuzdur. Ortaokul tarih kitabında olsun, üniversite sınavı sorularında olsun bu büyük efsane mutlaka karşınıza çıkmıştır. Hiç değilse çook çok eski tarihlerde, Mezopotamya civarlarında yaşayan bir adamın başından geçtiğini bilirsiniz. Bu destanı okul müfredatının tekdüzeliğinden sıyrılıp daha yakından inceleyenler ne yüce bir eser olduğunun farkına varır. Dünyanın en eski yazılı edebiyat ürünü olmasının yanında, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, politika, mitoloji, teolojinin harmanlandığı müthiş bir eserdir kendileri.
Üçte iki tanrı Gılgamış, çılgın procesi için halkını ölümüne çalıştırıyor. Emeklilikte sura takılanlar...Destana ait tek bir metin olmadığı gibi tamamına erişebildiğimiz de ileri sürülemez. Eski Akad, Babil, Sümer dilinde olanları, farklı hanedanlar dönemlerinde yazılanları derken ortada (eski ahit benzeri) geniş zamana yayılan bir külliyat vardır ve kanonize etmek kolay değildir. Gılgamış Destanı, çok farklı konulara değinmekle kalmamış, ileriki tarihlerde ortaya çıkan bir çok kutsal metnin, dini mesellerin de ilham kaynağı olmuştur. Destanın yazılı olduğu tabletler 19. yüzyıl ortalarında bulunup deşifre edilene kadar Nuh tufanı benzeri anlatıların özgünlüğü kabul edilirken hikayenin çok daha eski kaynaklara dayandığı anlaşılmıştır. Şimdi oturup Gılgamış Destanı'nı anlatacak değilim (korktunuz ama, değil mi?) Zaten isteyen rahatlıkla bulup okuyabilir (ki, okuyun derim). İçinde yok yok, 32 kısım tekmili birden yayınlanmış, günümüzde Marvel, DC Comics bir araya gelse böyle bir süper kahraman hikayesini zor çıkarırlar. Bana ilginç gelen, günümüze de ışık tutacak bir iki detayı paylaşayım istedim...
İlk olarak, medeniyyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar Mehmet Akif'in düşündüğü gibi son bir iki yüzyılın hikayesi değilmiş. Bundan tee 4500 yıl önce de medeniyet insanoğlunun canını okumak üzere elinden geleni yapıyormuş. Örneğin, tarihin en önemli kentleşme girişimlerinden olan Sümer hanedanının şehir devletleri, büyük surlar ardında modern yerleşimler kurarak kendilerini doğadan ve hatta şeytandan, bilinmezden, kötülükten izole etmeye ve yaşayanları hapsetmeye çalışıyormuş. Hatta bu sur/duvar projeleri o kadar abarmış ki, Gılgamış destanı da güçlü bir (hadi diktatör demeyelim de) tiranın tüm şehir halkını öldüresiye modern bir sur inşasında çalıştırmasıyla başlıyor. Üçte iki oranında tanrı, üçte bir oranında insan olan Gılgamış kafayı büyük sur projesiyle bozmuş ve itibardan tasarruf olmayacak bu proje için halkının canına okumuş.
Daha o zamanlardan anlıyoruz ki, bazı büyük projeler rasyonaliteden, halkın ihtiyaçlarından, maliyet ve önceliklerden muaftır. Onlar, bir şehrin/ülkenin/liderin şanı yürüsün diye yapılır, halkının telef olması mühim değildir (piramitleri falan kastediyorum, günümüzle benzerlik kurup başımı derde sokmayın). Büyük Sümer Duvar projesi için herhangi bir hizmet alımı veya hazine garantisi verilip verilmediği meçhul ama asgari ücret karşılığı telef olan halk bu çılgın projeden illallah demiş ve tanrılara yalvararak Gılgamış'ın aklını başka bir konuyla çelmesini, dikkatini dağıtmasını istemişler.
Tanrılar insafa gelmiş ve Gılgamış'a bir kanka göndermişler. Enkidu adlı bu arkadaş şehrin dışından, vahşi doğanın bağrından gelmiş. Kıllarla kaplı vücudu, hayvanlarla birlikte yaşaması, uygarlıktan bihaber olmasına rağmen Gılgamış bu delikanlı elemanı çok sevmiş ve iyi arkadaş olmuşlar. Ama önce elemanın sıkı bir eğitimden geçmesi ve uygarlık normlarına adapte edilmesi gerekmiş. Şehrin en deneyimli (afedersiniz) fahişeleri Enkidu'yu almışlar, bir hafta boyunca (afedersiniz) seviştikleri gibi oturup kalkmasını, yiyip içmesini öğretmişler; hayvan adam Enkidu'yu daha bir insana benzetmişler. Burada da ikinci önemli detayı görüyoruz; insanoğlu doğadan, vahşi hayattan uzaklaştıkça uygarlaşmış. Şehirleşme bir kez başlayınca medeniyet kentlerde yaratılan hayatla özdeşleşmiş ve doğa medeni olmayanın karşılığı haline gelmiş, küçümsenir ve korkulur olmuş. Avcı-toplayıcı hayattan yerleşik düzene geçmenin kaçınılmaz ama üzücü sonuçlarından biri...
Sonra birtakım olaylar daha gelişiyor, Enkidu’yu bulan Gılgamış kanal Mezopotamya benzeri çılgın projelerini savsaklayıp halkın yakasından düşüyor, bla bla, bla ve en ilginç bölümlerden birine geliyoruz; artık kanki olan Gılgamış ve Enkidu'nun, ormanların koruyucusu dev canavar Hüvava ile savaşa gidişi. Hüvava, hikayemizde (ormanların bekçisi olmasına rağmen) bir anti-kahraman; Enkidu'ya da vahşi hayattan uzaklaştığı için kırgın. Gılgamış, Hüvava ile mücadeleye giderken karışık duygular içinde, kabuslar görüyor, bir anlamda doğa ile yıkıcı bir mücadeleye girmenin çelişkilerini yaşıyor ve sonunda yüzleşiyorlar. Unutmayalım, destanda vahşi doğa "kötü" bir karakter. İlginç bir detay daha; tanrılar, bu mücadelede Gılgamış'ın tarafını tutup ona yardımcı oluyor. Yani tanrılar da kendi yaratıları olan doğaya karşı, kendilerine kulluk eden insanoğlunu destekliyor. Tabii ki ilahi rüzgarı arkasına alan Gılgamış Hüvava'yı öldürerek doğaya karşı insanın ilk büyük zaferlerinden birini kazanıyor.
gılgamış ile enkidu, hüvavayı öldürüyor. ormanların bekçisinin, vahşi doğanın ruhunun insanlık karşısında bir şeytan gibi betimlenmesi manidar değil mi?)Gılgamış ve Enkidu girdikleri ormanı kentsel dönüşüm projelerinde kullanmak üzere kesiyorlar. Ormanın simgesi sayılan yüce sedir ağacını da kesip tanrılar için yapacakları dev tapınak inşaatında kullanmak üzere götürüyorlar. Tanrılar madem ki doğayı alt ederek uygarlaşma yolunda insan evladına yardım etti, o da tanrısını en büyük, görkemli tapınakla onurlandırıp karşılığını vermek zorunda. Kısacası, Akbelen’de, Kaz Dağlarında insanlığın refahı gerekçe gösterilerek gerçekleştirilen orman ve doğa katliamları son 50-100 yılın hikayesi değil; binlerce yıl önce de benzer süreçler yaşanmış ve kutsalın gözetiminde insanoğlu (artık rakibi olan) doğayı alt ederek medenileşmiş. Gılgamış ve Enkidu, tanrılar tarafından hadlerini bildirmek üzere gönderilen bir göksel boğayı da öldürünce, doğaya karşı bu denli hadsizlikleri cezalandırılır ve Enkidu’nun canı alınır. Gılgamış’a vahşi doğa tarafından armağan edilen arkadaşı, doğaya karşı fazla küstahlaştıklarında geri alınır. Gılgamış dehşete kapılır, ölümsüzlüğün peşine düşer ve ibretlik bir erginlenme yolculuğuna başlar. Yine müthiş detaylarla, metaforlarla dolu gelişmeler yaşanır ki, Yüzüklerin Efendisi destanın yanında çocuk romanı gibi kalır. Gılgo, Nuh tufanından sağ kurtulan ve ölümsüzlüğü kazanan Utnapiştim’i bulur ancak tanrıların bilgi ve uygarlığı insanlara vermiş olsa da ölümsüzlüğü kendilerine sakladıklarını üzülerek öğrenir. Ona sadece gençlik ve sağlık için bir bitki verilir ama Gılgamış bu bitkiyi de sinsi bir yılana kaptırarak elleri bomboş kalır (bakınız lokman hekim).
Gılgamış tanrıların insanlara ölümü layık gördüğüne ikna olarak süklüm püklüm kentine geri döner, başına gelenleri yazmaya ve bu tecrübeyi geleceğe aktarmaya başlar. Artık ölümü kabullendiğinden “hoca, artık an’ı yaşayalım, günümüzü gün edelim ama sükunetle de ölümü bekleyelim” benzeri bir anlayışı benimser. Üçte iki tanrı da olsa, içindeki insan yüzünden eninde sonunda ölecektir. Medeniyet ölümü kabullense de halkı ezmeye, doğayla savaşmaya devam eder. 5000 yıl önce bile ormanlar kesilir, yakılır, ölesiye tarım ve sulama sonucunda “bereketli hilal” diye bilinen uygarlığın beşiği çölleşmenin eşiğine gelir. Şehirlerde sur/duvar projesi devam eder, ama sanılanın aksine bu çılgın projeler şehirleri barbar saldırılarına karşı korumak için değil, sömürülecek, ucuza çalıştırılacak, vergilendirilecek gariban halkın kaçmasını önlemek içindir. Hiçbir şeyin değişmediğini göstermek için yazımızı 5000 yıllık bir Sümer Atasözü ile bitirelim: “Bir efendin olabilir, bir kralın olabilir, ama asıl korkman gereken kişi vergi memurudur”
Onur'un Seyir DefteriOnur Ataoğlu's Blog
- Onur Ataoğlu's profile
- 15 followers

